İşte Cevaplar
Cevap : Fransız Aydınlanması ve Din
İngiliz Aydınlanma felsefesi, sakin bir araştırma havası içinde oluşmuştur. Oysa Fransız
Aydınlanma felsefesi kökten bir savaşım felsefesidir. Bu felsefenin böyle olması, getirdiği
düşüncelerin o sıralardaki Fransa’nın Ortaçağ artığı sosyal - politik yapısıyla sert bir karşılık
yaratmasındandır. Bu gerginliğin sonuçlarının Fransız Devrimine kapı araladığı bilinmektedir.
Fransız aydınlanmasının önemli ismi Voltaire (1694-1788) olarak bilinir. Parlak yazarlığı,
aydınlanma düşünceleri için yılmadan savaşması ile Voltaire Aydınlanmanın Avrupa ölçüsünde
yayılmasına yol açmıştır. İngiliz deneyciliği ile deizmini, Newton’un yeni doğa anlayışını,
Aydınlanmanın bu ana düşüncelerini, Avrupa’ya özellikle o tanıtmıştır.
Aydınlanma felsefesi, öteki konularda olduğu gibi, din konusunda da en aşırı düşünceleri
Fransa’da ortaya koymuştur. Bir deist olan Voltaire’e göre, evrendeki düzen ve ereklilik bizi,
bunları yaratmış olanı varsaymaya götürür. Voltaire Hıristiyanlığı değil de, genellikle akla uygun
inançları bakımından dini ahlâk için bir destek sayar.
Voltaire, esas olarak Hıristiyanlığa, özellikle de Katolik Kilisesinin temsil ettiği Hıristiyanlığa
yönelik amansız düşmanlığıyla seçkinleşir. Fransız Aydmlanması'nın Hıristiyanlıkla olan büyük
savaşının en etkili silahı olan Voltaire'in Hıristiyanlığa olan düşmanlığı 17. yüzyılın bilimsel ve felsefi
gelişmelerinin yarattığı bir inanç yitimiyle sınırlı veya özde bu gelişmelerden kaynaklanan bir
düşmanlık değildir. O, Hıristiyanlığa temelde sosyal ve insani gerekçelerle saldırır. Voltaire'in
gözünde Hıristiyanlık ve Kilise otoriteyi, sınırlama ve baskıyı temsil etmektedir. Hıristiyanlık ve
Kilise, insanın bu dünyadaki rolüyle ilgili bir anlayışa ek olarak, değişmez bir dünya görüşü empoze
eder ve ilk günaha veya insanın aşağılanmasına dayanan ve insani eğilimleri bastırmayı vaaz eden
bir ahlak anlayışı benimser. O, insan zihnini kontrol etmeyi ve politik iktidarı etkilemeyi hâlâ
sürdürmektedir. Eğitim sistemindeki tekelleşmeden, bilginin ilerlemesini durdurmaktan sorumlu
olan Kilise, Voltaire'e göre, yarattığı fanatizm ve hoşgörüsüzlükle her tür ilerlemenin önündeki
mutlaka aşılması gereken bir engel durumundadır.
Hıristiyan bağnazlığına yönelik bütün bu sert ve acımasız eleştirilerine, üstlenmiş olduğu
Hıristiyanlığı bir şekilde yıkma misyonuna rağmen, o Hıristiyan Kilisesinin otoriteryanizminin tam
karşıt ucunda yer alan materyalist ateizme de düşmek istemez. Başka bir deyişle, Tanrının
yokluğunun yol açacağı nihilizmden korkan Voltaire, bu inançsızlığın halk için büyük bir tehlike
yarattığı inancındadır. Buna göre, entelektüeller ateist olabilirler ve bu bir sorun yaratmaz; ama
ayak takımı veya halkı meydana getiren insanlar ateist olurlarsa, bu durum toplumun bekası ve
sosyal düzen açısından büyük bir sıkıntı doğurur.
Alman Aydınlanması / Immanauel Kant ve Ahlak
Reformasyon’un sarsıntıları yüzünden Almanya çok uzun bir süre felsefi düşüncenin gelişimi
açısından elverişli bir ortam olmaktan uzak kalmıştır. 17. yüzyılda Leibniz ile Alman düşüncesi
yeniden yaratıcı olmaya başlamasıyla Alman Aydınlanmasına, birtakım değişikliklerle, Leibniz’in
felsefesi temel olarak alınmıştır. Ancak hiç şüphe yok ki Aydınlanma dendiğinde akla gelen ilk
filozof Alman felsefeci Immanauel Kant’tır.
Kant, (1724-1804) Aydınlanma felsefesiyle yetişmiş, felsefenin sorunlarını işlemiş, ancak
bunlardan çıkardığı sonuçlarla aydınlanma görüşünü aşmış olduğu söylenebilir. Rönesans’tan beri
oluşan gelişmenin büyük ölçüde bir değerlendirmesini yapmıştır. Kant duruş itibariyle bir dönüm
noktasındadır; Bir yandan kendisinden önceki düşüncenin bütün çizgilerini felsefesinde toplar;
öbür yandan kendisinden sonraki başlıca akımları da doğrudan doğruya etkiler konumdadır.
