Nedir.Org
Soru Tara Cevapla Giriş


Cevap Ara?

14.756.348 den fazla soru içinde arama yap.

Sorunu Tarat
Kitaptan resmini çek hemen cevaplansın.

17. yüzyıl felsefesinin genel özellikleri

17. yüzyıl felsefesinin genel özellikleri sorusunun cevabı için bana yardımcı olur musunuz?

Bu soruya 3 cevap yazıldı. Cevap İçin Alta Doğru İlerleyin.
    Şikayet Et Bu soruya 0 yorum yazıldı.

    İşte Cevaplar


    Zeus

    • 2022-08-18 06:12:54

    Cevap :

    17. Yüzyıl Felsefesinin Genel Özellikleri

    Rönesans'taki düşünce parçalılığı ve çeşitliliği bu dönemde belirli felsefe eğilimlerinde ve
    dünya görüşlerinde derli toplu ve bir örnek halde sistematikleştirilmeye yöneltilir. Descartes,
    Hobbes, Leibniz, Spinoza 17. yüzyıl felsefesinin en önemli isimleridir.

    17. yüzyıl felsefesi her şeyden önce, yeni bir tarih felsefesinin ya da en azından yepyeni bir
    tarih duygusunun egemen olduğu bir felsefedir. O, dünyaya ve insana bu yeni bakışın bir sonucu
    olarak, insanı eyleminin ve bu arada tarihin öznesi kılan yeni ve seküler bir tarih felsefesi geliştirir.
    Yaratıcı ve özgür insan, bundan böyle kendi kurduğu ve yapıcısı olduğu için de anlamı kendisine
    kapalı olmayan bir tarihin öznesidir.

    17. yüzyıl felsefesi teolojiden hemen tamamen bağımsız bir felsefedir. Francis Bacon'ın,
    Thomas Hobbes'un, hatta maddi alan ve dolayısıyla bilim ve felsefe ile moral ya da entelektüel
    alan ve dolayısıyla da din ve teoloji arasında oldukça kırılgan bir uzlaşım temin etmeye soyunan
    Rene Descartes'ın teolojiyle hemen hiçbir ilişkisi olmadığı söylenebilir.

    Felsefenin teolojiden bağımsız olmak anlamında özerkliği, 17. yüzyıl felsefesinin çok temel ve
    belirleyici başka bir özelliğine, onun insan merkezli veya özneden hareket eden bir felsefe olması
    anlamında, homosantrik oluşuna işaret eder. Buna göre, teolojiden hiçbir zaman bağımsız
    olamamış olan Ortaçağ düşüncesinde, Tanrı bütün sistemlerin başı ve sonuydu. Yani, teosantrik
    yönelimi en belirleyici unsuru olan Ortaçağ düşüncesinde, Tanrıdan yola çıkma veya hareket etme
    felsefede hem konu alanlarını ve hem de içeriği belirlemişti. Oysa dini dünya görüşünü bir şekilde
    gerileten veya çok büyük ölçüde ortadan kaldıran modern düşünüşte, hemen hemen bütün
    felsefelerin hareket noktaları, insandır.

    17. yüzyılda rasyonalizmin kaynağında matematik ve fizik bulunmaktadır. Bu dönem belirleyici
    olmuş düşünürlerde matematik ve geometriye açık bir ilgi vardır. Kaydedilen gelişmelerle, doğanın
    da bir matematik formüllerle ya da kavramlarla anlaşılabileceği düşüncesine varılmıştır; doğa ile
    akıl, madde ile zihin arasında bir uygunluk fikrinden hareketle ünlü rasyonalizm düşüncesine
    ulaşılmıştır.

    Nasıl ki teosantrik bir felsefe mistisizme, ama en çok da teolojik bir kavrayışa yol açarsa, aynı
    şekilde homosantrik bir felsefe de rasyonalizmi doğurur, rasyonalist bir bakış açısını gündeme
    getirir. Buna göre, modern felsefeye damgasını vuran hâkim tavır ya da eğilim, en azından 19.
    yüzyıla kadar, rasyonalizm olmuştur.

    Genel bir tavır olarak rasyonalizm, aklın, bilim ve felsefe başta olmak üzere, bütün alanlarda
    yegâne otorite olması ya da yapılması anlamına gelir. 17. yüzyılın bütün büyük filozoflarına göre,
    hakikat dini otorite veya kutsal metinler tarafından aktarılan bir şey değildir; hakikat akla dayalı,
    özgür ve tarafsız araştırma ile keşfedilen bir şeydir. Buna göre, filozofun bakışı doğaüstü alana
    yönelmek, tefekkürü ilahi varlık alanını konu edinmek yerine, artık yeryüzüne yönelmek, doğal
    varlık alanını konu edinmek durumundadır. Fiziki ve zihinsel dünya, toplum, etik alan, siyasi
    kurumlar ve hatta dinin kendisi, bundan böyle doğaüstü nedenler yerine, doğal nedenleriyle
    açıklanmalıdır.

