İşte Cevaplar
Cevap : Küreselleşme Sürecinde Kültür ve Sanatta İletişim Değişim
Birçok kavram gibi küreselleşme kavramının da ‚efradını câmi, ağyarını mâni‛ bir
tarifi yoktur. Bununla birlikte küreselleşme kavramının bir şeyi temsil ettiği bir
gerçektir. Ancak buradaki sorun yalnızca kavramın ne anlama geldiğinden ibaret değil,
aynı zamanda küreselleşmenin nasıl bir şey olduğuyla da ilgilidir. Ontoloji ve
epistemoloji hakkındaki bilgilerimiz çerçevesinde, olgular ya da gerçeklerle o
gerçeklerden zihinsel bir soyutlama sonucu elde edilen kavramların birbirlerine özdeş
olmadıklarını bilmekteyiz (Can, 2005: 249). Yine de küreselleşme kavramının, tarihsel
süreç içerisinde meydana gelen bir takım olgu ve değişimlerle doğrudan bir ilişki
içerisinde olduğu da göz ardı edilemez. ‘Globalisation’ veya Türkçemizdeki ifadesiyle
‘küreselleşme’ özellikle 1980’lerden itibaren en sık kullanılan anahtar terimlerden biridir.
M. McLuhan’ın Medyayı Anlamak adlı eserinden sonra meşhur olan (Aydın, 2002: 11)
küreselleşme kavramı, ekonomik, sosyal, psikolojik, politik ve hatta felsefi olarak (Sasaki,
2004: 11) birçok farklı bakışla anlamlandırılabilir. Ancak her tanımlamanın bir
sınırlandırma olduğunun farkında olmakla birlikte tanımsız yol alınamayacağının da
bilincindeyiz. Bundan dolayı kavramın etimolojisinden hareket ederek, kavramın
içeriğinin doğasını da göz önünde bulundurup yaklaşık bir tanımını vermeye çalışacağız.
İngilizce ‘globalization’, Latince ‘globus’dan türemedir. ‘Glob’ ‘küre’, ‘globusterra’ ‘yer
küre’ anlamına gelmektedir (Başkaya, 200:325) Globalizasyon kavramı ilk olarak 1961
yılında yayımlanan Webster’s Third New International Dictionary of English Language
Unabriged’de yer alır (Sarıtaş, 2006:389) Küreselleşme kavramının analizinde sosyolog
UlrichBeck, globalleşme, globalite ve globalizm gibi üç kavramı ayırt eder. Buna göre
globalleşme çok boyutlu, ulus aşırı bir süreçtir. Bu süreç ekoloji, kültür, ekonomi,
politika ve sivil toplum alanlarındaki oluşumları yan yana, ancak birbirine
indirgenemeyen bir şekilde içerir ve artık ulus-devletlerin değil, ulus aşırı aktörlerin ön
planda olduğunu gösterir. Globalite kavramı ise bir ‚dünya toplumu‛ anlayışı
çerçevesinde ülkelerin birbirlerine çok boyutlu ilişkiler ağı içinde bağlı hale gelmelerini
anlatır. Globalizm ile kastedilen ise; globalleşme olgusunun içeriğini dünya pazar
ekonomisi çerçevesi dâhilinde idrak edilmesini sağlamaya yönelik bir dayatma olarak
değerlendirir.
Durum böyle olunca, globalleşmeden söz edildiğinde sadece ulus-devletlerin rolünü
arka plana iten ve ulus aşırı aktörlerin yön verdiği bir süreci tanımlamakla kalınmıyor
aynı zaman da bir politik-ideolojik eğilimi ve toplumları karşılıklı bağlılık ağlarının vücut
verdiği ‚dünya toplumu‛ gibi sosyolojik bir oluşum da betimlenmiş oluyor.). Bu bağlamda küreselleşmenin tarafsız bir şekilde gelişen ve sadece olumlu
sonuçlar içeren bir olgu olarak değerlendirilemeyeceği açıktır. Birçok küreselleşmeci ve
neoliberal yaklaşımcı, küreselleşmenin, sermaye, iş fırsatı, tüketiciye seçim yapma şansı
ve politik özgürlük sağladığı için olumlu bir gelişme olduğunu iddia eder. Aksi görüşe
göre de eşitsizlik ve fakirlik üreten olumsuz bir süreçtir.Schaeffer,
küreselleşmenin tek boyutlu bir süreç ya da daha homojen bir dünya yaratmadığını
ifade ederek, farklı sonuçlarının bazıları için iyi bazıları içinse kötü olabileceğini
savunmaktadır. Küreselleşmenin, bir homojenlik yaratıp yaratmadığı
tartışılsa bile kaçınılmazlığı konusunda büyük çoğunluk mutabık durumdadır.