Nitekim 19. yüzyılın ilk yarısını kaplayan Alman İdealizminin çıkış noktası Kant felsefesidir. 19 - 20.
yüzyıl sınırları ürerinde gelişip yakın zamanlara kadar ulaşan “Yeni Kantçılık” çığırının kaynağı da
(adından da anlaşılacağı gibi) yine Kant felsefesidir.
Kant’ın öğretisinin en önemli özelliği bir eleştiri felsefesi olmasıdır. Nitekim bu felsefeye
“eleştiricilik” de denir. Kant kendisinden önceki felsefeyle tartışmasını eleştiri açısından yapmış,
kendisinden sonrasını da yine eleştiri anlayışıyla etkilemiştir. Ona göre eleştirmek, elemek, ayırt
etmek de demektir.
Söz konusu genel felsefi tavrı yanında, Kant'ı bir Aydınlanma filozofu kılan üç temel husus
daha vardır. Kant, her şeyden önce bilimci bir filozoftur. Zira insan zihninin matematikle uğraştığı
zamanki işleyiş tarzı karşısında adeta büyülenen, doğabilimlerinin 17. ve 18. yüzyıllarda kaydettiği
göz kamaştırıcı gelişmelerden çok etkilenen Kant, bilimi felsefi olarak temellendirme ihtiyacı içinde
olmuştur. Ve o, bu temelendirmeyi de kendisinden önceki filozofların tek yanlı spekülasyonlarını
değil, iş başındaki bilimadamının etkinliğini, başarı üstüne başarı kaydeden deneysel yöntemi
temele alarak yapmayı başarmıştır.
Kant ikinci olarak eleştirel felsefesiyle insan aklının sınırlarını ortaya koyar veya onun neyi
bilip neyi bilemeyeceğini gözler önüne sererken, metafiziğe karşı bir tavır aldığı, modern
zamanlarda Hume'dan sonra en kapsamlı metafizik eleştirisini hayata geçirdiği ve dolayısıyla
felsefesine daha önceki metafiziksel karışıklıkların dini olan kaynaklarını yok etme görevi verdiği
için bir kez daha tam bir Aydınlanma filozofu tavrı sergiler.
Kant nihayet, özgül olarak etikteki tavrı itibariyle, gerçek anlamda Aydınlanmacı bir filozoftur.
Zira o bilginin perspektifini, aklın içsel eleştirisini etik anlayışında da varsayar ve aklın mutlak
otoritesini kabul eder. Çok daha önemlisi ahlaki eylem üzerinde akıl ve iyi irade dışında hiçbir
otoritenin etkisi olamayacağını öne süren ve dolayısıyla geleneğin, sosyal ve kültürel faktörlerin
etkisini yok sayan Kant, kendi kendini mutlak ve koşulsuz olarak belirleyen, kendisi ve tüm diğer
insanlar için yasa koyan özgür ve bağımsız bir modern özne ya da ahlaki faili öne sürerken tarihte,
gelenek veya dini otorite tarafından sınırlanmamış ya da koşullanmamış bir yeni başlangıç
yaptığının, beyaz bir sayfa açtığının fazlasıyla bilincindedir.
Fakat her şey bundan ibaret değildir, yani Kant mutlak rasyonalizmine rağmen, tek yanlı, düz
bir Aydınlanma filozofu değildir. O bir yandan da Aydınlanmanın, özellikle de materyalizmi ve
ateizmiyle seçkinleşen Fransız Aydınlanmasının tek yanlığının tehlikelerinin farkında olan, kuru bir
bilimciliğin değer alanını tümden tahrip edeceğini gören bir Aydınlanma eleştirmenidir de.
Dolayısıyla, sadece bilimi temellendirmekle kalmaz, fakat dini ve ahlaki yaşamı da korumaya,
bütün içtenliğiyle çalışır. Onun meşhur "inanca yer açmak için bilgiyi sınırlandırdım" deyişinin
samimiyetinin, işte bu perspektiften değerlendirilmesi gerekir. Hume'da ve Fransız
Aydınlanmasında, Tanrı ve din Aydınlanma ve ahlaklılığın önündeki en büyük engel olarak
görülürken, modern çağın doğalcı/yararcı etiklerinden tümden uzaklaşan Kant'ın, Tanrının
varoluşuyla ilgili argümanı, rasyonel Tanrı inancını ahlaktan türetmesi gerçeği, teleoloji ya da
amaçlılık kavramının onun kozmolojisinin anahtar kavramı olması olgusu da Kant'ın sadece bilimi
değil dini de artık mümkün gözükmeyen geleneksel metafiziğin yaklaşımından tamamen farklı bir
tarzda temellendirme çabasının bir ifadesi olarak görülmektedir.