    Modern dünyada en geniş anlamıyla rasyonalizm, insan aklının gücüne ve ilerlemeye duyulan
    inancı, diğer yandan da ilerlemenin aracı olarak bilime ve bilimsel yönteme duyulan güveni ifade
    etmektedir.

    Bu bağlamda doğa bilimlerinde kaydedilen gelişmeler de bu dönem felsefesinin gelişiminde
    belirleyici bir etki etmiştir. Bunlardan özellikle Kopernik Devrimi olarak adlandırılan gelişme,
    Giordano Bruno'nun evren tasarımı ve Galileo'nun ortaya koyduğu mekanikteki gelişmeleri anmak
    gerekir. Kopernik tüm bir dünya görüşünü değiştirecek olan bir sistem geliştirmiştir. En temel
    sonucu, gerçeklik karşısında gören gözün yanılabilirliğini açık bir şekilde ortaya koyması olmuştur.
    Güneş, Ay ve yıldızların Dünya'nın etrafında döndükleri yanılsamasını düzeltmiştir. Böylece gerçek
    dünyayı değil algıladığımız dünyayı bildiğimize dair derin bir çıkarsamayı belirginleştirmiştir.
    Bunun dışında genel bir eğilim olan ama özellikle Hıristiyan öğretide sistematik olarak bulunan
    evren modelini de geçersizleştirmiştir. İnsan merkezcilik özellikle sorunlu bir hale gelmiştir.
    Böylece hem evrenin hem de doğanın hareketleri bir bütün niteliği kazanır. Galileo'nun kurduğu
    mekanik sistem ise dönemin bilimsel gelişmelerinin bir başka evresidir. Süredurum yasası olarak
    adlandırılan yasa, bir hareketin karşı bir kuvvet olmadığı sürece itildiği doğrultuda düz bir şekilde
    gideceği önermesini ileri sürüyordu. Daha sonra buna Newton'un "genel çekim yasası" eklenecek
    ve doğanın yasalarının genel geçerliliği üzerinden evrenin ve doğanın birliği düşüncesi
    kesinleştirilecektir.

    Kopernik ve Galileo tarafından kurulan modern bilimin öngördüğü kozmolojinin en büyük
    yeniliği, onun doğayı, insan varlığıyla Tanrının dışında olan bir varlık alanı olarak sunmuş olmasıdır.
    Buna göre, doğa, canlı ve akıllı insan varlığına ilgisiz ve yabancı olan ve dolayısıyla, akıllı insan
    varlığı tarafından gözlemlenip analiz edilmek suretiyle, denetim altına alınacak olan cansız madde
    alanını meydana getirmekteydi.

    Dünya evrenin merkezinde değilse ve evrenin bir merkezi bulunmuyorsa eğer, bu takdirde,
    evrenin, her yerde var olmak bakımından bir ve aynı olurken, salt zaman ve mekân içindeki
    yayılımıyla farklılaşan maddenin varlık alanı olarak anlaşılması gerekir. Bu ise evrene ilişkin
    bilginin, ölçme, zaman ve mekân kavramlarının imkân tanıdığı niceliksel ölçütlere bağlı olduğu
    anlamına gelir. Buna göre, doğal bir fenomeni anlamak, artık daha fazla onun ereksel nedenini,
    onun evrendeki, kendisine Tanrı tarafından verilmiş olan amacını ya da işlevini kavramayı
    gerektirmez. Tam tersine, doğal bir fenomeni anlamak, yeni kozmolojinin bir sonucu olarak, onun
    fail nedenini, yani fiziki evrende onun doğuşuna yol açan koşulları ve faktörleri bilmeyi gerektirir.
    Şu halde, yeni kozmolojide evren ya da doğa, büyük ve cansız bir makine olup hem insan
    varlıklarının ve hem de Tanrının dışında kalır. Bundan dolayı, doğa, Tanrının amaçlarına dair bir
    bilgi aracılığıyla değil de ancak ve ancak kendi terimleriyle anlaşılabilir.
    Özünde bir makine ya da mekanizma olan bu doğanın dili de onun birliğini ve evrenselliğini
    sağlayan şey olarak matematiktir. Bütünüyle insan merkezli olup, sanayi uygarlığını hazırlayan
    bilimsel hareketin temelinde yer alan şey, işte bu doğa tasarımı ya da yeni kozmolojidir.
    Modern bilimin etkisiyle, öncelikle Batı'nın genel dünya görüşünde ve özellikle de bilgi
    anlayışında büyük bir değişiklik olur. Bilim artık ilerlemenin tek ve en büyük motoru, modernliğin
    özüdür. Bununla birlikte, bilime modern zamanlarda, bizatihi kendisi için değil, esas pratik değeri,
    sağladığı yarar için değer verilmiştir. Buna göre, bilgi artık klasik dünyada olduğu gibi, salt anlamak
    veya merakı tatmin etmek için ya da Ortaçağ'da olduğu gibi, Tanrının doğal dünyaya amaçlılık ve
    düzen kazandırmış planını keşfetmek için değil, sağladığı fayda için istenir. Bilgi, modern felsefenin
    büyük filozoflarına ve özellikle de Bacon'a göre, güçtür. Bilgi, doğaya ilişkin olarak öndeyide
    bulunma ve onu kontrol etme yeteneğimizi geliştirmek suretiyle, hayatlarımızı daha kesin ve
    muhtemelen daha rahat hale getiren şeydir. Sadece Bacon değil, modern düşüncenin diğer büyük
    önderleri de bilimsel sonuçların pratik uygulamalarıyla yakından ilgilenmişlerdir. Buna göre, bilim
    artık başka alanlardaki gelişme için bir model olarak değerlendirilir, sosyal ve politik reformlarda
    oynayacağı rol için istenir.