Bu noktadan hareketle öncelikle kimlik kavramı hakkında açıklamaların yapılması
gerekmektedir. Aslında kimlik sorunu, sosyal bilimlerdeki en karmaşık ve en tartışmalı
sorunlardan biridir. Bunun nedeni kuşkusuz, kimliğin çok boyutlu olması ve her bir
boyutuyla da farklı bir bilim dalının ilgilenmesidir (Türkbağ, 2003: 209). Kimlik
kavramı, hem varoluşunu borçlu olduğu, hem de bu varlığı sürekli sakatlayan iki ana
paradoksun kıskacındadır. Bu paradokslardan birincisi kavramın adından ve bu adın
tarihsel arka planından kaynaklanmaktadır. Batı dillerinde Latincenin idem (aynı)
kökünden türetilen identité-identity kelimesi bir özdeşliği, aynılığı ifade etmektedir.
Türkçedeki kimlik ise, kim, yani ‚kimliklerden(sin)?‛ sorusundan türemiş, zorunlu bir
mensubiyet işaretidir. Latincede aynılığı, sürekliliği içeren kimlik
(identity) terimi uzun bir tarihe sahne olduğu halde, yirminci yüzyıla kadar popüler bir
terim olarak kullanılmamıştır. Bu noktada öncelikle kimlik
kavramının hangi arayışlar sonucunda ortaya çıktığını da belirlemek gerekmektedir. Ben
kimim ve neyim? sorusu kimlik arayışının özünü oluşturur. Sosyal,
kültürel, etnik, tarihi, coğrafi, antropolojik, psikolojik vb. birçok olgunun etkileşimi ile
oluşan, kapsamlı bir kavram olan kimlik, antropolojik, etnolojik, tarihi, coğrafi, sosyal ve
kültürel verilerle donanmış bireylerin hayata ve maddeye karsı takındığı özgün
pozisyondur denilebilir.
Kimlik, farklılığın vurgulanmasıdır ki, bireysel kültürle bağlantılıdır. Bu anlamda
modern toplum kimlik bilincinin gelişimine hız kazandırmıştır. Çünkü kimlik olgusu
birey ve bireyselliğin gelişimine koşut olarak ortaya çıkmıştır. Sosyo-psikolojik bağlamda
bireyin ‚kendisinin ne ve nerede olduğunu açıklaması‛ ve tanımlamasıdır. Kimlik bireyin kim olduğuna ve nerede durduğuna ilişkin verdiği bir cevaptır.
Varlığın ve aidiyetin bir tanımıdı. Kimliğin bireyselleşmeyi ön plana
çıkardığı kadar, aynılaşmayı ve ortak hayat tarzını da beraberinde getiren bir süreç
olduğunu düşündüğümüzde karmaşık bir sistem ile karşılaşmaktayız.
Ele alınması ve incelenmesi gereken önemli bir kavramda ulusal kimliktir. Ulusal
kimlik, ulusal kültürün yaratılmış olması ile ulusal bir devletin yönetiminde, belirli
coğrafya sınırları içinde yaşayan tüm bireylerin ortaklaşa yaşadıkları, hissettikleri
tarihsel/kültürel bir kimlik (bizlik) duygusudur. Tarihsel oluşum
açısından değerlendirildiğinde Fransız Devrimi ulusal kimliğin oluşumunda bir mihenk
tası gibidir. Siyasî manada self determinasyon fikrini başlatan konuma getirmesiyle,
uluslar ulus-devlet seklinde örgütlenip kendini ulusal kimlikle tanımlayacaklar ve bu
kimliğe aidiyet hissedeceklerdi. Ulus devletler kimlik inşası sürecinde
devletler kendi ideolojilerine uygun bir şekilde düzenlemelerde bulunurlar. Özellikle
ulusal kimliğinin baskın şekillerinde devlet, hem düzenleyicidir hem de kurumları
aracılığıyla sosyalleşmeyi sağlayan kendi isteği doğrultusunda kültürel birliktelik
oluşturan ürünlerin sahibidir. Ulus devletler, dünyayı oluşturan
en önemli ekonomik ve politik birlikler olarak, bilinçli bir kültürel inşa süreci içinde
gelişirler. Bu inşa sürecinin tamamen ideolojik olduğunu söylemek yanıltıcı olur. Bu
süreci bir zamana ve mekâna hapsetmek ve orada dondurmak da yanıltıcı olabilir,
Küreselleşme Sürecinin Ulusal Kültür ve Sanata Etkisi TAED 50* 309
çünkü ulusal kimlik inşasında geçerli olan ideoloji dışında, çok derinlere kök salmış bazı
psikolojik süreçler (inançlar, gelenekler, yasam biçimlerinin dayattığı psikolojik
oluşumlar vb.) vardır.