Etik Görüşü
İyi niyet hariç, bu dünyadaki hiçbir şey, hatta dünya dışındaki hiçbir şey sınırsız biçimde iyi
olarak kabul edilemez. Zekâya, basirete, hüküm verebilmeye ve nasıl adlandırılırsa adlandırılsın,
diğer entelektüel hassalara sahip olmak şüphesiz iyi ve arzulanacak bir şeydir; ayrıca doğal olarak
cesaret, kararlılık ve azim gibi niteliklere sahip olmak da birçok açıdan iyi ve arzulanacak bir şeydir
ama doğanın tüm bu hassaları onları yönlendiren niyet, diğer bir değişle karakter, iyi değilse kötü
ve can acıtıcı hale gelebilirler. Aynı şey hassalar için de geçerlidir. Kişinin niyeti iyi değilse güç,
zenginlik, onur, hatta sağlık ve mutluluk olarak adlandırdığımız, kişinin kendi payına düşenler -
genel anlamda esenlik - gururu ve sıklıkla da cüretkârlığı artırır: saf ve iyi niyetlere donanmaktan
mahrum edilmiş kişinin refah içinde olması dahi düşünceli ve tarafsız bir gözlemciyi memnun
etmez. Bu nedenle, iyi niyet, birinin mutlu olmaya değip değmediğini belirlemenin vazgeçilmez
koşuludur.
Bir insanın niyetinin iyi olmasının sebebi, ne niyetin yarattığı sonuçların iyi olması ne de
arzuladığı sonuca ulaşabilme yeteneği değildir; iyi niyetli olmanın sebebi, ya kişinin kendinde iyi
olması ya da niyet ettiği şeylerin iyiliğidir. İyi niyet dendiğinde sadece iyi şeyler dilemek
anlaşılmamalıdır; iyi niyet, kişinin erişebildiği tüm vasıtaları kararlı biçimde kullanmasını içerir ve
içsel değeri ne başarıyla artar ne de başarısızlıkla azalır.
Öyleyse aklın gerçek amacı, pratik olduğu veya niyeti etkileyebildiği sürece, kendinde iyi olan
bir niyet üretmektir, başka bir şeyin vasıtası olarak iyi bir şey üretmek değildir. Bu niyet tek iyilik
veya iyiliğin bütünü değildir, ancak en yüksek iyiliktir ve tüm diğer iyiliklerin koşuludur, mutluluk
arzusunun bile. Bu nedenle, ilk ve koşulsuz amacını, yani iyi niyet oluşturmayı devam ettirmek için
zaruri olan aklın gelişiminin, en azından bu hayatta, ikinci ve koşullu nesne olan mutluluk elde
etmeyi birçok yönden sınırlayacak veya imkânsız hale getirecek olan doğanın bilgeliğiyle çelişmez.
Sonuçları ne olursa olsun, fikrinin niyeti belirlemesi gereken ve bu yüzden kendinde mutlak iyi
ve niteliksiz olarak adlandırılacak yasanın doğası ne olmalıdır? Niyetin, belirli bir yasaya uyulması
sonucunda elde edilmesi beklenen sonuçlara yönelik bir arzu ile eyleme geçmemesi gerektiğinden,
niyet ile ilgili elimizde kalan tek prensip, eylemlerin evrensel yasaya uygun olmasıdır. Her
durumda, aynı zamanda düsturumun evrensel yasaya dönüşmesine niyetliymiş ve aynı zamanda
bunu yapabilirmiş gibi davranmam gerekir. Yasaya saf ve basitçe uygun olmak bu demektir; ayrıca
görev fikrinin boş ve asılsız olarak görülmesini istemiyorsak niyeti belirleyen prensip budur ve bu
olmalıdır. Aslında davranışlar üzerine yerleştirmeye çalıştığımız yargılar bu prensibe mükemmel
uyar ve yargılarımızı belirlerken bunu sürekli göz önünde tutmamız gerekir.
Örneğin ben şartların baskısıyla, tutmaya eğilimli olmadığım bir söz verebilir miyim? Burada
sorun yalan yere yemin etmenin basiretli bir davranış olup olmadığı değil, ahlaki olarak doğru olup
olmadığıdır. Bu soruyu kısa ve kesin bir şekilde cevaplamamı mümkün kılmak için en iyi yol, yalan
yere yemin etmenin getireceği utançtan kendimi kurtarmaya ilişkin düsturun, hem başkaları hem
de benim için geçerli evrensel bir yasanın gücüne sahip olmasının beni tatmin edip etmeyeceğini
kendime sormamdır. O anda fark ederim ki, yalan söylemeye niyetim vardır ama yalan söylemenin
evrensel bir yasa olması niyetine sahip değilim. Yalan söylemek evrensel olsaydı, doğru konuşmak
gerekirse, söz vermek diye bir şey olmazdı. Belirsiz bir gelecekte bir şey yapmaya niyetli olduğumu
söyleyebilirim ama kimse bana inanmayacaktır veya bir an sözüme inandıysa, beni kendi silahımla
vururdu. Bu yüzden böylesi bir düsturun evrensel bir yasa olarak kabul edildiği anda kendi
kendisini yok edeceği ispatlanmış olur.
Bu nedenle, görev, ahlak yasasına duyulan saf bir saygı yüzünden hareket etme
sorumluluğudur. Bu güdü diğerlerinin hepsinden üstündür, çünkü kendinde iyi olan bir iradenin
koşuludur ve başka hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak bir değere sahiptir.