    İlkçağ ve Ortaçağ'da, filozofların realist bir yaklaşımla önce varlık veya gerçekliğin mahiyetini
    ortaya koyup, sonra bu gerçekliğin bilgisine nasıl ve hangi yollarla erişileceğini tartışan bir
    epistemoloji geliştirmiş oldukları yerde, 17. yüzyıl filozofları önce bilginin ve onun bir türü olan
    bilimsel bilginin mahiyetini tartışıp, sonra buna uygun bir varlık tasarımı oluşturmaya geçerler.
    Buna göre, 17. yüzyıl filozofları epistemolojide, insan aklının bilimde, bilimsel bilgide
    somutlaşan başarısını açıklayıp temellendirmek ve hatta felsefede bilimdeki gibi doğru ve kesin
    bilgiye ulaşılabileceğini göstermek için insanın bildiğini nasıl ve ne şekilde bildiğini açıklama gayreti
    içinde olmuştur. Başka bir deyişle epistemolojide en azından Kant'a kadar "Neyi bilebilirim?"
    eleştirel sorusunu pek fazla sormayan 17. yüzyıl filozofları, esas itibariyle bilginin kaynağı
    meselesiyle meşgul olmuşlardır. Yine aynı epistemolojik çerçeve içinde, döneme damgasını vuran
    bir diğer özellik ya da tavır, hemen bütün filozoflarda görülen bir yöntem arayışı ya da tartışması
    olmuştur.

    Özneden hareket eden 17. yüzyıl felsefesinde, baştan aşağı yeniden yapılanan sadece tarih,
    bilgi ve varlık felsefeleri değildir; etik de bir kez daha özneden hareketle inşa olunan bir felsefe
    alanını meydana getirir. 17. yüzyılda etik, Tanrıdan veya nesnel bir değerler düzeninden hareketle
    değil de doğrudan doğruya insandan hareketle kurulur. Çıkış noktası, insan aklından ziyade,
    insanın doğal yapısıdır, arzularıdır, hazzıdır. En azından Kant'a gelince kadar, modern felsefe
    olması gerekeni, insanın insan olmak dolayısıyla yerine getirmek durumunda olduğu ödev ya da
    yükümlülükleri unutur. Hemen hemen bütün modern etik görüşleri olması gerekeni olandan
    hareketle tanımlayıp, insanın ahlaki amacının, istek ve arzuların tatminiyle belirlenen bir dünyevi,
    maddi mutluluk olduğunu öne sürer. Modern etiğin, büyük ölçüde doğalcı bir etik olarak
    tanımlanmasının nedeni, budur.

    Modern dönemde politika felsefesi de özne ya da bireyden hareketle inşa olunur. Buna göre,
    Rönesans'tan itibaren, modern dönemin bütün politika teorileri dinin sunduğu ilkeleri toplumun
    açıklayıcı ilkeleri olmaktan çıkarmaya, toplumu dünyevi bir ilkeden hareketle kavramaya
    çalışmıştır. İnsanı merkeze alan, insanın iradesine vurgu yapan modern politik öğretiler, toplumu
    da doğal bir yapı olarak değil, kurulmuş, insan tarafından yaratılmış bir yapı olarak
    değerlendirirler.

    17. yüzyıl felsefelerinde ismi öne çıkan önemli düşünce adamlarından bazılarını şu şekilde
    sıralayabiliriz: Francis Bacon, Thomas Hobbes, Rene Descartes, Baruch Spinoza, Gottfried Leibniz,
    John Locke, George Berkeley


    Diğer Cevaplara Gözat
    Cevap Yaz Arama Yap

    Zeus

    • 2022-08-18 06:08:59

    Cevap :

    YÜZYIL FELSEFESİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ

    On yedinci yüzyıl felsefesi, Rönesans’ta ortaya çıkan yeni bir ruhun, Rönesans ile başlayan yepyeni bir felsefe anlayışının İngiltere’de Francis Bacon’la, Fransa’da ise René Descartes ile yerleşmesi ve pekişmesini ifade eder. Modern felsefe, her ne kadar kendisini Rönesans düşüncesi ile göstermeye başlasa da esas itibariyle Batı’da 17. yüzyılda başlayıp 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesi ile büyük bir ivme kazanan, fakat 19. yüzyıldan itibaren zaman zaman Kıta felsefesinden gelen yoğun tepkilerle karşılaşan felsefeyi ifade etmektedir. 17. yüzyıl felsefesi, modern felsefenin yaklaşık iki yüzyıl boyunca sürecek en belirgin döneminin birinci ana uğrağını ifade eder. Bu açıdan bakıldığında, onda felsefenin doğallıkla yeni birtakım özellikler yoluyla tanımlandığı söylenebilir. (1)

