Nedir.Org
Soru Tara Cevapla Giriş


Cevap Ara?

14.756.348 den fazla soru içinde arama yap.

Sorunu Tarat
Kitaptan resmini çek hemen cevaplansın.

Aşağıda verilen metin türlerinin açıklamalarını yazalım.

Günlük:
Roman:
Fıkra:
Anı:

Bu soruya 4 cevap yazıldı. Cevap İçin Alta Doğru İlerleyin.
    Şikayet Et Bu soruya 0 yorum yazıldı.

    İşte Cevaplar


    Tugcedogus

    • 2022-04-16 07:52:45

    Cevap :
    Sözlükte Anı Nedir:
    Hatıra yani Anı  : Toplum hayatında önemli görevler üstlenmiş, toplumu ilgilendiren önemli olayları bizzat yaşamış veya bu olaylara şahit olmuş kişilerin bu olayları duyurmak için sanat değeri taşıyan bir üslupla yazdıkları yazılara hatıra denir.

    Hatıra yani Anı bir kimsenin, özellikle tanınmış kişilerin yaşadıkları dönemde gördükleri ya da yaşadıkları ilginç olayları gözlemlerine ve bilgilerine dayanarak anlattıkları yazı türüdür. Tanınmış sanatçı, siyasetçi, ve bilim adamlarının yazdığı anılar onların yaşayışlarını, yaşadıkları dönemdeki önemli olayları anlatması bakımından önemlidir.
     

    Hatıranın Özellikleri

    1 – Yaşanmakta olanı değil, yaşanmış bir konuyu anlatır.
    2 – İnsan belleğinde iz bırakan olay ve olguları anlatır
    3 – Tarihsel gerçeklerin öğrenilmesine katkı yaptığı için tarihçilere ışık tutar.
    4 – Tanınmış, bilim, sanat ve politika adamlarının yaşamlarını çalışma ve araştırmalarını anlatır.
    5 – Yazarın unutulmasını istemediği gerçekleri kalıcı kılar.
    6 – Geçmiş birinci kişinin ağzından kişisel yargılar ve yorumlarla verilir.
     

    Hatıranın Tarihsel Gelişimi

    Batıda en çok yaygın bir tür olup ilk örneğini eski Yunan sanatçısı Ksenophon’un “Anabasis” adlı eseriyle vermiştir. Alman filozofu Eflatun’un birçok eseri bu türdendir 18. yüzyılda J. J. Rouseau’nun “ İtiraflar” Goldoni’nin “İyilkik Sever Somurtkan”, Goethe’nin “Şiir ve Gerçek Andre Gide’nin “Jurnaller “bu alanda önemli eserlerdir. 19. yüzyılda Fransız edebiyatında :Victor Hugo’nun”Gördüklerim”, Stendhalın “Bencillik Anılar, Verlaine’nin “ İtiraflar Rus yazar Tolstoy’un İtidafım” 20. yüzyılda dünyanın her ülkesinde çok sayıda edebiyatçı bu türde eserler vermeye devam etmektedir. Bizde, 7. yüzyıla ait “Göktürk Yazıtları” bu türün ilk örneği sayılmaktadır. 16. yüzyılda Hindistan’da bir imparatorluk kurmuş olan Babür Şah’ın yazdığı “Babürname” , 17. yüzyılda Ebul Gazi Bahadır Han’ın yazdığı “Şecere-i Türk” , Katip Çelebi ve Naima’nın bir çok eseri bu türün örneklerindendir. Eski edebiyatta anı özelliği taşıyan “Vakainameler, Gazavatnmeler, sefaretnameler bu türün öenekleri sayılmaktadır.
     Edebi tür anlamında anı ise bizde Tanzimat döneminde başlamıştir. Önceleri Ebuziya Tevfik ve Ali Suavi çıkardıkları gazetelerde anılarını yayınlarlar Daha sonra Akif Paşa’nın “Tabsıra” Namık Kemal’in “Magaza Mektupları” , Ziya Paşa’nın “Defter-i Amel” Ahmet Mithat Efendi’nin “Menfa” Muallim Naci’nin “Ömer’in Çocukluğu” Servet-i Fünun Döneminde; Ahmet Rasim’in “Eşkal-i Zaman”, “Falaka” “ Maharir “,”Şair “ Halit Ziya’nın “Kırk Yıl”, Saray ve Ötesi Hüseyin Cahit Yalçın’ın : “ Edebi Hatıralar”. Son Dönem Edebiyatında Yakup Kadri: “Zoraki Diplomat, Vatan Yolunda , Gençlik ve Edebiyat Hatıraların” Ruşen Eşref Ünaydın : “ Atatürk’ü Özleyiş” Falih Rıfkı Atay : “Çankaya” Halide Edip . “Türk’ün Ateşle İmtihanı” Yahya Kemal: “ Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım “ Yusuf Ziya Ortaç “ Porteler,” Bizim Yokuş” Ahmet Hamdi Tanpınar . “ Kerkük Anıları” Samet Ağaoğlu: “ Babamın Arkadaşları” Salah Birsel : “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu” Halikarnas Balıkçısı : “ Mavi Sürgün” Oktay Rıfat . “Şair Dostlarım”
     Ayrıca, son dönemde, Celal Bayar, İsmet İnönü, Kazım Karabekir ve Rauf Orbay gibi siyasi kişilerin yazdıkları anılar, yakın tarihimizi aydınlatması bakımından önemli eserlerdir.
     

    Hatıra ile Günlüğün Benzer ve Farklı Yanları

    1 - Anı da günlük gibi bir kişinin başından geçen gerçek yaşantılardan kaynaklanan yazı türüdür .
    2 - Günlük yaşanırken anı ise yaşandıktan sonra yazılır.
    3 - Anılar, yazarların yaşlılık çağlarında yazdıkları ve yaşamları boyunca karşılaştıkları olayları nesnel bir şekilde ortaya koyan yazılardır. Günlükler ise daha öznel, derin, içten ve ruhun derinliklerinden kopup gelen Anlık duygu ve düşünceler hakimdir.
    4 - Anı yazılarının anlatım açısından kurgusal niteliklere sahip olduğunu da söyleyebiliriz Günlükler ise kurgudan uzak yoğun düşüncelerin toplamıdır.


    Diğer Cevaplara Gözat
    Cevap Yaz Arama Yap

    Tugcedogus

    • 2022-04-16 07:52:45

    Cevap :
    Sözlükte Fıkra Nedir:
    Fıkra Nedir ? (Özet) : Gazete ve dergi gibi süreli yayınlarda, bir yazarın periyodik olarak genel bir başlık altında günün sosyal ve siyasî olaylarını kendi bakış açısına, siyasî, ideolojik eğili-mine ve düşünce yapısına göre değerlendirdiği kısa yorum yazılarına fıkra denir.

    Fıkra Türünün Özellikleri ve Tarihi Gelişimi


    Fıkra sözcüğü, Türkçede iki tür anlatıyı karşılamaktadır. Bunlardan birincisi güldürücü küçük hikâyelerdir. Dursun Yıldırım bu tür fıkraların tanımını şu şekilde yapar: “Fıkra, hikâye çekirdeğini hayattan alınmış bir vak’a veya tam bir fikrin teşkil ettiği kısa ve yoğun anlatımlı, beşeri kusurlarla içtimaî ve gündelik hayatta ortaya çıkan kötü ve gülünç hadiseleri, çarpıklıkları, zıddiyetleri, eski ve yeni arasındaki çatışmaları sağduyuya dayalı ince bir mizah, hikmetli bir söz, keskin bir istihza yoluyla yansıtan; umumiyetle bir fıkra tipine bağlı olarak nesir diliyle yaratılmış, sözlü edebiyatın müstakil şekillerinden ibaret yaygın epik-dram türündeki realist hikâyelerden her birine verilen isimdir” . Bu tip fıkraların en bilinenleri Nasreddin Hoca, Bektaşî, Bekri Mustafa ve Karadeniz fıkralarıdır.

    Güncel ve siyasî konular hakkında genelde gazete ve dergilerde yayınlanan kısa yazılara da fıkra ismi verilir. Bunlar “gazete fıkrası” şeklinde de nitelendirilirler. Bu bölümde Fıkra başlığı altında bu ikinci gruptakiler ele alınacaktır.

    Fıkra Türünün Özellikleri


    Gazete ve dergilerde yer alan fıkralar bir düşünceyi, yazann başından geçen bir olayı veya alelade bir konuyu da işleyebilirler. Günümüzde gazete ve dergilerde hemen her konuda fıkra yazılabildiğini görmekteyiz. Edebiyat, televizyon, siyaset, sinema, gezi, tiyatro bu konulardan bazılarıdır.

    Fıkralar kısa ve yoğun anlatılardır. Yazarın üslubu fıkrada rahatlıkla sezilebilir. Üslubun sezilmesi demek, yazarın bir birey olarak yazıda varlığını, kimliğini görebilmemiz demektir. Yazar, mizahî, alaycı veya ciddi bir edayla yazısını kaleme alabilir. Bu, tamamen onun tercihine bağlıdır. Fıkra türünde bir yazı yazıyor olması onun üslubuna bir sınırlama getirmez.