Ahlak Delili
Kant'a göre öteki bütün deliller Tanrının varlığını bir bilgi meselesi olarak ele almaktadırlar.
İşte asıl hata, daha işin başında iken, burada işlenmektedir.
Ahlâk yoluyla Tanrının varlığı inancını temellendirmeye çalışırken Kant, büyük bir zorlukla
karşı karşıya kaldığının farkındadır. Şöyle ki o, bir yandan ahlâkın otonomluluğunu korumak, öte
yandan da inanç ile ahlâk arasında mâkul bir bağın varolduğunu göstermek zorundadır. Böyle bir
çabada ahlâktan inanca gidilmek suretiyle inanmanın rasyonelliği ortaya konacak, ama inançtan
yola çıkılmak suretiyle ahlâkın temellendirilmesine gidilmeyecektir. Başka bir deyişle ahlâkî
teolojiye "evet",ama teolojik ahlâka "hayır" denecektir.
Kant'ın çıkış noktası, insanın ahlâki bir varlık olduğu gerçeğine dayanır. İnsan ahlâklı olmaya
"mecbur" bir varlıktır. Onu mutluluğa lâyık kılan da yine ahlâklılıktır. Akıl dünyasında ahlâklılıkla
mutluluğun birleştiği bir sistemin varlığını düşünmek, insan olarak bizim hakkımızdır. Fakat fikir
düzeyinde kalındığı sürece, ahlâklılığın mutlulukla sonuçlanması, sadece bir ide'den ibaret kalır.
Mutluluğun gerçekleşebilmesi için herkesin üzerine düşeni yapması gerekir. Hatta bu bile kâfi
değildir. Bütün beşerî fiiller, şumullü ve mutlak bir iradeden kaynaklanıyormuşcasına işlenmelidir.
Ahlâklılık ile mutluluğun birleşmesi insan için "en yüksek iyi"yi, oluşturur. Ne var ki, bütün
insanlar bir araya gelseler, böyle bir iyinin gerçekleşmesini sağlayamazlar; çünkü bu, onların -hatta
bütünüyle tabiat düzeninin- gücünü aşar. Böyle bir birleşme, Kant'a göre, ancak ahlâk kanunlarına
göre âlemi yöneten bir Mutlak Aklın varlığı tasavvur edildiği takdirde hesaba katılabilir. Bu
durumda, saf pratik aklın ilkelerine göre "Tanrı postulatı" ile "Ölümsüzlük postulatı"nı ortaya
koymak zorunlu olur. Saf pratik aklın ilkelerine göre konan bu postulatlar, aklın bizi kabul etmeye
zorladığı yükümlülükten ayrılmaz; çünkü "Tanrı ve şu anda görmediğimiz fakat var olduğunu ümid
ettiğimiz bir öteki dünya olmadan ahlâkın o muhteşem ideleri, olsa olsa övgü ve takdirin objeleri
olabilirler, gâye ve aksiyonun kaynakları değil".
Ahlak Delilinin ana basamaklarını şu şekilde gösterebiliriz:
İnsan mutlu olmaya lâyık bir varlıktır.
Fakat insanın iradesi tabiatta olup bitenlerin sebebi değildir;
Bu yüzden o, kendi iradesinin ilkeleri ile tabiat arasında bir uzlaşma sağlayacak güçte
değildir.
O halde ne ahlâk konusunda ne de tabiatta ahlâklılıkla mutluluk arasında bağ kurmaya
yarayan bir temel vardır.
Buna rağmen, en yüksek iyi kavramında böyle bir bağın kurulması zorunluluğu, bu iyinin
kazanılması için çaba harcamamızı isteyen buyrukta "postulat" olarak vardır.
Öyle ise, en yüksek iyinin gerçekleşmesi mümkün olmalıdır.
Bu durumda, bu gerçekleşme için yeterli olabilen bir sebebin de postulat olarak konması
gerekir.
Böyle bir sebep bilgi ve iradeye dayanarak faaliyet gösteren bir yaratıcı olmalıdır. İşte bu
varlık, Tanrıdır.
Bir an için Tanrının var olmadığını düşünelim.
Bu takdirde:
En yüksek iyinin gerçekleşmesini düşünemeyiz.
O zaman, mümkün olmayan bir şeyi gerçekleştirmek, ahlâkî vazifemiz olmaz; çünkü,
"yapmalıyım" "yapabilirim"i içerir.
-En yüksek iyiden vazgeçersek, ahlâkî otonomluğa rağmen, ahlâk kanununa göre hareket
etmemiz tehlikeye girer.
Oysa bu kanuna uymadığım takdirde pratik bir çıkmaza girer ve kendim kendi gözümde
alçalmış olurum.
O halde, en yüksek iyinin gerçekleşmesini temin edecek olan Varlık'ın yani Tanrının
varlığını inkâr etmemeliyim.
Kant, "pratik saçmalık'a düşme ile ilgili endişelerine rağmen, Tanrı Postulatını ahlâk
kanununun genel-geçerliliği için değil, en yüksek iyinin gerçekleşme ümidi için koymaktadır.