Ulusal kimlik üzerine değerlendirme yaparken Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından
sonra, Osmanlı Devleti’nde görev almış olan devlet görevlileri ve subayların kurduğu
yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin de, Osmanlı Devleti’nden kalan halkı Türk ulusu haline
getirmek için geliştirmeye çalıştığı Türk modernleşmesi süreci üzerinde de durmak
gerekmektedir. Bu noktada ise karşımıza çok önemli tartışmalar çıkmaktadır. Modern
Türk kimliği ile ilgili her tartışma, onun geçmişte ya hiç var olmamış olan ya da farklı
şekiller altında karşımıza çıkan kültürel, siyasal ve tarihsel kökleri ile mukayese içinde
ele alınmak zorundadır. Çünkü Türk milletinin tarihsel süreç
içerisinde oluşturduğu kimlik yapısına bakacak olursak toprağa ve dine dayalı bir kimlik
oluşturma süreci karşımıza çıkmaktadır. Zaten toprak ve ulusal kimlik arasındaki ilişki
sosyal bilimlerde her zaman önemli bir araştırma konusu olmuştur.
Toprağa kutsal bir yapı addederek onu korumaya ve yüceltmeye dayalı ve dini inançlar
ile de güçlendirilmiş koruyucu ve sahiplenici bir içgüdüdür bu. Özellikle İslamiyet’in
kabulü ve Anadolu’nun fethinden sonra değişen kültürel yapının da etkisi ile Türkleşme
yerine İslamlaşma sürecinin hız kazandığını görebilmekteyiz. Ancak Osmanlı Devleti’nin,
I. Dünya Savaşı’ndan sonra parçalanması ve yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması
ile birlikte seküler ve ulusçu bir yapılanmaya gidildiği görülmektedir. Bu süreci hem
kültürel değerler ile şekillendirmeye hem de Avrupa’nın modernleşmesinden farklı
olarak, kendi sahip olduğu İslamiyet’ten gelen değerler ve Osmanlı’dan kalan kültürel
miras ile yoğurarak farklı bir modernleşme süreci yaşandığını belirtebiliriz. Zaten
modern Türkiye'nin kimlik oluşumu süreci sadece gelişen burjuva yaşam tarzının
insanlara benimsetilmesi değildir. Aynı zamanda kentin izole edilmiş elit mekânının
dışında, gerçekte var olan sosyal ilişkilerin farklılığını koruyarak kimlik oluşturulabilmesi
sürecidir.
Üzerinde durmamız gereken bir diğer kavram ise kültürel kimliktir. Ulusal kimlik ile
kültürel kimliğin farklı dinamikler ile oluştuğu, farklı olgular olduğunu belirtmekte fayda
vardır. Ulusal kimlik kültürel kimlikle aynı şey değildir. Ulusal kimlik, kültürel kimlikten
birçok öğeler taşısa da onunla aynı değildir. Çünkü modern ulus devletler tarafından
desteklenen ve yaşatılmaya çalışılan ulusal kimlik, ait olduğu toplumun kültür
kaynaklarının tümünü içermez. O, kültür kaynaklarından bazılarının seçimi ile
oluşturulmuş bir kimliktir. Aksi halde çoğu seküler anlayışla şekillenmiş/şekillendirilmiş
ulusal kimlikleri anlamamız mümkün olmaz. Kültürel
kimlikler ise anlamları, içerikleri ve sınırları belli ve belli bir öze sahip bütünsellik
niteliği taşıyan nesnel varlıklar değillerdir. Aksine, kültürel kimlik, ‚tarihsel ve söylemsel
olarak kurulmuş toplumsal bir gerçekliktir. Günümüzde ise
kültürel kimlikler küreselleşme olgusu tarafından şekillendirilmekte ve milli kültür
öğelerinden ayrıştırılmaya çalışılmaktadır. Ancak milli kültürün zayıflaması sosyal
yapının direncini ve dayanma gücünü azaltmaktadır.