    Fıkra yazarı, ele aldığı konuda kişisel düşüncelerini açıklar. Onun bir düşünceyi savunma veya çürütme gibi bir amacı yoktur. Dolayısıyla kanıtlar sunması gerekmez.

    Fıkra'nın Diğer Özellikleri


    1. Günlük olaylar veya düşüncelerle ilgili konular işlenir.
    2. Konular tarafsız bir şekilde ele alınmalıdır.
    3. Düşünceyi ön plânda olmalıdır.
    4. Konular çok değişik açılardan ele almadan, ayrıntılara inmeden işlenir.
    5. Yazılanlara okuyucuyu inandırma zorunluluğu yoktur.
    6. Yazılanlar okuyucunun ilgisini çekmelidir.
    7. Nükteli fıkralardan, kıssalardan, vecize ve atasözlerinden faydalanılmalıdır.
    8. Açık, sade ve akıcı bir dil kullanılmalıdır.

    Fıkra’nın Yazılma Amacı


    Fıkraların amacı, siyasî, kültürel, ekonomik, toplumsal vb. konuları çok defa eleştirel bir bakış açısıyla anlatarak kamuoyunu yönlendirmektir. Fıkralarda kesin olmaktan ziyade güzel, hoş sonuçlara varmaya; canlı, ilgi çekici olmaya özen gösterilmelidir. Yazar kendi duygu ve düşüncelerini en başarılı şekilde yansıtarak okuyucu ile arasında sıkı bir bağ kurar.

    Günlük konular üzerinde kişisel görüşleri belirtmek, belli bir okuyucu kitlesi kazanmak, görüşleri bu kitleye benimsetmeye çalışmak fıkra yazarının amacıdır. Fıkra kısa ve öz yazıldığından bu yazılarda yargılamaya, ispatlamaya, tanıtmaya ve ayrıntılara yer verilmez. İspatlama yoluna gidilmez. Kesin bir iddia havası hâkim değildir. Kesin bir sonuca varılmak istenmez, özel bir inandırma çabası görülmez. Yazar bir sonuca ulaşır; ancak okuru ikna etme amacı taşımaz. Onu etkilemeyi, konu hakkında düşünmeye sevk etmeyi yeterli görür. Konu ile ilgili olarak bir kamuoyu oluşturmayı amaçlar. Yazar bunu yaparken duygusal, içten bir anlatım kullanır. Gerçeklerden ayrılmaz. Yanlış bilgi vermez. Yanlış belgelere dayanmaz. Tutarsız düşüncelere başvurmaz.
    Not: Bu tür fıkraları, kısa hikâye niteliğindeki, nükteli, mizah öğesi taşıyan fıkralarla karıştırmayınız. Bu tür fıkralarda dinleyeni güldürmek, eğlendirmek ön plandadır. Oysa köşe yazılarında okuyucuyu düşündürmek, güncel bir sorunu dile getirmek esastır.

    Türk Edebiyatında Fıkra


    Türk edebiyatında gazete fıkracılığını gazetenin ortaya çıkışıyla birlikte başlatmak gerekir. Türk edebiyatının ilk gazetesi 1831′de çıkarılan Takvtm-i VekâyVAir. Tamamen hükümet denetiminde çıkarılan gazeteyi 1840′ta yan resmî yarı özel olarak çıkarılan Cerîde-i Havadis isimli gazete izler. Şinasi’nin Agâh Efendi’yle birlikte 1860′ta çıkardığı Tercümân-ı Ahvâl ise batılı anlamdaki ilk gazete kabul edilir. Şinasi’nin 1862′te tek başına çıkardığı Tasvir-i Efkâr ikinci özel gazetedir. Gazetenin yaygınlaşmasının ardından Şinasi başta olmak üzere Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi gibi birçok yazar gazetelerde yazı yazmaya başlar. Fakat fıkranın bir tür olarak belirginleşmesi, gazete makalelerinden ayrılması 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında gerçekleşmiştir.

    Bundan önce gazetelerde yer alan yazılar arasında makale-fıkra şeklinde kesin bir ayırım yoktur. Günlük ve siyasî olaylara dair olan yazılar çoğunlukla makale olarak nitelendirilmektedir. Gazetenin yaygınlaşması, gazete yazılarının çeşitlenmesi ve batı edebiyatıyla temasların artması sonucu fıkra, Türk edebiyatında diğer türlerden ayrılmıştır. Ahmet Rasim, Refik Halit Karay, Ahmet Haşim Cumhuriyet öncesinin önemli fıkra yazarlarındandır. Falih Rıfkı Atay, Yaşar Nabi Nayır, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ise Cumhuriyet dönemi fıkra yazarlarından bazılarıdır.

    Türk edebiyatında fıkra yazarlığı ne zaman başlamıştır?


    Türk edebiyatında fıkra yazarlığı, Şinasi’nin 1860 yılında Agâh Efendi ile
    birlikte çıkardıkları Tercüman-ı Ahval gazetesindeki yazılarıyla başlamıştır. O zamandan günümüze kadar fıkra yazan başlıca yazarlar şunlardır: Namık Kemal, Ahmet Rasim, Ahmet Haşim, Falih Rıfkı Atay, Burhan Felek, Peyami Safa, Refi Cevat Ulunay, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Bedii Faik, Necip Fazıl Kısakürek, Nazlı Ilıcak, Rauf Tamer, Ahmet Kabaklı, Çetin Altan, Oktay Ekşi, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, İlhan Selçuk, Ergun Göze, Hasan Pulur, Mehmet Barlas, Fehmi Koru, Ta-ha Akyol, Gürbüz Azak, Ahmet Taşgetiren, Cengiz Çandar, Yavuz Gökmen, Gülay Göktürk.

    Fıkra ve Makale Arasındaki Farklar


    Makalede ortaya atılan düşünce etkin bir şekilde, kanıt gösterilerek savunulmalıdır. Oysa fıkrada yazar, kişisel düşüncelerini açıklamakla yetinir. Makaleler bir düşünceyi aynntılı olarak ele alan yazılar oldukları için resmî, anlaşılır, açık bir üslupları olmalıdır. Fıkrada ise yazarın bireyselliği ön planda olduğundan farklı üsluplar görülebilir. Fıkranın sorgulayıcı, açıklayıcı bir bakış açısı olmadığı için makaleye göre daha kısa bir yazı türüdür.

    Fıkrada her türlü güncel konu; sohbette daha çok, sanatla ilgili konular ele alınır. Sohbette soru cevap yöntemine dayalı anlatım ağırlıktadır. Fıkrada ise serbest bir anlatım vardır. Fıkrada yazar, okuru etkilemeyi amaçlar. Okurun, konuyu düşünme­sini amaçlar. Sohbetin okuru etkileme amacı yoktur. Sohbette sadece dikkatler konuya odaklanmaya çalışılır.

    Fıkra yazarken dikkat edilmesi gereken özellikler


    1) Konu; okuyucunun duygu, düşünce ve zekâsını okşayan günlük olaylardan (= aktüaliteden) seçilmelidir.
    2) Yazının plânı hazırlanmalıdır.
    3) Gerekiyorsa, başkalarına ait deyişler saptanmalıdır.
    4) Anlatımın açık, fakat ustalıklı olmasına dikkat edilmelidir.
    5) Yazı, gereksiz yere uzatılmamalı; elden geldiğince kısa tutulmalıdır.

    Fıkra Çeşitleri


    Bir yazarın, günlük olaylara ya da ülke ve toplum so­runlarına ait herhangi bir konu üzerinde kişisel görüş ve düşüncelerini, akıcı bir dille anlatan düz yazılara fıkra denir.

    Fıkralar küçük öykü niteliğindeki nükteli ve "güldürü fıkraları" ile "gazete fıkraları" olmak üzere iki türlüdür.

    1. Güldürü Fıkraları


    Belli bir amacı, savunulan bir düşünceyi ele alan ve bunu en kısa yoldan anlatan, mizah ve hiciv unsurlarını da içinde barındıran sözlü ya da yazılı hikâyelerdir. Bu fıkralar daha çok, sözlü kültürde gelişmiştir.

    Güldürü fıkraları, tanınmış kişileri ya da hayvanları ele alır. Kısa öykü niteliği taşır, içinde zekâ oyunları vardır. Nükteli bir dille, sohbet biçiminde, bir sonuca bağla­narak oluşturulur. Nasrettin Hoca fıkraları ile Bektaşî fıkraları bu türdendir.

    Örnek : Nasrettin Hoca bir gün kedisini yıkıyormuş. Yoldan geçen arkadaşı Hoca'ya: "Hocam kediyi yıkama, öldürürsün." demiş. Hoca, aldırış etmemiş ve yıkamış. Arkadaşı dönüşte, kedisinin ölümüne üzülen Hoca'yı görmüş. Adam: "Hocam, ben size kediyi yıkamayın, kedi ölür demedim mi?" demiş. Hoca: "Yıkarken ölmedi ki sıkarken öldü!" demiş.

    Yukarıdaki fıkranın güldürü yönü ağır basmaktadır.