İnanma, böyle bir ümidin vazgeç
Diğer Cevaplara Gözat
İngiliz Aydınlanma felsefesi, sakin bir araştırma havası içinde oluşmuştur. Oysa Fransız
Aydınlanma felsefesi kökten bir savaşım felsefesidir. Bu felsefenin böyle olması, getirdiği
düşüncelerin o sıralardaki Fransa’nın Ortaçağ artığı sosyal - politik yapısıyla sert bir karşılık
yaratmasındandır. Bu gerginliğin sonuçlarının Fransız Devrimine kapı araladığı bilinmektedir.
Fransız aydınlanmasının önemli ismi Voltaire (1694-1788) olarak bilinir. Parlak yazarlığı,
aydınlanma düşünceleri için yılmadan savaşması ile Voltaire Aydınlanmanın Avrupa ölçüsünde
yayılmasına yol açmıştır. İngiliz deneyciliği ile deizmini, Newton’un yeni doğa anlayışını,
Aydınlanmanın bu ana düşüncelerini, Avrupa’ya özellikle o tanıtmıştır.
Aydınlanma felsefesi, öteki konularda olduğu gibi, din konusunda da en aşırı düşünceleri
Fransa’da ortaya koymuştur. Bir deist olan Voltaire’e göre, evrendeki düzen ve ereklilik bizi,
bunları yaratmış olanı varsaymaya götürür. Voltaire Hıristiyanlığı değil de, genellikle akla uygun
inançları bakımından dini ahlâk için bir destek sayar.
Voltaire, esas olarak Hıristiyanlığa, özellikle de Katolik Kilisesinin temsil ettiği Hıristiyanlığa
yönelik amansız düşmanlığıyla seçkinleşir. Fransız Aydmlanması'nın Hıristiyanlıkla olan büyük
savaşının en etkili silahı olan Voltaire'in Hıristiyanlığa olan düşmanlığı 17. yüzyılın bilimsel ve felsefi
gelişmelerinin yarattığı bir inanç yitimiyle sınırlı veya özde bu gelişmelerden kaynaklanan bir
düşmanlık değildir. O, Hıristiyanlığa temelde sosyal ve insani gerekçelerle saldırır. Voltaire'in
gözünde Hıristiyanlık ve Kilise otoriteyi, sınırlama ve baskıyı temsil etmektedir. Hıristiyanlık ve
Kilise, insanın bu dünyadaki rolüyle ilgili bir anlayışa ek olarak, değişmez bir dünya görüşü empoze
eder ve ilk günaha veya insanın aşağılanmasına dayanan ve insani eğilimleri bastırmayı vaaz eden
bir ahlak anlayışı benimser. O, insan zihnini kontrol etmeyi ve politik iktidarı etkilemeyi hâlâ
sürdürmektedir. Eğitim sistemindeki tekelleşmeden, bilginin ilerlemesini durdurmaktan sorumlu
olan Kilise, Voltaire'e göre, yarattığı fanatizm ve hoşgörüsüzlükle her tür ilerlemenin önündeki
mutlaka aşılması gereken bir engel durumundadır.
Hıristiyan bağnazlığına yönelik bütün bu sert ve acımasız eleştirilerine, üstlenmiş olduğu
Hıristiyanlığı bir şekilde yıkma misyonuna rağmen, o Hıristiyan Kilisesinin otoriteryanizminin tam
karşıt ucunda yer alan materyalist ateizme de düşmek istemez. Başka bir deyişle, Tanrının
yokluğunun yol açacağı nihilizmden korkan Voltaire, bu inançsızlığın halk için büyük bir tehlike
yarattığı inancındadır. Buna göre, entelektüeller ateist olabilirler ve bu bir sorun yaratmaz; ama
ayak takımı veya halkı meydana getiren insanlar ateist olurlarsa, bu durum toplumun bekası ve
sosyal düzen açısından büyük bir sıkıntı doğurur.
Alman Aydınlanması / Immanauel Kant ve Ahlak
Reformasyon’un sarsıntıları yüzünden Almanya çok uzun bir süre felsefi düşüncenin gelişimi
açısından elverişli bir ortam olmaktan uzak kalmıştır. 17. yüzyılda Leibniz ile Alman düşüncesi
yeniden yaratıcı olmaya başlamasıyla Alman Aydınlanmasına, birtakım değişikliklerle, Leibniz’in
felsefesi temel olarak alınmıştır. Ancak hiç şüphe yok ki Aydınlanma dendiğinde akla gelen ilk
filozof Alman felsefeci Immanauel Kant’tır.
Kant, (1724-1804) Aydınlanma felsefesiyle yetişmiş, felsefenin sorunlarını işlemiş, ancak
bunlardan çıkardığı sonuçlarla aydınlanma görüşünü aşmış olduğu söylenebilir. Rönesans’tan beri
oluşan gelişmenin büyük ölçüde bir değerlendirmesini yapmıştır. Kant duruş itibariyle bir dönüm
noktasındadır; Bir yandan kendisinden önceki düşüncenin bütün çizgilerini felsefesinde toplar;
öbür yandan kendisinden sonraki başlıca akımları da doğrudan doğruya etkiler konumdadır.