Küreselleşme olgusu içerisinde kültürel unsurlar kimlik sorunu haline dönüşürken,
birbiriyle çelişir gibi görünen iki yaklaşım ortaya çıkar. Bunlardan birisi; Evrensellik
ilkesini öne çıkaran kültürel homojenlik (türdeşlik) ya da popüler kültür, kitle kültürü,
diğeri ise farklılıkları korumayı gaye edinen çok kültürlülük, yani uyuşmayan ama makul
kapsayıcı kültürlerin bir çoğulculuğudur.
Kültür ve sanatta değişim kaçınılmaz bir olgudur. Tıpkı bireylerde olduğu gibi
toplumlar da birbirleriyle iletişim kurarken, aynı zamanda bir değişim de yaşarlar.
Tarihte hiçbir kültür saf değildir. Fakat aynı zamanda bir kültürün başka bir kültürü,
bünyesine alarak onu tarih sahnesinden silmesi de yadsınamaz bir gerçektir. Günümüz
kitle iletişim araçları, toplumların kültür ve sanat ortamlarına adeta ışık hızıyla ulaşımı
olanaklı kıldı. Ancak güçlü ve bilinçli toplumlar bu etkileşimi doğru
yönlendirebilmektedirler. Kültür ve sanat, bir ulusun geleceğinin teminatıdır da aynı
zamanda. Sanatın evrensel olma beklentisi ile birlikte, onu yaratan sanatçısının ulusal
karakterlerini yansıtması da doğal bir sonuçtur. Sanat eserleri; estetiği, evrensel bir ölçüt
olarak ele almakla birlikte, bu eserlerde merkeze konulması gereken insancıl değerler
ortak payda olmalıdır. Bu gün bile diriliğinden hiç bir şey kaybetmeyen ve birçok ulusun
paylaştığı Yunus Emre, bunu sadece şiirlerindeki Türkçeyi doğru kullanımı ile değil,
şiirlerine sinen evrensel insan sevgiyle başarmıştır. Büyük Önder Atatürk’ün
söylevlerinde önemini birçok kez vurguladığı sanat ve kültür, üç bin yıllık geçmişi olan
milletimizin kimliği ile adeta eş anlamlı yaşanmıştır. Bu tarihsel süreçler içinde dünyanın
önemli birçok medeniyetiyle etkileşim yaşanırken, kültür ve sanatımız yok olmamış,
aksine zenginleşerek gelişmiştir. Çünkü ancak köklü ve zengin kültüre sahip olan uluslar
varlıklarını sürdürebilirlerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun son iki yüz yılı içinde batıda
yaşanan teknoloji ve sanayi devrimlerine ayak uydurulamayışın nedenleri arasında
geleneksel kültür ve sanatla olan bağların sürdürülüşü de gösterilmiştir. Sanat ve
kültürel gelişimin, ekonomik gelişmişlikle paralel olduğu gerçeği maalesef hep göz ardı
edilmiştir. Çoğu zaman geri kalmışlığı bir nişan gibi omuzlarında taşıma hevesi, giderek
kendimizi inkâra, hatta kültürel varlıklarımızı bir yük olarak algılamaya kadar
götürmüştür. 19. Yüzyıl sonrası Batı toplumlarında etkili olan kapitalist anlayış,
hümanizmle yer değiştirerek sömürgeci bir ideali de uygulama peşine düştü. Batı, kendi
gibi olmayan toplumları giderek birer istatistiksel varlık olarak algılamaya başladı. Bu
gün Batı geri kalmışlıkla suçladığı birçok Afrika ülkesinin açlık ve sefaletinin suçlusu
olan kendisi ile yüzleşmekten hep kaçındı. Günümüzde Türk sanatçısı ve aydını
yaşananların bilinciyle devraldığı büyük mirasa yakışır sorumluluklarla hareket
etmektedir. Yaşadığı çağa yabancı değil bilakis çağın gerektirdiği bilgi ve donanımları
kuşanarak evrensel düzeyde eserler yaratmanın arifesindedir.