    2. Gazete Fıkraları


    Yazarların herhangi bir konu hakkında kişisel görüş ve düşüncelerini fazla derinliğe girmeden ortaya koyduk­ları fikir yazılarıdır. Bu yazılar dergilerin ya da günlük gazetelerin belirli köşelerinde yayımlanır. Bu yazılarda kısa, yalın ve akıcı bir üslup kullanılır.

    Fıkralarda Konu:


    Fıkralarda yazar, konu seçiminde serbesttir. Konular özel bir görüşle incelenip eleştirilir. Yazar kişisel görüş ve düşüncelerini içten bir şekilde açıklar. Toplumu ilgilendiren güncel konuları anlatır. Günlük siyasi, sosyal ve kültürel olayları ele alır. Fıkra­larda toplumsal sorunlar, okuru biraz olsun rahatlatacak, ona geçici de olsa dertlerini unutturacak üslupla işlenir. Bu arada da konuyla ilgili bilgi verilir. Başlangıçta sadece siyasi ve sosyal konular etrafında yazılan fıkralar, zaman içinde sınırlarını genişletmiş, bugün sa­nattan spora, ekonomiden siyasete kadar toplumun bütün günlük sorunlarını kuşatmıştır.

    Fıkralarda Dil ve Anlatım:


    Fıkralar iğneleyici, alaycı bir dille bazen eleştiri bazen de sohbet tarzında ya­zılır. Fıkralarda yazar inandırıcı, etkileyici ve dokunaklı bir anlatımı benimser. Anlatım, senli benlidir. Okurla sohbet havası hâkimdir. Bu nedenle fıkraların; insanı saran, tatlı, samimi, sıcak bir havası vardır. Fıkralarda genel olarak akıcı, duru, açık ve yalın bir anlatım söz konusudur. Yazar; konuyu çoğunlukla konuşma diliyle kaleme alır. Cümleler kısa ve anlaşılır niteliktedir. Yazı­nın kolay anlaşılması için uzun cümlelerden kaçınılır. Devrik cümleler kullanılabilir. Okuyucunun zevki ön planda tutulur. Fıkraların en önemli özellikleri arasında dilinin sade, üslubunun serbest olması gelir.

    Fıkrada Kullanılan Anlatım Biçimleri:


    Fıkralarda özellikle açıklama, örneklendirme, karşılaştırma, ta­nımlama, öyküleme gibi anlatım yollarına başvurulur. Anlatımda küçük hikâyelere yer verilebilir. Gözlemler­den ve anılardan yararlanılabilir.

    Gazete Fıkralarının Planı:


    Fıkralar giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden oluşur. Giriş bölümünde konu ortaya konur. Gelişme bölümünde düşünceler ilginç örneklerle açıklanır. Sonuç bölümünde ise görüşler etkileyici bir sonuca bağlanır.

    Gazete Fıkralarının Ortak Özellikleri:


    Konu, oku­run ilgisini çekecek şekilde ele alınır. Herkesin anlaya­bileceği açık, sade, yalın bir dil kullanılır. Hoş, doku­naklı bir sonuca ulaşılır ve okuyucu bu sonuçla ilgili olarak düşünmeye sevk edilir. Aynı konular yerine değişik ve güncel konular işlenir. Konu tarafsız bir gözle ele alınır.

    Fıkra Yazarının Özellikleri :


    Gazete ve dergilerde sürekli bir yazı köşesi olan yazar­ların kendilerine ayrılan bölümlerde yazdıkları, günlük olaylar, ekonomi, politika gibi konuları okuyucuları ile paylaştığı günübirlik yazılara köşe yazısı denir. Fıkralar, gazete ve dergilerde yayımlanan süreli yayınlardır. Fıkraların kalıcılık özelliği zayıftır. Köşe yazıları güncel konuları işlediği için uzun ömürlü olamaz.

    Fıkra, gazete veya dergilerin belirli sütunlarında genel bir başlık altında (Şehir Mektupları, Bize Göre, Pencere) günlük herhangi bir olayı, bir görüş ve düşünceye bağlayarak yorumlayan kısa yazılardır.
    Günümüzde gazete fıkra yazarları, ekonomi ve istatis­tik bilgilerine de yer vererek bilimsel metotlarla çalışırlar.
    Fıkra yazarları kısa, özlü, derin anlamlar taşıyan yazılar kaleme alabilecek donanıma sahip olma­lıdır.
    Okuyucunun ilgisini canlı tutabilmelidir.
    Konularında tekrarlara düşmemelidir.
    Kapsamlı bir kavrayış gücüne sahip olmalıdır.
    Derin bir kültür zenginliği bulunmalıdır.
    Geçmişle günlük olayları kaynaştırabilmede ustalık göstermelidir.
    Yazısını okura zevkle okutabilmelidir.
    Duygu ve düşüncelerini inandırıcı, etkileyici, akıcı bir dille anlatabilmelidir.

    Fıkra Örnekleri / Fıkralar


    Örnek: 1)
    Deli deli aktığın için Sıcak bir yaz günü, Nasreddin Hoca yolculuğa çıkmış. Yol kenarındaki hayrat çeşmeden su içip, elini yüzünü yıkayıp biraz serinlemek ve Abdest tazelemek istemiş. Bakmış ki çeşmenin borusuna bir odun parçası tıkalı. Odun ıslanıp şiştiğinden yerinden kolay çıkmıyor. Hoca epeyce uğraşmış, tıkaçı kuvvetle çekerek çıkarmış. Kenara çekilmesine fırsat kalmadan, tazyikli bir şekilde borudan fışkıran su elbiselerini ıslatmış. Hoca çeşmeye şöyle bir bakarak söylenmiş;
    - “Anlaşıldı, anlaşıldııı! O kazığı böyle deli dolu aktığın için ağzına tıkamışlar!”

    Örnek: 2)
    Nasıl anlaşılıyor?
    Afrika’dan yeni dönmüş birisi, oralarda kavurucu sıcaklar yüzünden insanların çırılçıplak gezdiklerini anlatıyormuş. Hoca sözünü kesmiş:
    - “Pekii, oradakilerin hanımefendi mi, bey efendi mi (insan) oldukları nasıl anlaşılıyor ?”

    Örnek: 3)
    Kızına hoca bulacağına
    Bir gün Nasreddin Hoca’ya komşu kadınlardan biri,
    - “Hoca efendi” demiş, “bizim deli kıza muska mı yazarsın, nefes mi edersin, ne yapacaksan yapsan da biraz akıllansa… Hiç sözümü dinlemiyor, densizlik edip duruyor.”
    - “Hanım” demiş, Hoca: “Sen kızına hoca bulacağına koca bul. Bak o zaman nasıl mum gibi olur!”

    Örnek: 4)
    Arkadaşlık Üzerine
    Bugünkü çok değerli yazımızda takdir edersiniz ki son derece önemli bir konuya değineceğim: Arkadaşlık dünyasına! Bu son derece korkunç konuda yazmaya başlamadan önce dostluk ve arkadaşlık arasındaki farklara değinmeyeceğimi de ısrarla belirtmek isterim sevgili dostlar.

    Benim için dost ile arkadaş aynı şeylerdir zira. Bir insan dost olmadığı biriyle arkadaş olmamalı kanımca sevgili arkaaşlar. Çünkü bu ayıptır, içten pazarlıktır, terrrbiyesizliktir, şerrrefsizliktir, aşşşağılık bir harekettir. Şaka şaka sevgili okur. Mübalağa etmemdeki sebep öncelikle şimşekleri üzerime çekip bütün adrenalinizi toplayarak dikkatinizi yoğunlaştırmaktır.

    Efendim, dün tanıdığım en enteresan insanlardan biriyle eşine az rastlanır bir gün daha geçirdim. Zaten onunla geçirilen her günün bir benzeri daha yoktur. Sizi kıskandırmamak için kim olduğunu söylemeyeceğim. Ancak onun arkadaşlık anlayışını hazmetmek de her babayiğidin harcı değildir. Mesela dün telefondaki bir arkadaşına yaptığı şakayı duyunca ‘Eyvah dedim, adam ya intihar edecek ya bir daha gün yüzü görmeyecek.’

    Dedi ki, “İstersen sen de bize katıl. Ne, önce spora gidip oradan da erkenden yatman mı gerek?! Sen eğer Kızılderili olsaydın adın ne olurdu biliyor musun; Mazbut Köpek”dedi.Telefonu kapatınca bunu duyduğunda nasıl davrandığını sordum, “Galiba biraz alındı”dedi. Ama ben şahidim, hakikaten tamamen samimiyet, sevgi ve makara olsun diye söylenmiş bir laftı.

    Arkadaşlar arası samimiyetin çok sert olması gerektiğine inanırım. Mesela Denizle birbirimizi hep’salak’diye çağırırız. Elbette bu hiç de hoş bir şey değil. Ama salaaaak. Şaka şaka tabii ki salak değil, o bana daha fena salak diyor diye küçük ve tatlı bir intikamdı.

    Biz mesela birbirimize salak deyince çok mutlu oluyoruz. Bir insanın en büyük vazifelerinden biri de, kendisine kötü söz söyleyen bir arkadaşına sevinmek ve boynuna sarılmak olmalıdır.