Nitekim 19. yüzyılın ilk yarısını kaplayan Alman İdealizminin çıkış noktası Kant felsefesidir. 19 - 20.
yüzyıl sınırları ürerinde gelişip yakın zamanlara kadar ulaşan “Yeni Kantçılık” çığırının kaynağı da
(adından da anlaşılacağı gibi) yine Kant felsefesidir.
Kant’ın öğretisinin en önemli özelliği bir eleştiri felsefesi olmasıdır. Nitekim bu felsefeye
“eleştiricilik” de denir. Kant kendisinden önceki felsefeyle tartışmasını eleştiri açısından yapmış,
kendisinden sonrasını da yine eleştiri anlayışıyla etkilemiştir. Ona göre eleştirmek, elemek, ayırt
etmek de demektir.
Söz konusu genel felsefi tavrı yanında, Kant'ı bir Aydınlanma filozofu kılan üç temel husus
daha vardır. Kant, her şeyden önce bilimci bir filozoftur. Zira insan zihninin matematikle uğraştığı
zamanki işleyiş tarzı karşısında adeta büyülenen, doğabilimlerinin 17. ve 18. yüzyıllarda kaydettiği
göz kamaştırıcı gelişmelerden çok etkilenen Kant, bilimi felsefi olarak temellendirme ihtiyacı içinde
olmuştur. Ve o, bu temelendirmeyi de kendisinden önceki filozofların tek yanlı spekülasyonlarını
değil, iş başındaki bilimadamının etkinliğini, başarı üstüne başarı kaydeden deneysel yöntemi
temele alarak yapmayı başarmıştır.
Kant ikinci olarak eleştirel felsefesiyle insan aklının sınırlarını ortaya koyar veya onun neyi
bilip neyi bilemeyeceğini gözler önüne sererken, metafiziğe karşı bir tavır aldığı, modern
zamanlarda Hume'dan sonra en kapsamlı metafizik eleştirisini hayata geçirdiği ve dolayısıyla
felsefesine daha önceki metafiziksel karışıklıkların dini olan kaynaklarını yok etme görevi verdiği
için bir kez daha tam bir Aydınlanma filozofu tavrı sergiler.
Kant nihayet, özgül olarak etikteki tavrı itibariyle, gerçek anlamda Aydınlanmacı bir filozoftur.
Zira o bilginin perspektifini, aklın içsel eleştirisini etik anlayışında da varsayar ve aklın mutlak
otoritesini kabul eder. Çok daha önemlisi ahlaki eylem üzerinde akıl ve iyi irade dışında hiçbir
otoritenin etkisi olamayacağını öne süren ve dolayısıyla geleneğin, sosyal ve kültürel faktörlerin
etkisini yok sayan Kant, kendi kendini mutlak ve koşulsuz olarak belirleyen, kendisi ve tüm diğer
insanlar için yasa koyan özgür ve bağımsız bir modern özne ya da ahlaki faili öne sürerken tarihte,
gelenek veya dini otorite tarafından sınırlanmamış ya da koşullanmamış bir yeni başlangıç
yaptığının, beyaz bir sayfa açtığının fazlasıyla bilincindedir.
Fakat her şey bundan ibaret değildir, yani Kant mutlak rasyonalizmine rağmen, tek yanlı, düz
bir Aydınlanma filozofu değildir. O bir yandan da Aydınlanmanın, özellikle de materyalizmi ve
ateizmiyle seçkinleşen Fransız Aydınlanmasının tek yanlığının tehlikelerinin farkında olan, kuru bir
bilimciliğin değer alanını tümden tahrip edeceğini gören bir Aydınlanma eleştirmenidir de.
Dolayısıyla, sadece bilimi temellendirmekle kalmaz, fakat dini ve ahlaki yaşamı da korumaya,
bütün içtenliğiyle çalışır. Onun meşhur "inanca yer açmak için bilgiyi sınırlandırdım" deyişinin
samimiyetinin, işte bu perspektiften değerlendirilmesi gerekir. Hume'da ve Fransız
Aydınlanmasında, Tanrı ve din Aydınlanma ve ahlaklılığın önündeki en büyük engel olarak
görülürken, modern çağın doğalcı/yararcı etiklerinden tümden uzaklaşan Kant'ın, Tanrının
varoluşuyla ilgili argümanı, rasyonel Tanrı inancını ahlaktan türetmesi gerçeği, teleoloji ya da
amaçlılık kavramının onun kozmolojisinin anahtar kavramı olması olgusu da Kant'ın sadece bilimi
değil dini de artık mümkün gözükmeyen geleneksel metafiziğin yaklaşımından tamamen farklı bir
tarzda temellendirme çabasının bir ifadesi olarak görülmektedir.