Diğer Cevaplara Gözat
Birçok kavram gibi küreselleşme kavramının da ‚efradını câmi, ağyarını mâni‛ bir
tarifi yoktur. Bununla birlikte küreselleşme kavramının bir şeyi temsil ettiği bir
gerçektir. Ancak buradaki sorun yalnızca kavramın ne anlama geldiğinden ibaret değil,
aynı zamanda küreselleşmenin nasıl bir şey olduğuyla da ilgilidir. Ontoloji ve
epistemoloji hakkındaki bilgilerimiz çerçevesinde, olgular ya da gerçeklerle o
gerçeklerden zihinsel bir soyutlama sonucu elde edilen kavramların birbirlerine özdeş
olmadıklarını bilmekteyiz (Can, 2005: 249). Yine de küreselleşme kavramının, tarihsel
süreç içerisinde meydana gelen bir takım olgu ve değişimlerle doğrudan bir ilişki
içerisinde olduğu da göz ardı edilemez. ‘Globalisation’ veya Türkçemizdeki ifadesiyle
‘küreselleşme’ özellikle 1980’lerden itibaren en sık kullanılan anahtar terimlerden biridir.
M. McLuhan’ın Medyayı Anlamak adlı eserinden sonra meşhur olan (Aydın, 2002: 11)
küreselleşme kavramı, ekonomik, sosyal, psikolojik, politik ve hatta felsefi olarak (Sasaki,
2004: 11) birçok farklı bakışla anlamlandırılabilir. Ancak her tanımlamanın bir
sınırlandırma olduğunun farkında olmakla birlikte tanımsız yol alınamayacağının da
bilincindeyiz. Bundan dolayı kavramın etimolojisinden hareket ederek, kavramın
içeriğinin doğasını da göz önünde bulundurup yaklaşık bir tanımını vermeye çalışacağız.
İngilizce ‘globalization’, Latince ‘globus’dan türemedir. ‘Glob’ ‘küre’, ‘globusterra’ ‘yer
küre’ anlamına gelmektedir (Başkaya, 200:325) Globalizasyon kavramı ilk olarak 1961
yılında yayımlanan Webster’s Third New International Dictionary of English Language
Unabriged’de yer alır (Sarıtaş, 2006:389) Küreselleşme kavramının analizinde sosyolog
UlrichBeck, globalleşme, globalite ve globalizm gibi üç kavramı ayırt eder. Buna göre
globalleşme çok boyutlu, ulus aşırı bir süreçtir. Bu süreç ekoloji, kültür, ekonomi,
politika ve sivil toplum alanlarındaki oluşumları yan yana, ancak birbirine
indirgenemeyen bir şekilde içerir ve artık ulus-devletlerin değil, ulus aşırı aktörlerin ön
planda olduğunu gösterir. Globalite kavramı ise bir ‚dünya toplumu‛ anlayışı
çerçevesinde ülkelerin birbirlerine çok boyutlu ilişkiler ağı içinde bağlı hale gelmelerini
anlatır. Globalizm ile kastedilen ise; globalleşme olgusunun içeriğini dünya pazar
ekonomisi çerçevesi dâhilinde idrak edilmesini sağlamaya yönelik bir dayatma olarak
değerlendirir.
Durum böyle olunca, globalleşmeden söz edildiğinde sadece ulus-devletlerin rolünü
arka plana iten ve ulus aşırı aktörlerin yön verdiği bir süreci tanımlamakla kalınmıyor
aynı zaman da bir politik-ideolojik eğilimi ve toplumları karşılıklı bağlılık ağlarının vücut
verdiği ‚dünya toplumu‛ gibi sosyolojik bir oluşum da betimlenmiş oluyor.). Bu bağlamda küreselleşmenin tarafsız bir şekilde gelişen ve sadece olumlu
sonuçlar içeren bir olgu olarak değerlendirilemeyeceği açıktır. Birçok küreselleşmeci ve
neoliberal yaklaşımcı, küreselleşmenin, sermaye, iş fırsatı, tüketiciye seçim yapma şansı
ve politik özgürlük sağladığı için olumlu bir gelişme olduğunu iddia eder. Aksi görüşe
göre de eşitsizlik ve fakirlik üreten olumsuz bir süreçtir.Schaeffer,
küreselleşmenin tek boyutlu bir süreç ya da daha homojen bir dünya yaratmadığını
ifade ederek, farklı sonuçlarının bazıları için iyi bazıları içinse kötü olabileceğini
savunmaktadır. Küreselleşmenin, bir homojenlik yaratıp yaratmadığı
tartışılsa bile kaçınılmazlığı konusunda büyük çoğunluk mutabık durumdadır.