    Eğer taraflardan biri alıngan bir dönem geçiriyorsa, o alıngan dönemiyle de alay etmeliyiz. Mesela geçen gün Deniz bana ‘kahve falına konsantre olmuyorsun ve sen zaten hep böylesindir‘ dediği için çok alınıp içime kapandım ve ortama son derece samimiyetsiz bir hava yayıldı. Bu havayı kırmak da epey bir vaktini alıyor insanın. İstiyorum ki, bir an önce ortam rahatlasın, samimi olup birbirimize kızdığımız şeyleri söyleyelim, gerekirse, evet gerekirse küfür edelim ama küfürden daha beter olan soğukluk duygusunu alt edelim. Bu çok yıpratıcı bir şey zira.

    Bakınız hayat kısa. Ne zaman ne olacağı belli olmuyor. Belki size saçma bir örnek gibi gelecek ama tarih ne kadar haklı olduğumu bir gün ispatlayacaktır. Toprak ailesinin üzerinde kara bulutlar dolaşıyor sevgili okur. Bundan bir hafta önce iki oğlu akıl sağlığı yerinde değil diye babalarının mal varlıklarına el koymak istedi. Daha sonra çok sayıda kızı “Kardeşlerimiz yalan söylüyor, babamız son derece sağlıklı” dedi ama aradan birkaç gün geçmeden 70 yaşında adam 17 yaşında bir kız çocuğuyla evlenince bu kez kızları da sinirlendi. Yani akıl sağlığı yerindeyse o kadar da demedik dediler. Yani bu örneği şu yüzden verdim; hayat kısa. Üstelik yaşlandıkça insan kafayı sıyırabiliyor.

    Siz siz olun, yaşlılıktan kafayı yarmadan önce arkadaşlıklarınızın ve dostluklarınızın değerini bilin. Öyle afedersiniz osuruktan hemen soğuk algınlığı geçirip de ortamı soğutmayın. İki dakka ağır laf kaldırın.

    Ama arkadaşlarınız ve dostlarınızdan. Öyle tanımadığınız birinin ağır lafını da kaldırmayın. Hatta, size ağır şakalar yapan arkadaşlarınızla birlik olup o insana baskı kurun. Bakın o zaman o da birden bire nasıl da samimi bir arkadaş haline gelecektir. İşte arkadaşın kelime manasına geldik nihayet! Sırt sırta verebiliyorsan, sırıt sırıtabildiğin kadar. Bu pekiştirici ve bağdaştırıcı yazımız size Ördek suya vırt demiş gibi gelmesin. Eğer öyle gelirse başa sarıp tekrar okuyun. Samimi söylüyorum. Bu çok önemli bir konu. Yemin ederim. Valla billa.

    Ayça Şen
    Radikal, 6 Ağustos 2009.

    Örnek: 5)
    Allah’ın belâsı hükümdarsınız.
    Timur han, Anadolu’yu işgal ettiğinde halka büyük zulüm etmiş, evlerini tarlalarını yakıp yıkmış, birçok kişiyi öldürmüş zalim bir Moğol’dur.
    Akşehir’e yerleştiğinde, şehrin ileri gelenlerinden on beş kişiyi çağırtmış. Tek tek yanına almış ve;
    - “Ben adil miyim, zalim miyim?” diye sormuş.
    “Adilsin” diyeni de, “zalimsin” diyeni de öldürtmüş.

    Ertesi gün tekrar on beş kişi göndermelerini Akşehirlilere emretmiş. Büyük bir korkuya kapılmışlar. Nasreddin Hoca’ya koşmuşlar. Giden heyette bulunması için kendisini ikna etmişler. Heyet Timur Han’ın huzuruna varmış. Timur heyetin başındaki Nasreddin Hoca’ya sormuş:
    - “Söyle bakalım Hoca efendi ! Ben adil miyim, zalim miyim ?”

    Hoca hiç tereddüt etmeden ve kuvvetli bir sesle cevap vermiş :
    - “Siz ne adilsiniz nede zalimsiniz. Siz yoldan çıkmış, azıtmış bu millete Allah‘ın gönderdiği büyük bir belâsınız.” demiş.

    Timur Han bu cevaptan hoşlanıp heyettekileri bağışlamış.


    (K. GARİPOĞLU, Kompozisyon Bilgileri, s. 240)
    (H.F. GÖZLER, Örnekleriyle Türkçe ve Edebiyat Bilgileri, s. 499)
    (E. KANTEMİR, Yazılı ve Sözlü Anlatım, s. 546-549)

    Cevap Yaz Arama Yap

    Tugcedogus

    • 2022-04-16 07:52:45

    Cevap :
    Sözlükte Günlük Nedir:

    Bir kişinin düşüncelerini, duygu ve gözlemlerini günü gününe yazdığı ve o günün tarihini koyduğu yazılar. Ruzname olarak da bilinir. Günlük bir tür anıdır. Ancak günlük günü gününe yazılır, anı ise olayların yaşanmasından sonra kaleme alınır.

    Günlük Nedir? (Detay)

    Günlük Türünün Özellikleri (Tarihi Gelişimi ve Temsilcileri)

    Günlük türünün ne olduğu üzerine kafa yormak, aslında biraz da edebiyatın ne olduğunu düşünmektir. Düzenli olarak tutulmuş, tarih atılmış notlardan mı ibarettir günlükler yoksa bundan fazla bir şey mi?

    Bu konuda en genelleyici tanımı usta günlükçü, romancı André Gide yapmıştı:
    “Günlüğün anıdan tek farkı, günü gününe tutulmuş olmasıdır.” Edebiyatın toplardamarlarından biri olarak her günlük bir portre, bir öykü, bir anı, bir tarih yazısıdır. Yayımlanmak için yazılsın yazılmasın, her günlüğün bir kurgusu vardır. Paris’teki Bir Yabancının Günlüğü yazarı Malaparte’nin dediği gibi, “Günlüklerin, tüm öyküler gibi, bir başı, bir entrikası ve bir sonu vardır.”

    Günlük Türünün Kökeni Üzerine

    Öteki edebiyat türlerinin kökeniyle karşılaştırıldığında, günlüklerin çıkış noktası, yanıtı daha belirsiz bir soru olarak karşımıza çıkıyor. Türün geçmişini irdelemek, günlük yazmanın doğası üzerine düşünmek anlamına da geliyor. Batı’da günlüğün, Doğu’ya göre daha gelişmiş bir edebiyat türü olduğuna kuşku yok. Ama örneğin Japon edebiyatında da 10. yüzyılda yazılmış günlükler bulmak mümkün. Dolayısıyla günlük türünün hem Doğu hem Batı kültürlerinde, kendine özgü şartlar altında biçimlendiği söylenebilir. Peki, nedir günlük yazmak? Başlı başına, bir ömür adamayı gerektiren bir yazı uğraşı mı? Öyküden, şiirden kesilince başvurulan bir teselli mi? Yoksa yazın kuramlarını, yaşanan dönemin olaylarını taslak halinde sunan birer belge mi? Sağlıklı saptamalar yapabilmek için günlükleri farklı başlıklar altında değerlendirmek en doğrusu.

    Edebiyat Günlükleri

    Bir edebiyat günlüğü, yalnızca bir edebiyatçının elinden çıkmış günlük değil, edebiyat olaylarına, kişilerine ve sorunlarına yönelmiş günlüktür. Özellikle Batı’da, 20. yüzyılda yaygınlaşan bu tür günlükler, “özel günlük” olma niteliğini de taşır. Aynı zamanda başka türlerde yapıtlar veren André Gide, Julien Green, Max Frisch, Stefan Zweig gibi yazarlar, geride edebiyat günlüklerinin seçkin örneklerini bıraktılar. Örneğin Gide, Kalpazanlar adlı romanını yazdığı süreçte bir günlük tutmuş ve yapıtının aşamalarını, kuramını apaçık ortaya koymuştu. Öte tarafta, Gide’in bu ‘edebiyat’ günlükleri, en özel günlüklerden de sayılır, onu, yazarın kendi iç dünyasına vurduğu bir neştermiş gibi ürpertiyle okuruz. Edebiyat günlüklerinin iki unutulmaz örneği de, Katherine Mansfield ve Virginia Woolf’un günlükleridir. Mansfield, henüz 16 yaşındayken yazmaya başladığı Bir Hüzün Güncesi’nde, yazarlık tutkularını, hırslarını, kıskançlıklarını, kırgınlıklarını içtenlikle ortaya serer. Bu hüzünlü günlük, Mansfield’ın erken ölümünden sonra yayımlanmıştır. Virginia Woolf da, Bir Yazarın Günlüğü’nde, adından da anlaşılabileceği gibi, yapıtını ve yazarlığını merkeze alır. Bir Yazarın Günlüğü türünden metinler, bugün edebiyat tarihçileri ve meraklı okurlar için hazine değeri taşıyor.