    17. yüzyıl felsefesi her şeyden önce, yeni bir tarih felsefesinin ya da en azından yepyeni bir tarih duygusunun egemen olduğu bir felsefedir. O, dünyaya ve insana bu yeni bakışın bir sonucu olarak, insanı eyleminin ve bu arada tarihin öznesi kılan yeni ve seküler bir tarih felsefesi geliştirir. Yaratıcı ve özgür insan, bundan böyle kendi kurduğu ve yapıcısı olduğu için de anlamı kendisine kapalı olmayan bir tarihin öznesidir. 17. yüzyıl felsefesi, bu yeni tarih duygusunun bir sonucu olarak, düşüncede de yepyeni ve beyaz bir sayfa açan, geçmişi inkâr edecek, geleneği yok sayacak şekilde bir tabula rasadan başlayan, özne temelli bir felsefedir. Buna göre, 17. yüzyıl felsefesi, Ortaçağ felsefesinin özellikle Skolastik dönemde üniversitelerde, teoloji fakültelerinde icra edilen, otorite temelli, dini geleneğe bağlı, ilahiyatın hizmetine girmiş kolektif bir felsefe olduğu yerde, geleneğe ve otoriteye karşı bir başkaldırıyı, kolektivizme karşı bir protestoyu, düşünce, duygu ve eylem yönünden mutlak ve kesin bir özgürlük talebini dile getirip somutlaştırır. Nitekim Skolastik felsefenin bütün büyük filozoflarının üniversitelerde hizmet verdikleri yerde, modern dönemin Rönesans’tan itibaren ve özellikle de 17. ve 18. yüzyıldaki bütün büyük özgür filozofları üniversiteden uzak durmuşlardır. Yine, bu bağlamda, Ortaçağ filozoflarının üniversitede kullanılan standart metinler kaleme aldıkları, Aristoteles’ten kalan eserler ve de kutsal metinler üzerine şerhler yazdıkları yerde, Kant öncesi modern filozoflar kendi özgür ve yaratıcı düşüncelerini akademik öğretim dilinden tamamen uzak bir üslupla kaleme almışlardır. (2) İşte bu, başkaca şeyler yanında, 17. yüzyıl felsefesinin, ayrıca salt insan aklının ürünü olmak manasında, özerk bir felsefe olduğu anlamına gelir. Başka bir deyişle, bu felsefe teolojiden hemen tamamen bağımsız bir felsefedir. Gerçekten de Francis Bacon’ın, Thomas Hobbes’un, hatta maddi alan ve dolayısıyla bilim ve felsefe ile moral ya da entelektüel alan ve dolayısıyla da din ve teoloji arasında oldukça kırılgan bir uzlaşım temin etmeye soyunan René Descartes’ın teolojiyle hemen hiçbir ilişkisi olmamıştır. Onlar sadece öncelikle değil, fakat bütünüyle ve tam olarak çağlarını özümsemiş, mevcut problemlere bir çözüm getirmeye çalışarak insanlığa yol göstermeye kalkışan birer filozof olarak ortaya çıktılar. Teolojiden bağımsızlaşan, teolojinin etkisinden kurtulmuş felsefenin, yani modern felsefenin kurucusu oldular. (3)