Bu noktadan hareketle öncelikle kimlik kavramı hakkında açıklamaların yapılması
gerekmektedir. Aslında kimlik sorunu, sosyal bilimlerdeki en karmaşık ve en tartışmalı
sorunlardan biridir. Bunun nedeni kuşkusuz, kimliğin çok boyutlu olması ve her bir
boyutuyla da farklı bir bilim dalının ilgilenmesidir (Türkbağ, 2003: 209). Kimlik
kavramı, hem varoluşunu borçlu olduğu, hem de bu varlığı sürekli sakatlayan iki ana
paradoksun kıskacındadır. Bu paradokslardan birincisi kavramın adından ve bu adın
tarihsel arka planından kaynaklanmaktadır. Batı dillerinde Latincenin idem (aynı)
kökünden türetilen identité-identity kelimesi bir özdeşliği, aynılığı ifade etmektedir.
Türkçedeki kimlik ise, kim, yani ‚kimliklerden(sin)?‛ sorusundan türemiş, zorunlu bir
mensubiyet işaretidir. Latincede aynılığı, sürekliliği içeren kimlik
(identity) terimi uzun bir tarihe sahne olduğu halde, yirminci yüzyıla kadar popüler bir
terim olarak kullanılmamıştır. Bu noktada öncelikle kimlik
kavramının hangi arayışlar sonucunda ortaya çıktığını da belirlemek gerekmektedir. Ben
kimim ve neyim? sorusu kimlik arayışının özünü oluşturur. Sosyal,
kültürel, etnik, tarihi, coğrafi, antropolojik, psikolojik vb. birçok olgunun etkileşimi ile
oluşan, kapsamlı bir kavram olan kimlik, antropolojik, etnolojik, tarihi, coğrafi, sosyal ve
kültürel verilerle donanmış bireylerin hayata ve maddeye karsı takındığı özgün
pozisyondur denilebilir.
Kimlik, farklılığın vurgulanmasıdır ki, bireysel kültürle bağlantılıdır. Bu anlamda
modern toplum kimlik bilincinin gelişimine hız kazandırmıştır. Çünkü kimlik olgusu
birey ve bireyselliğin gelişimine koşut olarak ortaya çıkmıştır. Sosyo-psikolojik bağlamda
bireyin ‚kendisinin ne ve nerede olduğunu açıklaması‛ ve tanımlamasıdır. Kimlik bireyin kim olduğuna ve nerede durduğuna ilişkin verdiği bir cevaptır.
Varlığın ve aidiyetin bir tanımıdı. Kimliğin bireyselleşmeyi ön plana
çıkardığı kadar, aynılaşmayı ve ortak hayat tarzını da beraberinde getiren bir süreç
olduğunu düşündüğümüzde karmaşık bir sistem ile karşılaşmaktayız.
Ele alınması ve incelenmesi gereken önemli bir kavramda ulusal kimliktir. Ulusal
kimlik, ulusal kültürün yaratılmış olması ile ulusal bir devletin yönetiminde, belirli
coğrafya sınırları içinde yaşayan tüm bireylerin ortaklaşa yaşadıkları, hissettikleri
tarihsel/kültürel bir kimlik (bizlik) duygusudur. Tarihsel oluşum
açısından değerlendirildiğinde Fransız Devrimi ulusal kimliğin oluşumunda bir mihenk
tası gibidir. Siyasî manada self determinasyon fikrini başlatan konuma getirmesiyle,
uluslar ulus-devlet seklinde örgütlenip kendini ulusal kimlikle tanımlayacaklar ve bu
kimliğe aidiyet hissedeceklerdi. Ulus devletler kimlik inşası sürecinde
devletler kendi ideolojilerine uygun bir şekilde düzenlemelerde bulunurlar. Özellikle
ulusal kimliğinin baskın şekillerinde devlet, hem düzenleyicidir hem de kurumları
aracılığıyla sosyalleşmeyi sağlayan kendi isteği doğrultusunda kültürel birliktelik
oluşturan ürünlerin sahibidir. Ulus devletler, dünyayı oluşturan
en önemli ekonomik ve politik birlikler olarak, bilinçli bir kültürel inşa süreci içinde
gelişirler. Bu inşa sürecinin tamamen ideolojik olduğunu söylemek yanıltıcı olur. Bu
süreci bir zamana ve mekâna hapsetmek ve orada dondurmak da yanıltıcı olabilir,
Küreselleşme Sürecinin Ulusal Kültür ve Sanata Etkisi TAED 50* 309
çünkü ulusal kimlik inşasında geçerli olan ideoloji dışında, çok derinlere kök salmış bazı
psikolojik süreçler (inançlar, gelenekler, yasam biçimlerinin dayattığı psikolojik
oluşumlar vb.) vardır.