Etik Görüşü
İyi niyet hariç, bu dünyadaki hiçbir şey, hatta dünya dışındaki hiçbir şey sınırsız biçimde iyi
olarak kabul edilemez. Zekâya, basirete, hüküm verebilmeye ve nasıl adlandırılırsa adlandırılsın,
diğer entelektüel hassalara sahip olmak şüphesiz iyi ve arzulanacak bir şeydir; ayrıca doğal olarak
cesaret, kararlılık ve azim gibi niteliklere sahip olmak da birçok açıdan iyi ve arzulanacak bir şeydir
ama doğanın tüm bu hassaları onları yönlendiren niyet, diğer bir değişle karakter, iyi değilse kötü
ve can acıtıcı hale gelebilirler. Aynı şey hassalar için de geçerlidir. Kişinin niyeti iyi değilse güç,
zenginlik, onur, hatta sağlık ve mutluluk olarak adlandırdığımız, kişinin kendi payına düşenler -
genel anlamda esenlik - gururu ve sıklıkla da cüretkârlığı artırır: saf ve iyi niyetlere donanmaktan
mahrum edilmiş kişinin refah içinde olması dahi düşünceli ve tarafsız bir gözlemciyi memnun
etmez. Bu nedenle, iyi niyet, birinin mutlu olmaya değip değmediğini belirlemenin vazgeçilmez
koşuludur.
Bir insanın niyetinin iyi olmasının sebebi, ne niyetin yarattığı sonuçların iyi olması ne de
arzuladığı sonuca ulaşabilme yeteneği değildir; iyi niyetli olmanın sebebi, ya kişinin kendinde iyi
olması ya da niyet ettiği şeylerin iyiliğidir. İyi niyet dendiğinde sadece iyi şeyler dilemek
anlaşılmamalıdır; iyi niyet, kişinin erişebildiği tüm vasıtaları kararlı biçimde kullanmasını içerir ve
içsel değeri ne başarıyla artar ne de başarısızlıkla azalır.
Öyleyse aklın gerçek amacı, pratik olduğu veya niyeti etkileyebildiği sürece, kendinde iyi olan
bir niyet üretmektir, başka bir şeyin vasıtası olarak iyi bir şey üretmek değildir. Bu niyet tek iyilik
veya iyiliğin bütünü değildir, ancak en yüksek iyiliktir ve tüm diğer iyiliklerin koşuludur, mutluluk
arzusunun bile. Bu nedenle, ilk ve koşulsuz amacını, yani iyi niyet oluşturmayı devam ettirmek için
zaruri olan aklın gelişiminin, en azından bu hayatta, ikinci ve koşullu nesne olan mutluluk elde
etmeyi birçok yönden sınırlayacak veya imkânsız hale getirecek olan doğanın bilgeliğiyle çelişmez.
Sonuçları ne olursa olsun, fikrinin niyeti belirlemesi gereken ve bu yüzden kendinde mutlak iyi
ve niteliksiz olarak adlandırılacak yasanın doğası ne olmalıdır? Niyetin, belirli bir yasaya uyulması
sonucunda elde edilmesi beklenen sonuçlara yönelik bir arzu ile eyleme geçmemesi gerektiğinden,
niyet ile ilgili elimizde kalan tek prensip, eylemlerin evrensel yasaya uygun olmasıdır. Her
durumda, aynı zamanda düsturumun evrensel yasaya dönüşmesine niyetliymiş ve aynı zamanda
bunu yapabilirmiş gibi davranmam gerekir. Yasaya saf ve basitçe uygun olmak bu demektir; ayrıca
görev fikrinin boş ve asılsız olarak görülmesini istemiyorsak niyeti belirleyen prensip budur ve bu
olmalıdır. Aslında davranışlar üzerine yerleştirmeye çalıştığımız yargılar bu prensibe mükemmel
uyar ve yargılarımızı belirlerken bunu sürekli göz önünde tutmamız gerekir.
Örneğin ben şartların baskısıyla, tutmaya eğilimli olmadığım bir söz verebilir miyim? Burada
sorun yalan yere yemin etmenin basiretli bir davranış olup olmadığı değil, ahlaki olarak doğru olup
olmadığıdır. Bu soruyu kısa ve kesin bir şekilde cevaplamamı mümkün kılmak için en iyi yol, yalan
yere yemin etmenin getireceği utançtan kendimi kurtarmaya ilişkin düsturun, hem başkaları hem
de benim için geçerli evrensel bir yasanın gücüne sahip olmasının beni tatmin edip etmeyeceğini
kendime sormamdır. O anda fark ederim ki, yalan söylemeye niyetim vardır ama yalan söylemenin
evrensel bir yasa olması niyetine sahip değilim. Yalan söylemek evrensel olsaydı, doğru konuşmak
gerekirse, söz vermek diye bir şey olmazdı. Belirsiz bir gelecekte bir şey yapmaya niyetli olduğumu
söyleyebilirim ama kimse bana inanmayacaktır veya bir an sözüme inandıysa, beni kendi silahımla
vururdu. Bu yüzden böylesi bir düsturun evrensel bir yasa olarak kabul edildiği anda kendi
kendisini yok edeceği ispatlanmış olur.
Bu nedenle, görev, ahlak yasasına duyulan saf bir saygı yüzünden hareket etme
sorumluluğudur. Bu güdü diğerlerinin hepsinden üstündür, çünkü kendinde iyi olan bir iradenin
koşuludur ve başka hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak bir değere sahiptir.