    Felsefenin teolojiden bağımsız olmak anlamında özerkliği, 17. yüzyıl felsefesinin çok temel ve belirleyici başka bir özelliğine, onun insan merkezli veya özneden hareket eden bir felsefe olması anlamında, homosantrik oluşuna işaret eder. Buna göre, teolojiden hiçbir zaman bağımsız olamamış olan Ortaçağ düşüncesinde, Tanrı bütün sistemlerin başı ve sonuydu. Yani, teosantrik yönelimi en belirleyici unsuru olan Ortaçağ düşüncesinde, Tanrıdan yola çıkma veya hareket etme felsefede hem konu alanlarını ve hem de içeriği belirlemişti. Bir diğer deyişle, Ortaçağ’da Tanrı sadece varlığın değil, fakat bir yandan da değerin, iktidarın kaynağı olmuş, bilginin konusunu meydana getirmişti. Buna göre, metafizik söz konusu olduğunda, Tanrı varolan her şeyin yaratıcısı olduktan başka, dünyadaki düzenden de sorumluydu ve bu, aşağı yukarı her filozofta, varlık ve gerçekliği aşağıya doğru inildikçe zayıflayan bir hiyerarşik varlık anlayışıyla ifade edilmişti. İşte bu en temel, kalıcı ve tözsel gerçeklik, bütün büyük filozoflarda insani bilginin nihai amacı, esas konusu yapıldıktan başka, insan hayatına ve davranışına rehberlik edecek ilkeleri koyan varlık olarak belirlenmişti. Oysa dini dünya görüşünü bir şekilde gerileten veya çok büyük ölçüde ortadan kaldıran modern düşünüşte, hemen hemen bütün felsefelerin hareket noktaları, özellikle Descartes’ın cogitosunda çok açıklıkla ortaya çıktığı üzere, insandır, Batılı öznedir. Felsefi düşünüşün temeli, dayanağı olan bu özneyi modern dünyada çözülmek üzere bekleyen acil problemler vardır. Bu problemlerin en başında bilgiyi kendisinde veya kendinden açık akılda temellendirmek, varlığı bilimin ve kendisinin taleplerine göre yeni baştan anlayıp inşa etmek gelir. Aynı şekilde modern ekonomik koşullara uygun olarak kendisinin doğal ya da tinsel boyutuyla uyumlu yeni bir değer sistemi yaratmak ve siyasi gövdeyi, ulus-devletini kuracak şekilde, yine kendisinin yaptığı bir sözleşmeye dayandırmak da özneyi bekleyen diğer acil problemler arasında yer alır. (4) Nasıl ki teosantrik bir felsefe mistisizme, ama en çok da teolojik bir kavrayışa yol açarsa, aynı şekilde homosantrik bir felsefe de rasyonalizmi doğurur, rasyonalist bir bakış açısını gündeme getirir. Buna göre, modern felsefeye damgasını vuran hâkim tavır ya da eğilim, en azından 19. yüzyıla kadar, rasyonalizm olmuştur. Genel bir tavır olarak rasyonalizm, aklın, bilim ve felsefe başta olmak üzere, bütün alanlarda yegâne otorite olması ya da yapılması anlamına gelir. Nitekim öyle de yapılmıştır. 17. yüzyılın bütün büyük filozoflarına göre, hakikat dini otorite veya kutsal metinler tarafından aktarılan bir şey değildir; hakikat akla dayalı, özgür ve tarafsız araştırma ile keşfedilen bir şeydir. Buna göre, filozofun bakışı doğaüstü alana yönelmek, tefekkürü ilahi varlık alanını konu edinmek yerine, artık yeryüzüne yönelmek, doğal varlık alanını konu edinmek durumundadır. Fiziki ve zihinsel dünya, toplum, etik alan, siyasi kurumlar ve hatta dinin kendisi, bundan böyle doğaüstü nedenler yerine, doğal nedenleriyle açıklanmalıdır. Modern dünyada en geniş anlamıyla rasyonalizm, demek ki bir yandan insan aklının gücüne ve ilerlemeye duyulan sarsılmaz imanı, diğer yandan da ilerlemenin aracı olarak bilime ve bilimsel yönteme duyulan inancı ifade etmektedir. Gerçekten de 17. yüzyıl felsefesinde insan, “düşünen öz” olarak tanımlanır; bilme olayındaki düşünce boyutu, duyum, duygu ve hayal gücü boyutunu gölgede bırakarak, insanı insan kılan şey olarak belirlenir. İnsanın özü, matematiği model olarak kabul etmiş akla indirgenir. Bu yeni insan telakkisinden ve yepyeni rasyonalizm anlayışından, elbette teolojik-felsefi değil de bilimsel-felsefi bir dünya görüşü çıkar; bu yeni dünya görüşü, temel ilkesi “doğayı akıl aracılığıyla yenme ve şekillendirme” olan bir teknik uygarlık anlayışına yol açacaktır. (5) Demek ki 17. yüzyıl felsefesi, her ne kadar özerk ve müstakil bir disiplin olarak ortaya çıkmış olsa da modern bilimden yoğun bir biçimde etkilenmiş, felsefenin kendisi ve kimi temel disiplinleri yükselen bilimin ve gerçekleşen bilimsel devrimin taleplerine paralel bir gelişme göstermiştir. Daha doğru bir deyişle, Ortaçağ’dan modern zamanlara geçişte en belirleyici unsur