    Günlüğün İntihar Yüzü

    Edebiyat günlükleri, geçen yüzyılda yaygınlaşırken bir özellik daha kazanmıştı:
    Yazarı hayattayken yayımlanmak. Bu durum, günlüklerin ne kadar içten olduğunu sorusunu getirse de Cocteau, Maugham, Maurois, Gide, Green gibi birçok yazar günlüklerini sağlıklarında yayımladılar. Belki biraz da bu yüzden, günlüğünü hayattayken yayımlamayanların yazdıkları daha ‘içten’ bulundu. Hele bir de yazarının müntehir olması, günlüklere ayrı bir çekicilik ve sahihlik katıyordu.

    İntihar eden iki yazarın, Cesare Pavese ve Sylvia Plath’ın günlükleri, bunun en iyi iki örneğidir. Cevat Çapan’ın dilimize Yaşama Uğraşı adıyla kazandırdığı Pavese’nin günlüğü, edebiyat tarihinin en sarsıcı metinlerinden biri belki de. Çok iyi bir edebiyat günlüğü sayılabilecek Yaşama Uğraşı, adım adım intihara giden bunalımlı bir yazarın iç dünyasını, hiçbir ‘özel’ günlüğün yapamayacağı kertede ustalıkla yansıtır. Pavese, bir otel odasında canına kıydıktan sonra kitaplaşan ve uzun yılları kapsayan bu günlük, neredeyse yazarının öteki yapıtlarını gölgede bırakmıştır. Sylvia Plath’ın günlükleri de intiharından sonra kocası Ted Hughes’un ‘müdahale’siyle yayımlanmıştı. Başyapıtı Sırça Fanus kadar olmasa bile, Plath’ın günlüğü yıllardır ona yakın bir ilgiyle okundu, okunuyor.

    Okuma günlükleri, eleştiri günlükleri, sanatçı günlükleri
    Zaman içinde edebiyat günlüklerinin de alt kolları oluştu. Eleştiri günlükleri, okuma günlükleri yazılmaya başlandı. Bunun Türkçede yayımlanan son örneği, Alberto Manguel’in Okuma Günlüğü adlı yapıtıydı. Öte yandan, günlük, modern romanda da bir imkân olarak belirdi, bir anlatım tekniğine dönüştü. Örneğin, çağdaş edebiyatın büyük yapıtları Sartre’ın Bulantı’sı, Rilke’nin Malte Laudris Bridge’nin Notları ya da Martin Walser’in Jocob Von Gunten’ı, günlük biçimiyle yazılmıştır. Fernando Pessoa’nın başyapıtı Huzursuzluğun Kitabı, niçin okurun karşısına hep farklı kimliklerle çıkan şairin günlüğü olarak okunmasın? Yalnızca yazın türleri değil, öteki sanatlar da geride günlük edebiyatı için hatırı sayılır metinler kalmasını sağlamıştır. Kierkegaard’ın günlüğü, felsefe tarihinin en önemli yapıtlarından biri olarak önümüzde duruyor. Marcel’in günlüğü ve Camus’nun Defterler’i de hem günlük edebiyatı hem de felsefe tarihi için önemli metinler. Rousseau’nun İtiraflar’ı ise olsa olsa günlük türüyle akraba sayılabilir. Ressamlar bu konuda felsefecilerden daha üretken: Dali’nin, Delacroix’nın, Klee’nin günlükleri iyi birer sanatçı günlüğü olduğu kadar resim sanatı üzerine ilginç düşüncelerin gelişmesinde etken olmuşlardır.

    Sinemacılardansa Cocteau’nun, Zavattini’nin, Tarkovski’nin günlükleri unutulmamalı. Özellikle, Türkçeye Zaman Zaman İçinde adıyla çevrilen Andrei Tarkovski’nin günlüğü, sadece sinema tarihi için değil, edebiyat tarihi için de eşsiz bir eser olarak nitelendirilmeyi hak ediyor. Batı edebiyatının, günlük türünün kökleşmesini iyi şair ve yazarlara borçlu olduğunu söylemek, herhalde yanlış olmaz. Victor Hugo’dan Charles Baudelaire’e, Goethe’den W.B. Yeats’e, Dostoyevski’den Whitman’a kadar birçok soy şairin, yazarın yolu günlüğe uğramış. Kafka’nın günlüğünü okuduğunuzda, bunu ancak Kafka’nın yazabileceğini sezersiniz. Marcel Proust, Stendhal, Gombrowicz, Romain Rolland, Batı’dan ilk akla gelen öbür günlükçüler. Bir de, bizim edebiyatımızda hiç olmayan, bütün ömrünü günlük yazma işine vermiş Thoreau, Léataud, Anais Nin, Amiel (tam 174 defter doldurmuştur!) gibi isimler var ki, onlara yalnızca saygı duyulur!

    Türk Edebiyatında Günlük

    Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yirmisekiz Çelebi Sefâretnamesi ya da Silahdâr Tarihigibi kimi eserlerde bazı olayların günlük biçiminde anlatılmasını saymazsak, edebiyatımıza Batı’daki anlamıyla günlük Tanzimat’tan sonra girmiştir. Ancak neredeyse romanla yaşıt olan bu türün edebiyatımızda yeterince geliştiğini söylemek zor. Türkçede yayımlanmış ilk günlük, Ali Bey’in Seyahat Jurnali’dir. Ali Bey’in, eserinin adında jurnal (Fransızca ‘journal’) sözcüğünü tercih etmesi, günlüğün bize pek çok başka tür gibi Batı kanalıyla geldiğini gösteriyor. Jurnal sözcüğü, Cemil Meriç gibi birkaç istisna dışında, fazla tutunamamış, yerini ‘günce’ ve ‘günlük’ sözcüklerine bırakmıştır. Ataç’ın savunduğu ‘günce’nin de bugün ‘günlük’ kadar yaygın olmadığı söylenebilir. Zaten günce’yi savunan Ataç’ın, Fournier’den yaptığı Adsız Köşk çevirisinde günce yerine ‘ruzname’ ve ‘hatıra defteri’ sözcüklerini kullandığını da unutmamak gerekiyor.

    Ali Bey’in Seyahat Jurnali’nden sonra Batılı anlamıyla aslında ilk edebiyat günlüğü sayılabilecek Şair Nigar Hanım’ın günlüğü geliyor. Bu eserin bir kısmı, şairin ölümünden 40 yıl sonra Hayatımın Hikâyesi adıyla yayımlanmıştı. Ahmet Refik’in Kafkas Yollarında adlı seyahat günlüğünden başka, Sultan Reşad ve Vahdettin dönemlerinde sarayda başmabeyncilik yapan Lütfi Simavi’nin notları da günlük olarak nitelenebilir. Yine günlük sayabileceğimiz İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın defterleri ise yayımlanmadı. Atatürk’ün Anafartalar Savaşı sırasında tuttuğu günlükler, ölümünden sekiz yıl sonra Türk Tarih Kurumu’nca basılmıştır. Cumhuriyet öncesinin önemli yazarlarından Ömer Seyfettin’in Ruznameler’i de kitap olarak yayımlanmamış günlükler arasında yer alıyor.

    İki öncü: Salâh Birsel ve Ataç
    Ruşen Eşref Ünaydın, Falih Rıfkı gibi Cumhuriyet dönemi yazarlarının günlüklerinden bazı parçalar kimi kitaplarında yer alsa da, edebiyatımızda hâlâ dolaşımda olan günlükler denince iki isim akla geliyor: Ataç ve Salâh Birsel. Ataç, Günce’siyle hem bir edebiyat günlüğü ortaya koymuş hem de devrinin edebî eğilimlerine yön vermişti. Salâh Birsel ise Kuşları Örtünmek, Nezleli Karga, Bay Sessizlik, Aynalar Günlüğü, Yaşlılık Günlüğü gibi kitaplarıyla çağdaş edebiyatımızın öncü günlükçüsü oldu. Onun kuşakdaşları sayılabilecek Nuri Pakdil ve Orhan Burian’ın günlükleri de bu iki edebiyat adamını tanımak için eşsiz metinler. Burian’ın günlüğü geçen yıl YKY tarafından yeniden yayımlanmıştı.

    Şair Günlükleri

    Cumhuriyet’ten bugüne doğru günlük yazarlarının beklendiğince çoğalmadığı görülüyor. Şairlerin değil de daha çok düzyazıyla uğraşanların Türk edebiyatında günlük tutmuş olduğunu saptamak mümkün. Bir öykücünün, Tomris Uyar’ın Gündökümleri adıyla yayımlanan günlükleri, hem niteliği hem niceliği düşünülünce, Türkçenin sayılı günlüklerinden biri olarak adlandırılmayı hak ediyor. Cemil Meriç’in iki cilt halinde yayımlanan Jurnal’i ise sadece Türkçede değil, dünya edebiyatında benzerine zor rastlanacak bir yapıt. Romancılardan ilk akla gelen, Oğuz Atay’ın Günlük’ü. Atay’ın hastalığı sürecinde kaleme getirdiği bu günlük daha çok kendi yapıtları üzerinden şekilleniyor. Şairlerden ise akla gelen, elbette, Cemal Süreya’nın Günler’i; tıpkı şiirleri gibi, dönüp dönüp okunacak bir kitap. Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak adlı, “Ne çok acı var.” kült cümlesiyle başlayan günlüğü de Türkçenin benzersiz yapıtlarından biri olarak kalacak. İlhan Berk’in günlüğü El Yazılarına Vuruyor Güneş ise şairin unutulmaz düzyazı kitapları arasında yer alıyor. Hilmi Yavuz’un Geçmiş Yaz Defterleri, felsefe-edebiyat arasında, parçalı yazı’lardan oluşan ve edebiyatımızda türünün tek örneği olan bir günlük sayılabilir. Yavuz’un 30 defteri bulan öteki günlüklerinin yayımlanıp yayımlanmayacağını ise zaman gösterecek. Hulki Aktunç da defter dolusu günlük tutan gizli günlükçü şairlerden. Bunları yayımlamayacağını söylese de, bir ara, Kitaplık dergisinde yayımladığı Kediler Günlüğü’nden bir parça ile okurlarını umutlandırmıştı. Bir başka şair Turgut Uyar’ın günlükleri ise ne yazık ki kitap olarak yayımlanmadı. Sezai Karakoç’un gerçekten Kırmızı Horoz - Doğulu Bir Werther adlı bir günlüğü var mı? Güven Turan vakti gelince günlüklerini yayımlayacak mı? Zaman gösterecek….