Ahlak Delili
Kant'a göre öteki bütün deliller Tanrının varlığını bir bilgi meselesi olarak ele almaktadırlar.
İşte asıl hata, daha işin başında iken, burada işlenmektedir.
Ahlâk yoluyla Tanrının varlığı inancını temellendirmeye çalışırken Kant, büyük bir zorlukla
karşı karşıya kaldığının farkındadır. Şöyle ki o, bir yandan ahlâkın otonomluluğunu korumak, öte
yandan da inanç ile ahlâk arasında mâkul bir bağın varolduğunu göstermek zorundadır. Böyle bir
çabada ahlâktan inanca gidilmek suretiyle inanmanın rasyonelliği ortaya konacak, ama inançtan
yola çıkılmak suretiyle ahlâkın temellendirilmesine gidilmeyecektir. Başka bir deyişle ahlâkî
teolojiye "evet",ama teolojik ahlâka "hayır" denecektir.
Kant'ın çıkış noktası, insanın ahlâki bir varlık olduğu gerçeğine dayanır. İnsan ahlâklı olmaya
"mecbur" bir varlıktır. Onu mutluluğa lâyık kılan da yine ahlâklılıktır. Akıl dünyasında ahlâklılıkla
mutluluğun birleştiği bir sistemin varlığını düşünmek, insan olarak bizim hakkımızdır. Fakat fikir
düzeyinde kalındığı sürece, ahlâklılığın mutlulukla sonuçlanması, sadece bir ide'den ibaret kalır.
Mutluluğun gerçekleşebilmesi için herkesin üzerine düşeni yapması gerekir. Hatta bu bile kâfi
değildir. Bütün beşerî fiiller, şumullü ve mutlak bir iradeden kaynaklanıyormuşcasına işlenmelidir.
Ahlâklılık ile mutluluğun birleşmesi insan için "en yüksek iyi"yi, oluşturur. Ne var ki, bütün
insanlar bir araya gelseler, böyle bir iyinin gerçekleşmesini sağlayamazlar; çünkü bu, onların -hatta
bütünüyle tabiat düzeninin- gücünü aşar. Böyle bir birleşme, Kant'a göre, ancak ahlâk kanunlarına
göre âlemi yöneten bir Mutlak Aklın varlığı tasavvur edildiği takdirde hesaba katılabilir. Bu
durumda, saf pratik aklın ilkelerine göre "Tanrı postulatı" ile "Ölümsüzlük postulatı"nı ortaya
koymak zorunlu olur. Saf pratik aklın ilkelerine göre konan bu postulatlar, aklın bizi kabul etmeye
zorladığı yükümlülükten ayrılmaz; çünkü "Tanrı ve şu anda görmediğimiz fakat var olduğunu ümid
ettiğimiz bir öteki dünya olmadan ahlâkın o muhteşem ideleri, olsa olsa övgü ve takdirin objeleri
olabilirler, gâye ve aksiyonun kaynakları değil".
Ahlak Delilinin ana basamaklarını şu şekilde gösterebiliriz:
İnsan mutlu olmaya lâyık bir varlıktır.
Fakat insanın iradesi tabiatta olup bitenlerin sebebi değildir;
Bu yüzden o, kendi iradesinin ilkeleri ile tabiat arasında bir uzlaşma sağlayacak güçte
değildir.
O halde ne ahlâk konusunda ne de tabiatta ahlâklılıkla mutluluk arasında bağ kurmaya
yarayan bir temel vardır.
Buna rağmen, en yüksek iyi kavramında böyle bir bağın kurulması zorunluluğu, bu iyinin
kazanılması için çaba harcamamızı isteyen buyrukta "postulat" olarak vardır.
Öyle ise, en yüksek iyinin gerçekleşmesi mümkün olmalıdır.
Bu durumda, bu gerçekleşme için yeterli olabilen bir sebebin de postulat olarak konması
gerekir.
Böyle bir sebep bilgi ve iradeye dayanarak faaliyet gösteren bir yaratıcı olmalıdır. İşte bu
varlık, Tanrıdır.
Bir an için Tanrının var olmadığını düşünelim.
Bu takdirde:
En yüksek iyinin gerçekleşmesini düşünemeyiz.
O zaman, mümkün olmayan bir şeyi gerçekleştirmek, ahlâkî vazifemiz olmaz; çünkü,
"yapmalıyım" "yapabilirim"i içerir.
-En yüksek iyiden vazgeçersek, ahlâkî otonomluğa rağmen, ahlâk kanununa göre hareket
etmemiz tehlikeye girer.
Oysa bu kanuna uymadığım takdirde pratik bir çıkmaza girer ve kendim kendi gözümde
alçalmış olurum.
O halde, en yüksek iyinin gerçekleşmesini temin edecek olan Varlık'ın yani Tanrının
varlığını inkâr etmemeliyim.
Kant, "pratik saçmalık'a düşme ile ilgili endişelerine rağmen, Tanrı Postulatını ahlâk
kanununun genel-geçerliliği için değil, en yüksek iyinin gerçekleşme ümidi için koymaktadır.
İnanma, böyle bir ümidin vazgeç
Diğer Cevaplara Gözat