modern bilimin doğuşu, bilimsel yöntemin kaydettiği gelişme olmuştur. Klasik felsefe ya da İlkçağ felsefesinin yıkılışında dinin kendisinin, Ortaçağ’ın Tanrıyı keşfetmesi olgusunun bulunduğu söylenebilirse, Ortaçağ felsefesini de yıkan şeyin, elbette başka şeyler yanında, esas bilimadamlarının doğayı keşfetmeleri olduğunu söylemek gerekir. Bu, sadece sekülarizm ve klasik doğalcılığın canlanışıyla açıklanabilecek bir olay ya da keşif değildir; o, olgular dünyası olarak bilinen yeni bir dünyanın, dili matematik olan dünyanın keşfidir. Buna göre, insanlar doğal dünyanın, Tanrının müdahalesinden bağımsız olan olgularını, yardım görmeden araştırabilirler; onların araştırmalarının sonuçlarını vahye dayalı dinle de kurumlaşmış otoriteyle de bağdaştırmaları gerekmez. İşte en az Descartes kadar modern olan Francis Bacon’ın yaptığı şey, bu bağlamda modernliğin ideolojisini ifade etmek, sistematik, eleştirel ve mutlak bir teşebbüs olarak modern bilim anlayışını formüle etmek olmuştur. (6) Modern bilimin etkisiyle, öncelikle Batı’nın genel dünya görüşünde ve özellikle de bilgi anlayışında büyük bir değişiklik olur. Bilim artık ilerlemenin tek ve en büyük motoru, modernliğin özüdür. Bununla birlikte, bilime modern zamanlarda, bizatihi kendisi için değil, fakat esas pratik değeri, sağladığı yarar için değer verilmiştir. Buna göre, bilgi artık klasik dünyada olduğu gibi, salt anlamak veya merakı tatmin etmek için ya da Ortaçağ’da olduğu gibi, Tanrının doğal dünyaya amaçlılık ve düzen kazandırmış planını keşfetmek için değil, fakat sağladığı fayda için istenir. Bilgi, modern felsefenin büyük filozoflarına ve özellikle de Bacon’a göre, güçtür. Bilgi, doğaya ilişkin olarak öndeyide bulunma ve onu kontrol etme yeteneğimizi geliştirmek suretiyle, hayatlarımızı daha kesin ve muhtemelen daha rahat hale getiren şeydir. Sadece Bacon değil, fakat modern düşüncenin diğer büyük önderleri de bilimsel sonuçların pratik uygulamalarıyla yakından ilgilenmişlerdir. Buna göre, bilim artık başka alanlardaki gelişme için bir model olarak değerlendirilir, sosyal ve politik reformlarda oynayacağı rol için istenir. (7) 17. yüzyılda felsefenin müstakil alanlarında, elbette bilimin de etkisiyle yaşanan değişimlere gelince... Bir kere her şeyden önce, yeni felsefede epistemoloji veya bilgi teorisi, ontoloji ya da metafiziğin önüne veya felsefenin merkezine geçmiştir. Başka bir deyişle, İlkçağ ve Ortaçağ’da, filozofların realist bir yaklaşımla önce varlık veya gerçekliğin mahiyetini ortaya koyup, sonra bu gerçekliğin bilgisine nasıl ve hangi yollarla erişileceğini tartışan bir epistemoloji geliştirmiş oldukları yerde, 17. yüzyıl filozofları önce bilginin ve onun bir türü olan bilimsel bilginin mahiyetini tartışıp, sonra buna uygun bir varlık tasarımı oluşturmaya geçerler. Bu, başka şeyleri bir kenara bıraktığımızda, en azından, kendisiyle birçok filozofta sık sık karşılaşacağımız transandantal yaklaşımdan, sadece rasyonalistlerde değil, fakat deneycilerde de gözlenen temelcilikten, bir örneğine ne klasik felsefede, ne de skolastik düşüncede rastladığımız epistemolojik idealizmden ve de hiç kuşku yok ki bilen özneyi dış dünyaya bağlayan yeni bir yol olarak “ideler yolu”ndan bellidir. Buna göre, 17. yüzyıl filozofları epistemolojide, insan aklının bilimde, bilimsel bilgide somutlaşan başarısını açıklayıp temellendirmek ve hatta felsefede bilimdeki gibi doğru ve kesin bilgiye ulaşılabileceğini göstermek için insanın bildiğini nasıl ve ne şekilde bildiğini açıklama gayreti içinde olmuştur. Başka bir deyişle epistemolojide en azından Kant’a kadar “Neyi bilebilirim?” eleştirel sorusunu pek fazla sormayan 17. yüzyıl filozofları, esas itibariyle bilginin kaynağı meselesiyle meşgul olmuşlardır. Yine aynı epistemolojik çerçeve içinde, döneme damgasını vuran bir diğer özellik ya da tavır, hemen bütün filozoflarda görülen bir yöntem arayışı ya da tartışması olmuştur. (8) Felsefenin merkezine geçen epistemoloji ya da bilgi teorisinde, Kant’ın 18. yüzyılda yapacağı senteze kadar, yine bilime ama özellikle de bilimsel yönteme bağlı olarak, başka bir deyişle bilimsel yöntemin biri ampirik (deneyci), diğeri dedüktif iki boyutu veya olmazsa olmaz unsuru olmasından hareketle, iki ayrı bilgi