    Adalet Ağaoğlu’nun ‘dert dökme defterleri’ Usta romancımız Adalet Ağaoğlu’nun geçtiğimiz haftalarda iki kitap halinde yayımlanan günlükleri, hem yayın dünyasındaki en ‘taze’ günlükler olması hem de yakın entelektüel tarihimize ışık tutması bakımından önem taşıyor. Damla Damla Günler başlığıyla yayımlanan eser, 1969 yılından, Adalet Ağaoğlu’nu TRT’den istifaya doğru götürecek ‘karar zamanı’ndan başlıyor; 22 Temmuz 1996 tarihinde yazarın uğradığı ‘trafik saldırısı’yla sona eriyor. Günlüğün ilk cildinde yazarın Ölüme Yatmak adlı romanını nasıl zihninde kurguladığını, ‘karnında taşıdığını’ okurken, bir yandan da entelektüel çevrelerde kimlerin cunta yanlısı olduğunu, hangi yazarların özgürlükçü bir tutum sergilediğini öğreniyoruz. Damla Damla Günler, Sevgi Soysal’dan Muhsin Ertuğrul’a, Orhan Kemal’den Behçet Necatigil’e kadar isimlerin yer aldığı bir yakın edebiyat tarihi resmigeçidi. Adalet Ağaoğlu’nun, kendi deyişiyle, bu ‘dert dökme defterleri’, tıpkı romanları gibi edebiyatımızın seçkin bir burcunda hep var olmayı sürdürecek. Oktay Akbal, Anılarda Görmek, Geçmişin Kuşları ve Yeryüzü Korkusu adlı üç günlüğünde öykülerindeki sıcak dünyayı yansıttığı kadar edebiyat dünyasına dair birçok anekdot da aktarıyordu. Muzaffer Buyrukçu’nun uzun günlükleri içinse ‘anekdot günlükçülüğü’ demek daha yerinde olur. Fethi Naci’nin eleştiri günlükleri, Türkçede başka örneği olmayan yapıtlardır. Naci’nin günlüklerini okurken kuram bilgisinin yanında edebiyat lezzeti ve yaşanmışlığın sıcaklığını da buluyor insan. Memet Fuat’ın son yıllarını anlattığı günlüklerinin hayatı boyunca tutulmuş olması, kuşkusuz, edebiyatımız için büyük kazanç olurdu.Günlük, yayımlanmak için mi yazılır? Yazanın kendini temize çıkarma çabası mıdır yoksa bir iç döküş mü? Kişi, günlük yazarken ne kertede içten olabilir? Bu soruların, yazılmış günlükler kadar çok cevabı var. Ne olursa olsun, günlük bir edebiyat türüdür. Sabır işidir. Yaşanmışlığın tadı kadar gündeliğin ayrıntılarıyla da güzelleşir günlükler. Kimisi, içtiği çayı yazar günlüğüne, bu bile güzeldir. Çünkü bir yazardır o çayı içen… Günlüğün olduğu yerde herkes sustuğundan, yazan devleşir. Bazen de bütün çaresizliğiyle okurunun karşısındadır. Salâh Birsel, günlüklerinden birinde, “Ölmeden bu günlük güzelleşmiş olamaz.” yazmıştı. Günlük tutmak, işte bu duygudadır. Günlük, gelecekte bir gün en çok okunan tür olabilir mi? Bir şey söylemek zor. Ancak günlüklerin, edebiyat var oldukça yaşayacağı kuşku götürmez. Çünkü edebiyat, ayrıntı demektir.

    “Her gün not tutun; açık, okunaklı. Tarih atmayı da unutmayın. Hayatımın günlüğünü günü gününe tutmuş olsaydım, şimdilerde bir Larousse sözlüğü olurdu elimde. Duyulmuş, derlenmiş bir kelime, yeniden karşılaşılan bir dünyadır. Ah, neler yitiriyoruz! Bütün o yitirdiğimiz incileri düşünün! Hayatınızın günlüğünü yazın!”
    Max Jacob, Genç Bir Şaire Öğütler, çev. Salâh Birsel

    Bu Günlükleri Okumadan Ölmeyin

    1. Yaşama Uğraşı, Cesare Pavese, çev. Cevat Çapan
    2. Günlükler, Franz Kafka, çev. Kâmuran Şipal
    3. Günlük, Andre Gide, çev. N. Alsan
    4. Huzursuzluğun Kitabı, Fernando Pessoa, çev. Saadet Özen
    5. Apaçık Yüreğim, Charles Baudelaire, çev. Sait Maden
    6. Zaman Zaman İçinde, Andrei Tarkovski, çev. Seda Kervanoğlu
    7. Jurnal 1-2, Cemil Meriç
    8. Yaşamak, Cahit Zarifoğlu
    9. Bir Hüzün Güncesi, Katherine Mansfield, çev. Şadan Karadeniz
    10. Günlükler, Soren Kierkegaard, çev. İbrahim Kapaklıkaya

    Bu Günlükleri Bulursanız Okuyun

    1. Bir Yazarın Günlüğü, Virginia Woolf, çev. Fatih Özgüven
    2. Sylvia Plath’ın Günceleri, çev. Şadan Karadeniz
    3. Hastane Günlüğü, Hervé Guibert, çev. Tahsin Yücel
    4. Tutsaklık Güncesi, Louis Althusser, çev. Esra Özdoğan
    5. Günlükler, Stefan Zweig, çev. İlknur Özdemir
    6. Defterler, Albert Camus, çev. Ümit Moran Altan
    7. Gündökümü, Tomris Uyar
    8. Günler, Cemal Süreya
    9. Aynalar Günlüğü, Salâh Birsel
    10. El Yazılarına Vuruyor Güneş, İlhan Berk

    Keşke Günlükleri Türkçeye Çevrilse

    1. Hermann Melville
    2. Victor Hugo
    3. J. W. Goethe
    4. Witold Gombrowicz
    5. Romain Rolland
    6. Novalis
    7. Walt Whitman
    8. Henry James
    9. Stendhal
    10. W.B. Yeats

    Keşke Günlük Tutsalardı

    1. Oscar Wilde
    2. Behçet Necatigil
    3. Immanuel Kant
    4. Şeyh Galib
    5. Thomas Bernhard
    6. Vüs’at O. Bener
    7. Arthur Rimbaud
    8. Bilge Karasu
    9. J.D. Salinger
    10. Ahmet Hâşim

    Günlük Örnekleri

    Günlükler arasında bir zaman yolculuğu
    CEMAL SÜREYA’DAN
    543. Gün

    Milliyet Sanat’a uğradım. Fethi Naci Eleştiri Günlüğü’nü yollamış. TV’de, sekiz otuz haberlerinde, birden, Edip Cansever’in ölüm haberi verildi. Bu
    haber inanılmaz ölçüde sarstı beni. Rastlanmadık bir biçimde ve yüksek sesle ağlamaya başladım. Oğlum fazla kaygılanmış, gelip avutucu şeyler söyledi.
    Turgut’ta bunca sarsılmamıştım. Üst üste gelişte bir şey var belki. Otuz yıllık arkadaşımdı. Yalnız sanat serüvenimizi değil, haya serüvenimiz de iç içe durumlar yaşamıştır.
    544. Gün
    Sabah altıda evden çıktım. Bomboş sokakları dolaştım durdum. Başımda bir uğultu. Tuhaf da bir heyecan. Rıhtımda yürüdüm. 1 Haziran 1986” (Günler)
    ***

    --------------------------------------------------------------------------------
    FERİT EDGÜ’DEN
    Degerndorf, aralık, 58