Ulusal kimlik üzerine değerlendirme yaparken Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından
sonra, Osmanlı Devleti’nde görev almış olan devlet görevlileri ve subayların kurduğu
yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin de, Osmanlı Devleti’nden kalan halkı Türk ulusu haline
getirmek için geliştirmeye çalıştığı Türk modernleşmesi süreci üzerinde de durmak
gerekmektedir. Bu noktada ise karşımıza çok önemli tartışmalar çıkmaktadır. Modern
Türk kimliği ile ilgili her tartışma, onun geçmişte ya hiç var olmamış olan ya da farklı
şekiller altında karşımıza çıkan kültürel, siyasal ve tarihsel kökleri ile mukayese içinde
ele alınmak zorundadır. Çünkü Türk milletinin tarihsel süreç
içerisinde oluşturduğu kimlik yapısına bakacak olursak toprağa ve dine dayalı bir kimlik
oluşturma süreci karşımıza çıkmaktadır. Zaten toprak ve ulusal kimlik arasındaki ilişki
sosyal bilimlerde her zaman önemli bir araştırma konusu olmuştur.
Toprağa kutsal bir yapı addederek onu korumaya ve yüceltmeye dayalı ve dini inançlar
ile de güçlendirilmiş koruyucu ve sahiplenici bir içgüdüdür bu. Özellikle İslamiyet’in
kabulü ve Anadolu’nun fethinden sonra değişen kültürel yapının da etkisi ile Türkleşme
yerine İslamlaşma sürecinin hız kazandığını görebilmekteyiz. Ancak Osmanlı Devleti’nin,
I. Dünya Savaşı’ndan sonra parçalanması ve yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması
ile birlikte seküler ve ulusçu bir yapılanmaya gidildiği görülmektedir. Bu süreci hem
kültürel değerler ile şekillendirmeye hem de Avrupa’nın modernleşmesinden farklı
olarak, kendi sahip olduğu İslamiyet’ten gelen değerler ve Osmanlı’dan kalan kültürel
miras ile yoğurarak farklı bir modernleşme süreci yaşandığını belirtebiliriz. Zaten
modern Türkiye'nin kimlik oluşumu süreci sadece gelişen burjuva yaşam tarzının
insanlara benimsetilmesi değildir. Aynı zamanda kentin izole edilmiş elit mekânının
dışında, gerçekte var olan sosyal ilişkilerin farklılığını koruyarak kimlik oluşturulabilmesi
sürecidir.
Üzerinde durmamız gereken bir diğer kavram ise kültürel kimliktir. Ulusal kimlik ile
kültürel kimliğin farklı dinamikler ile oluştuğu, farklı olgular olduğunu belirtmekte fayda
vardır. Ulusal kimlik kültürel kimlikle aynı şey değildir. Ulusal kimlik, kültürel kimlikten
birçok öğeler taşısa da onunla aynı değildir. Çünkü modern ulus devletler tarafından
desteklenen ve yaşatılmaya çalışılan ulusal kimlik, ait olduğu toplumun kültür
kaynaklarının tümünü içermez. O, kültür kaynaklarından bazılarının seçimi ile
oluşturulmuş bir kimliktir. Aksi halde çoğu seküler anlayışla şekillenmiş/şekillendirilmiş
ulusal kimlikleri anlamamız mümkün olmaz. Kültürel
kimlikler ise anlamları, içerikleri ve sınırları belli ve belli bir öze sahip bütünsellik
niteliği taşıyan nesnel varlıklar değillerdir. Aksine, kültürel kimlik, ‚tarihsel ve söylemsel
olarak kurulmuş toplumsal bir gerçekliktir. Günümüzde ise
kültürel kimlikler küreselleşme olgusu tarafından şekillendirilmekte ve milli kültür
öğelerinden ayrıştırılmaya çalışılmaktadır. Ancak milli kültürün zayıflaması sosyal
yapının direncini ve dayanma gücünü azaltmaktadır.