görüşü hâkim olmuştur. Başka bir deyişle, yeni bilimsel yöntem iki temel unsur ihtiva etmekteydi; yani bilimsel yöntemin gelişimindeki ilk evrelerden itibaren, hemen herkes söz konusu ampirik ve tümdengelimsel öğelerin olmazsa olmaz olduğunu anlamıştı. Ne var ki ampirik unsurla dedüktif öğenin bilimsel bilginin oluşumuna nasıl katkıda bulunduğu konusunda bir uzlaşma bulunmuyordu. Ve Kant’ın 18. yüzyılda gerçekleştirdiği senteze kadar da bir uzlaşma olmadı. İşte bu iki öğeden hangisinin çok daha temel ve önemli olduğuyla ilgili tartışmalar, epistemolojide iki farklı görüşe yol açmıştır. Örneğin, dedüktif unsurun önemine işaret edenler matematiği temele alan Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi rasyonalistlerdir. Buna karşın, ampirik öğeyi öne çıkaranlar deneyciler diye bilinirler; Bacon, Hobbes, Locke ve Berkeley gibi deneyciler bilginin kaynağında duyu-deneyi ve gözlemin olduğunu savunurlarken, etik alanındaki sonuçları oldukça farklı olan varlık görüşlerine ulaşmışlardır. (9) Modern bilimin felsefe üzerindeki bir diğer önemli etkisi, bir yeni kozmoloji dolayımıyla, ontoloji ya da varlık alanında olmuştur. Başka bir deyişle, 17. yüzyıl felsefesine, Ortaçağ’ın doğa tasarımından bütünüyle farklı olan yepyeni bir doğa tasarımının hâkim olduğu söylenebilir. Bilindiği üzere esas Rönesans döneminde Kopernik, Kepler ve Galileo tarafından geliştirilmiş olan modern bilim belli bir kozmolojinin, bir bilimsel materyalizmin doğuşuna yol açmıştır. Bu kozmolojinin doğuşunda ilk ve en büyük adımı atan Kopernik’in, güneşin dünya etrafında döndüğünü söyleyen jeosantrik sistem yerine, dünyanın güneşin çevresinde döndüğünü gösteren güneş merkezli sistemi içeren astronomisi, sadece dünyayı evrenin merkezi olmaktan çıkardığı için değil, fakat evrenin bir merkezi olmadığı düşüncesini gündeme getirdiği için çok büyük bir önem taşır. Buna göre, Kopernik, teorisiyle Yunan ve Hıristiyan kozmolojisinin belli bir bölümünü değil onun Platon ve Aristoteles’ten çıkan bütün temellerini yerle bir eder. Çünkü eski kozmolojide, evren kendisini meydana getiren öğeler arasındaki niteliksel farklılıklara karşın, içindeki her şeyin, tek tek her varlığın belli bir yerinin ve işlevinin bulunduğu tek bir canlı organizma şeklinde tasarlanmıştı. Oysa Kopernik ve Galileo tarafından kurulan modern bilimin öngördüğü kozmolojinin en büyük yeniliği, onun doğayı, insan varlığıyla Tanrının dışında olan bir varlık alanı olarak sunmuş olmasıdır. Buna göre, doğa, canlı ve akıllı insan varlığına ilgisiz ve yabancı olan ve dolayısıyla, akıllı insan varlığı tarafından gözlemlenip analiz edilmek suretiyle, denetim altına alınacak olan cansız madde alanını meydana getirmekteydi. Dünya evrenin merkezinde değilse ve evrenin bir merkezi bulunmuyorsa eğer, bu takdirde, evrenin, her yerde var olmak bakımından bir ve aynı olurken, salt zaman ve mekân içindeki yayılımıyla farklılaşan maddenin varlık alanı olarak anlaşılması gerekir. Bu ise evrene ilişkin bilginin, ölçme, zaman ve mekân kavramlarının imkân tanıdığı niceliksel ölçütlere bağlı olduğu anlamına gelir. Buna göre, doğal bir fenomeni anlamak, artık daha fazla onun ereksel nedenini, onun evrendeki, kendisine Tanrı tarafından verilmiş olan amacını ya da işlevini kavramayı gerektirmez. Tam tersine, doğal bir fenomeni anlamak, yeni kozmolojinin bir sonucu olarak, onun fail nedenini, yani fiziki evrende onun doğuşuna yol açan koşulları ve faktörleri bilmeyi gerektirir. fiu halde, yeni kozmolojide evren ya da doğa, büyük ve cansız bir makine olup hem insan varlıklarının ve hem de Tanrının dışında kalır. Bundan dolayı, doğa, Tanrının amaçlarına dair bir bilgi aracılığıyla değil de ancak ve ancak kendi terimleriyle anlaşılabilir. Başka bir deyişle modern düşüncede keşfedilen şey dünyanın birliği düşüncesi ya da evren kavramıdır. Artık doğa birdir; o dahası, amaçlılık ve kendiliğindenlikten kurtulmuş ve kullanılabilecek bir makine haline gelmiştir. Özünde bir makine ya da mekanizma olan bu doğanın dili de onun birliğini ve evrenselliğini sağlayan şey olarak matematiktir. Bütünüyle insanın zaferi üzerine kurulu olup, sanayi uygarlığını hazırlayan büyük bilimsel hareketin temelinde yer alan şey, işte bu doğa tasarımı ya da yeni kozmolojidir. (10) Özneden hareket eden 17. yüzyıl felsefesinde, baştan aşağı yeniden yapılanan tarih, bilgi ve varlık felsefeleri değildir; etik de bir kez daha özneden hareketle inşa olunan bir felsefe alanını meydana getirir. 