    … Duygusuz. Yola çıktığımdan beri duygusuz, her şeyin önünde ve her yerde. Her şey yabancı; her şey ilgimin dışında. Az önce balkona çıkıp ap ak çevreye bakarken yeniden anladım bunu. Kar burada her şeyi örttü. Olduğum yerden hiçbir şey görünmüyor; ne bir ağaç, ne bir ev, hiçbir şey. Her yer ap-ak. Gözyorucu bir aklık (boşluk?).
    (…)
    Yazmayı denemiyorum bile. Bu boşlukta yazmak? Niçin? Kimin için? Nasıl? Ordan oraya bocalıyordum. Şimdi biraz duruldum. Yazmak diye bir sorunum yok. Giderek belki okumak diye bile. Yanımda getirdiğim kitapların hemen hiçbirine el sürmüyorum. Bir çukur oluşuyor çevremde, bu çukura gün geçtikçe daha bir gömüldüğümü duyuyorum.
    … Acı çekme isteği. Kendini yeniden bulma.
    (Bir Günlüğün Günlüğü-kitaplaşmamıştır)
    ***

    --------------------------------------------------------------------------------
    TURGUT UYAR’DAN
    30.01.1956

    Az konuşur olmayı, suskun olmayı erdem saymıyorum artık. Kendini kaçırmak, kendini gizlemek gibi geliyor bana.
    27.02.1956
    İzinliyim. Boşum. İlgisiz dolaşıyorum sokaklarda. Bu boşluk, bu kayıtsızlık
    ürküntü veriyor bana. Doğaya uygun, yapmacıksız bir yaşama özlüyorum.
    Kurtuluşumuz şiirden falan gelmeyecek, yaşamamızdan gelecek gelecekse.
    3.1.1956
    Nigâr Hanım’ın şiirlerini okudum. Elbette ilkel şiirler birçoğu. Ama birden
    düşünüyorum. “Gücenme, aslı harâbım senin firâkında” dizesi, bir bakıma, bir şiir geleneğinin yenilenmesi döneminde, yeni bir duygu, yeni bir söyleyiş
    sayılamaz mı?
    Geçmiş ozanları, duygularının, söyleyişlerinin cılızlığı yüzünden küçümsemek doğru mu? Duygular yeni, biçimler, duyarlanma yeni. Bugün bu şiirleri, dolayısıyla bu duyguları, ancak eski şiirler öyle yazıldığı için daha iyi anlıyoruz. Öyleyse, iyi kötü bütün geçmiş ozanlara selam.
    (Günlük-kitaplaşmamıştır)
    ***

    --------------------------------------------------------------------------------
    ALİ CANİP YÖNTEM’DEN
    Cuma, 5 Mart 1920

    Bugün öğleye kadar evde uyudum. Sonra sokağa çıktım. Arkadaşlardan diş tabibi Şevki Bey’le Cafer, Ömer’i ziyarete gelmişlerdi. Fakülteye götürdüğümüzü söyledim. Oraya gittiler.
    Cumartesi, 6 Mart 1920
    Öğle üzeri fakülteye gittim. Doğru Ömer’in odasına girdim. Bitap yatıyordu.
    Elini elime aldım. Ter içindeydi. Burnunun delikleri kararmış gibiydi. Nefesi de intizamsızdı. Hizmetçi kadınlara sordum. Gece çok sayıklamış, “Burası hastane değil, tımarhane… Ben Canip’e gideceğim!” demiş. Dalgındı, “Ömer! Ömer!” diye seslendim. Gayet fersiz gözlerle bana baktı: “Tanıdın mı?” dedim. Kendine mahsus çabuk ifadeyle kafasını sallayarak “Canip!” dedi, yine daldı. Kâğıdına baktım: hararet “39,2” şeker litrede 28. Bir müddet bekledim. Sonra tekrar seslendim: “Ömer, konsültasyon günü yarınmış, erkenden gelirim. Artık gideyim mi?” Kafasını
    salladı “Git, git!” dedi. Yeis içinde ayrıldım. Fakat hâlâ ümit ile doluydum.
    Çünkü Ömer ve ölüm birbirine tamamıyla yabancı iki şeydi. Eve gelirken deniz kenarında hizmetçime rasgeldim. Bana doğru koşuyordu. “Ne var?” dedim. “Sizi Tıbbiye’den istiyorlarmış. Rıdvan Beyler’de bekliyorlar” cevabını verdi. Soluk soluğa komşumuza gittim. Ortada bir fevkalâdelik vardı. Nihayet anlaşıldı: Ömer ölmüş!…
    (Ömer’in Ölüm Hastalığına Dair Notlarım-Ömer Seyfettin, 1947)
    ***

    --------------------------------------------------------------------------------
    ŞAİR NİGAR HANIM’DAN
    31.10.1917

    İleride, bu satırlar bir kimsenin gözüne değerse, defterin güzelliğine
    şaşılmasın! Onu, bugün, Mahmutpaşa’da satın aldım, ama, az kaldı canım pahasına. Aman Yarabbi! İstanbul’umuza böyle ne oldu? Kalabalıktan tramvaylara girmek kabil değil ki! Toptan gülle çıkar gibi zorla bir vagona attım. Bu, tramvaya girmek değil, ezilmek, üst baş parçalamak… Ne oldu halkımıza Yarabbi? Bu her yeri dolduran kifayetsiz, kaba, kötü dilli insan kalabalığı nereden geldi? Evde yalnızlığıma, sokakta bu kalabalığa dayanamıyorum, ağlayacak hale geliyorum. İşte böyle, avunmak için, avare bir kuş gibi çırpınıyorum. Şu defterle de dertleşmesem çıldıracağım.
    8.2.1918
    Dün Naciye Sultan’a telefon edip “Pek göreceğim geldiyse de vasıta bulunmadığı için mehcur kaldığımı” söylemiştim. Lütfen araba gönderdi. Havanın şiddetine rağmen pek rahat gittim. Beşe kadar birlikte vakit geçirdik, çay içtik. Sultan Efendi pek ziyade iltifat etti,
    -Bu harb ne zaman bitecek?
    diye benden sordu. Halimiz ne olacak Yarabbi? Acıklı insanlık daha ne zamana kadar böyle inleyecek?
    (Hayatımın Hikâyesi)
    ***

    --------------------------------------------------------------------------------
    CAHİT ZARİFOĞLU’NDAN
    ANKARA 1978 28 KASIM

    Üstad Necip Fazıl’ı Mola otelinde ziyaret ettik. Büyük Doğu’yu son beş sayı
    çıkarıp kapayışından sonra, arkadaşlar Akif, Erdem, Rasim onunla ilk kez
    karşılaşıyorlar. Alaeddin ve Mehmet de var. Üstad:
    -Büyük Doğu son çıkışında en parlak dönemini yaşadı. Kapanmasında çeşitli
    nedenler oldu. Ama en büyük amil siz oldunuz, dedi.
    Otelin ilk katında, lobideyiz. Üstad sakin, yumuşak ve yalnız. Saat 18’de beni Akabeden aradığında,
    -Arkadaşlara da haber ver, gelsinler, son bir görüşme yapalım, dedi. Erdemle Rasim’i görebileceğimi söyledim. Bu telefondan az önce, bu ikisine Üstad’ın önceki gelişinde yine kendilerini istediğini; ancak kendilerine haber
    veremediğimi anlatıyordum. Telefon tam o anda geldi. Büroya çıktık. Yine
    Üstad’ın telefonu. Bu kez Akif’le Hasan’ı da haberdar etmemi istedi.
    Lobi tenha. Üstad:
    -Bana giran geldiniz, diyor. Geçen olayları kısaca özetliyor. Rapor 4’te
    yazdıklarını ılımlı bir dille tekrar ediyor bir bakıma.
    (…)
    Üstad’ın söylediklerini, aradan 24 saat bile geçmediği halde hemen hemen hiç hatırlamıyorum. Tek tek cümleler aklıma geliyor. Mesela,
    -Yalnızım, dedi.
    Ondan böyle bir şeyi ilk defa duydum. Korkuyor insan.
    (…)
    (Yaşamak)
    ***

    --------------------------------------------------------------------------------
    OKTAY AKBAL’DAN
    28 Aralık Çarşamba

    Ocak’ın 29’unda tam on yıl olacak. Ziya Osman Saba’yı karlı bir havada Eyüp’te toprağa vermiştik. Yıllar çabuk mu geçiyor belirli bir yaştan sonra? Çocuklukta günler, haftalar bitmezdi bir türlü. Ama yolun yarısına gelmeyegör, her şey kopuk bir film gibi akıveriyor… Ziya Osman’ı son görüşümde ince bir dosya çıkarmıştı çekmeceden. “Nefes Almak” yazıyordu üzerinde. Yeni kitabıydı. “Ölümümden sonra çıkacak,” demişti. “Haydi haydi,” demiştim, “Okurları o kadar bekletmeye hakkın var mı?” Gülümsemişti. Birkaç hafta sonrasını mı düşünerek.
    Ben düşünememiştim o günden ötesini. Canlı bir insanın, hele bir dostun, bir sevilenin yok olabileceğini düşleyemiyoruz.
    On yıl geçip gitmiş bile. Şiirlerini karıştırıyorum. Bilmeyen, Ziya Osman’ı
    yaşamı süresince ölümü özleyerek bekleyen biri sanır. Hep ölüm, hep ölüm
    düşünceleri. O ölümü değil, dünyada bulunamayacak bir çeşit “yaşam”ı özlüyordu.
    (Anılarda Görmek)
    ***

    --------------------------------------------------------------------------------
    HİLMİ YAVUZ’DAN
    Sabah, 24 Mayıs