Küreselleşme olgusu içerisinde kültürel unsurlar kimlik sorunu haline dönüşürken,
birbiriyle çelişir gibi görünen iki yaklaşım ortaya çıkar. Bunlardan birisi; Evrensellik
ilkesini öne çıkaran kültürel homojenlik (türdeşlik) ya da popüler kültür, kitle kültürü,
diğeri ise farklılıkları korumayı gaye edinen çok kültürlülük, yani uyuşmayan ama makul
kapsayıcı kültürlerin bir çoğulculuğudur.
Kültür ve sanatta değişim kaçınılmaz bir olgudur. Tıpkı bireylerde olduğu gibi
toplumlar da birbirleriyle iletişim kurarken, aynı zamanda bir değişim de yaşarlar.
Tarihte hiçbir kültür saf değildir. Fakat aynı zamanda bir kültürün başka bir kültürü,
bünyesine alarak onu tarih sahnesinden silmesi de yadsınamaz bir gerçektir. Günümüz
kitle iletişim araçları, toplumların kültür ve sanat ortamlarına adeta ışık hızıyla ulaşımı
olanaklı kıldı. Ancak güçlü ve bilinçli toplumlar bu etkileşimi doğru
yönlendirebilmektedirler. Kültür ve sanat, bir ulusun geleceğinin teminatıdır da aynı
zamanda. Sanatın evrensel olma beklentisi ile birlikte, onu yaratan sanatçısının ulusal
karakterlerini yansıtması da doğal bir sonuçtur. Sanat eserleri; estetiği, evrensel bir ölçüt
olarak ele almakla birlikte, bu eserlerde merkeze konulması gereken insancıl değerler
ortak payda olmalıdır. Bu gün bile diriliğinden hiç bir şey kaybetmeyen ve birçok ulusun
paylaştığı Yunus Emre, bunu sadece şiirlerindeki Türkçeyi doğru kullanımı ile değil,
şiirlerine sinen evrensel insan sevgiyle başarmıştır. Büyük Önder Atatürk’ün
söylevlerinde önemini birçok kez vurguladığı sanat ve kültür, üç bin yıllık geçmişi olan
milletimizin kimliği ile adeta eş anlamlı yaşanmıştır. Bu tarihsel süreçler içinde dünyanın
önemli birçok medeniyetiyle etkileşim yaşanırken, kültür ve sanatımız yok olmamış,
aksine zenginleşerek gelişmiştir. Çünkü ancak köklü ve zengin kültüre sahip olan uluslar
varlıklarını sürdürebilirlerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun son iki yüz yılı içinde batıda
yaşanan teknoloji ve sanayi devrimlerine ayak uydurulamayışın nedenleri arasında
geleneksel kültür ve sanatla olan bağların sürdürülüşü de gösterilmiştir. Sanat ve
kültürel gelişimin, ekonomik gelişmişlikle paralel olduğu gerçeği maalesef hep göz ardı
edilmiştir. Çoğu zaman geri kalmışlığı bir nişan gibi omuzlarında taşıma hevesi, giderek
kendimizi inkâra, hatta kültürel varlıklarımızı bir yük olarak algılamaya kadar
götürmüştür. 19. Yüzyıl sonrası Batı toplumlarında etkili olan kapitalist anlayış,
hümanizmle yer değiştirerek sömürgeci bir ideali de uygulama peşine düştü. Batı, kendi
gibi olmayan toplumları giderek birer istatistiksel varlık olarak algılamaya başladı. Bu
gün Batı geri kalmışlıkla suçladığı birçok Afrika ülkesinin açlık ve sefaletinin suçlusu
olan kendisi ile yüzleşmekten hep kaçındı. Günümüzde Türk sanatçısı ve aydını
yaşananların bilinciyle devraldığı büyük mirasa yakışır sorumluluklarla hareket
etmektedir. Yaşadığı çağa yabancı değil bilakis çağın gerektirdiği bilgi ve donanımları
kuşanarak evrensel düzeyde eserler yaratmanın arifesindedir.
Diğer Cevaplara Gözat