17. yüzyılda etik de Tanrıdan veya nesnel bir değerler düzeninden hareketle değil de doğrudan doğruya insandan hareketle kurulur. Hatta burada, epistemoloji, ontoloji ve politika felsefesinin bile gerisine düşülür; zira çıkış noktası, insan aklından ziyade, insanın doğal yapısıdır, arzularıdır, hazzıdır. En azından Kant’a gelince kadar, modern felsefe olması gerekeni, insanın insan olmak dolayısıyla yerine getirmek durumunda olduğu ödev ya da yükümlülükleri unutur. Hemen hemen bütün modern etik görüşleri olması gerekeni olandan hareketle tanımlayıp, insanın ahlaki amacının, istek ve arzuların tatminiyle belirlenen bir dünyevi, maddi mutluluk olduğunu öne sürer. Modern etiğin, büyük ölçüde doğalcı bir etik olarak tanımlanmasının nedeni, budur. (11) Modern dönemde politika felsefesi de özne ya da bireyden hareketle inşa olunur. Buna göre, Rönesans’tan itibaren, modern dönemin bütün politika teorileri dinin sunduğu ilkeleri toplumun açıklayıcı ilkeleri olmaktan çıkarmaya, toplumu dünyevi bir ilkeden hareketle kavramaya çalışmıştır. İnsanı merkeze alan, insanın iradesine vurgu yapan modern politik öğretiler, toplumu da doğal bir yapı olarak değil fakat kurulmuş, insan tarafından yaratılmış bir yapı olarak değerlendirirler. Aslında bu alanda bireyciliğe geçiş birden bire olmamış, bir ara dönemin ardından, yani Rönesans’ın devlet ve egemenliğin kaynağı sorunu üzerinde odaklaşan öğretilerinin aracılığından sonra gerçekleşmiştir. Gerçekten de ulus-devletlerin tesis edilmeye başlandığı ve devletlerin ilahi bir iradeden ziyade, dünyevi bir ilkeyle meşrulaştırılmaya çalışıldığı bu dönemde ortaya konan politika öğretilerinin toplumun kaynağı sorununu egemenliğin ve devletin kaynağı problemi çerçevesinde ele almaları ve dolayısıyla, esas problemlerinin devletin statüsünü tesis etme problemi olması çok doğaldı. Bu temel kaygının, 15. ve 16. yüzyıl filozoflarını bireyden ziyade devleti düşünmeye yöneltmiş olması, onların bir egemenlik öğretisi geliştirmiş olmalarının ve daha çok devletin nasıl olması gerektiğini konu edinmelerinin bir nedeni olarak görülebilir. Yine aynı nedenden dolayı, bu öğretilerde devletin karşısına bağımsız bir yapı olarak sivil toplum kavramı da çıkmamış, tersine bu dönemde, devlet-toplum özdeşliği söz konusu olmuştur. Sivil toplum kavramı ancak 17. yüzyılla birlikte, bireylerin haklarının merkeze alınmasının ardından gelişme zemini bulur. İşte bu, 17. yüzyıldan itibaren toplumun yaratıcısı olarak insanın iradesine yapılan vurgunun artmasını ve bu iradenin kendisini ifade ettiği yer olan sözleşme kavramının açıklayıcı ilke olmasını gerektirecektir. Gerçekten de 19. yüzyılda Hegel’e kadar olan bütün bir süreç boyunca, hemen hemen bütün politika teorilerinin açıklayıcı ilkesi haline gelecek olan söz konusu toplum sözleşmesi kavramı, bireyci bir ilke olarak sunulur. Politika felsefesinde işte bu modern gelenek yine modern rasyonalizm çerçevesi içinde insanı rasyonel bir varlık olarak değerlendirirken, sadece bireyin değerini kabul etmekle kalmaz, ama aynı zamanda onu haklarını savunacak şekilde sisteminin merkezine alarak, bireyden hareket eder. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi’den alınmıştır.)

     

    Cevap Yaz Arama Yap

    Zeus

    • 2022-08-18 06:10:53

    Cevap :

    17. YÜZYIL GENEL ÖZELLİKLERİ

    1. Bu dönemde felsefeya rasyonalizm yani gerçege akilla ulasilabilecegi inanci hakimdir.
    2. Doga ölçülebilir sayilabilir cinsen birsey olarak kabul edilir. Doga hakkindaki hakkindaki güvenilir bilgiye ölçme ve saynalarla ulasilabilir.Yani fizigin bilhgisine matematik metod uygulanir.
    3. Tanri ,doga ile akla ayni ilkeleri vermistir.Bu nedenle doga ile akil , nesneyle zihin arasinda uygunluk vardir.
    4. Güvenilir ve kesin bilgnin mükemmel örnegi olarak matematik görünür.
    5. Kesin bilgiye ulasmada duyulara güvenilmez.

    Kaynak: https://17-yuzyil-felsefesi.nedir.org/
    Cevap Yaz Arama Yap

    Cevap Yaz




    Başarılı

    İşleminiz başarıyla kaydedilmiştir.