    Bu kaldırımüstü açık hava kahvesini seviyorum. Sabahları güneş almıyor ve rüzgâr duyumsanabiliyor. İlkyaz sabahları bu kentte, bir ağaç hışırtısıyla, işte buradayım, bu kahvede çayımı içmeye hazırlanıyorken, birden, bir kokuyla, belirsiz, geliveriyor. Kağşamış gövdemi üşütmemeye çalışarak ve onunla, o yaşlı, atık gövdeyle, genç ilkyaz arasındaki karşıtlığı bilincimde kavrayarak; bilincimin, işte bir ince dilim limon koyup, gövdeyle ilkyazın bileşimi olduğunu düşünerek, içiyorum çayımı.
    Eskiden, çok eskiden bir öykü yazmıştım. Malte gibi söyleyeyim: Ah, öyküler yazardım ben, genç kızların mavi kurdelelerinden söz açan, düz pabuçlu ve ince beyaz pardösüleri olan ve yağmurlardan; o öykülerden birinde, akşamları sokağa çıktığımda yüzüme menekşelerin atıldığını yazmıştım; -ve ‘ah, cumartesiler başkadır, sokaklar başkadır’ diye yazmıştım. Şimdi burada, bu zarif kaldırımüstü kahvesinde, İstanbul’da, ondan asla kopamadığım için beni izlemeyen bu kentte,
    (şimdi neler çağrıştırıyor, bu kent, ‘polis seni izliyor’lardan, polis
    izliyor’a) bu cumartesi sabahı, limonlu çayımı bitirmek üzereyken ve nedense bir çay daha isteyerek, gündelik yaşamımı inceltiyorum sanki.
    (…)
    (Geçmiş Yaz Defterleri)
    ***

    --------------------------------------------------------------------------------
    CEMİL MERİÇ’TEN
    26.2.1963

    Ağaç her gün meyve vermez. Konuşmayan ağaçlar da vardır. Ne dallarında çiçekler gülümser baharları, ne çiçeklerinde arılar dolaşır. Konuşmayan ağaçlar da var…
    Zindanda söylenen şarkıyı kim dinler? Zindanda söylenen şarkı ölüm kokar, zincir kokar, küf kokar. Ölüm açacak kapısını bir sabah o zindanın, ardına kadar. Kuşlar gibi geçiyor günler önünden, cıvıldamıyorlar. Günler tren, günler mavi ufuklarda eriyen birer ümit. Kanatlarından yakalayamıyorsun kuşları. Tren sessiz gidiyor rüya ülkelerine.
    (Jurnal - Cilt 1)
    ***

    --------------------------------------------------------------------------------
    TOMRİS UYAR’DAN
    26 Aralık 1975

    Öykü kitabım çıkmış. Cağaloğlu’na inip alacağım birkaç tane.
    Hava yağmurlu, pis. Köprünün tam ortasındayken yaygın, büyük bir kızıllık aldı gözümü. Şoför de şaşırdı. Birilerine sorduk, Gürün Han’da yangın çıkmış. Öteki hanlara da sıçramış.
    Halk öyle alışık ki böyle olaylara, kılı bile kıpırdamıyor. Sıkışan trafiği
    yarıp güvercinlere yem atanlar var, kimse başını çevirip yangına bakmıyor. Oysa gök ürkütücü, kara dumanlarla kaplı.
    İlk kitabımı basacak biri çıktığında bayağı sevinmiştim. Çünkü büyük çoğunluğun çarçabuk benimseyeceği bir iş yaptığımı sanmıyorum, bunu anlamam epey vakit aldı; ama artık kimlere seslendiğimi biliyorum. Bana dar, küçük gelen hiçbir şeyi kullanamayacağımı da.
    Üç-beş kitap alıp eve döndüm. Kapağı elledim, sevdim. Bütün nesneleri,
    varlıkları ancak dokunarak tanıyabiliyorum. Bir kadının saçlarının parlaklığını, inceliğini, bir erkeğin omuzlarını ancak değince anlayabiliyorum. Kitabım da artık benim sayılamayacağına göre, onu da dokunarak kavramaya çalıştım.
    (Gündökümü)
    ***

    --------------------------------------------------------------------------------
    ATAÇ’TAN
    17 Nisan Cuma, 1953

    Baktım çocuklar uçurtma uçuruyor. Her yıl, ilkyaz aylarında, uçurtmayı gördüm mü, bir üzünç duyarım içimde, ağlamaklı olurum. Ben uçurtma uçurmadım ki!
    Çocukluğumda pek isterdim, o renk renk kâğıtlardan yapılmış uçurtmaların
    havalanmasına içimi çekerek bakardım. Annem bırakmazdı beni uçurtma uçurmama.
    Günah mıymış neymiş, öyle bir şey uydurmuştu.
    (…)
    Çocukluğum olmadı benim. Çocukluğu olmayanın gençliği de olmaz. Bir şey
    söyleyeyim mi ben size? İhtiyarlığı da olmuyor böylesinin. Hani güzel bir
    ihtiyarlık vardır, insan çocukluğunda yaptıklarını, gençliğinde yaptıklarını
    hatırlar, anlatır da gözlerinin içi parlar, ben kendimde değil, başkalarında
    gördüm onu. Çocukluğu, gençliği olmamış kişinin yaşlılığında da bir tatsızlık
    var, yalnız ölümü düşünüyor, ölümden korkuyor, işte o kadar.
    (Günce: 1)
    ***

    --------------------------------------------------------------------------------
    NECİP FAZIL’DAN
    Cuma, 9 Ocak

    Bugün hava yağmurlu ve puslu… Saat 2’ye 5 var… Bu âna kadar defterimi açamadım.
    Halim bir tuhaf…
    Bugün anladım ki, beni delikten çağırdıkları, meydancı gelip “Bir isteğin var
    mı?” diye sorduğu, berberin tıraşa geldiği, hasılı insanlarla temas ettiğim an, üstüme acayip bir uyuşukluk, sinsi bir donukluk, anlatılmaz bir garipseme hissi çöküyor. Hayret! Bir aylık yalnızlığın tesirine bakın! Hayırdır inşallah; nereye gidiyorum?
    Perşembe, 15 Ocak
    Şiir kitabımı bitirdim; ve güya rahat bir nefes aldım. Hava suratlı…
    Saat üç buçuk… Gaz sobam trampet çalıyor. Yevmiyemin 40’ıncı gününe rastlayacak olan 20 Ocak Salı gününün iple çekiyorum.
    Cuma, 16 Ocak
    Allah… Başka tek kelime söyleyemeyecek haldeyim.
    (Kırk Günlük Hapishane Yevmiyesi-Cinnet Mustatili)
    Sayı: 19
    Bölüm: Kapak


    Cevap Yaz Arama Yap

    Tugcedogus

    • 2022-04-16 07:52:45

    Cevap :
    Sözlükte Roman Nedir:

    İnsanın veya çevrenin karakterlerini, göreneklerini inceleyen, serüvenlerini anlatan, duygu ve tutkularını çözümleyen, kurmaca veya gerçek olaylara dayanan uzun edebî türe ve bu türde yazılmış eserlere roman denir. Ttürkçe'ye fransızca'dan geçmiştir. Belli bir tarihsel ya da coğrafi çevre içindeki belli bir kişi ya da bir grup insanın başından geçenleri, bu insan ya da insanların iç ve dış yaşantılarını belli bir kronolojik, mantıksal, duygusal ya da sanatsal ilişkiyi gözeterek öyküleyen ve belli bir uzunluğu aşan anlatılar için kullanılan edebi terimdir.

    Edebi türler içinde en yenisidir. Çünkü matbaanın bulunması ve kentsoylu bir okur kitlesinin ortaya çıkmasından sonra gelişmiştir. Tanımlanması zor bir edebi türdür. Gelişmesini tamamlamamış tek türdür denebilir. Bunun bir nedeni romanın tarihsel koşullara bağlı olması, diğer nedeni ise yazarına geniş bir özgürlük ve deney alanı bırakmasındandır. Romanın ataları arasında nesirsel özellikler taşıyan petronius’un satyricon (1’inci yüzyıl) ve apuleius’un metamorphoseon’u (2’nci yüzyıl) gösterilir. Roman düzyazıyla yazılır. Anlatılan olaylar kahramanlık öyküleri değil, sıradan insanların günlük yaşantılarıdır. anlatılan olaylar, saraylar ve savaş alanları gibi destansı mekanlarda değil, sokaklar, evler, meyhaneler gibi sıradan mekanlarda geçer. Olaylara yön veren tanrılar değil, kişilerin kendi tutum, davranış, duygu ve düşünceleridir. Kullanılan dil, nazım türlerinde olduğu gibi ağdalı değil günlük ve sıradandır.

    Roman tarihe en bağlı edebiyat türüdür. toplumsal, politik olaylar gelişmelerle de yakın ilişkidedir. Romanın tarihe bağlı oluşu, çok köklü bir geçmişi olmayan yeni bir sınıfın, yani burjuvazinin kendine tarih içinde bir geçmiş, şimdi ve gelecek kurma çabasından doğmuş olmasında yatar. 18. yüzyıl romanlarının çoğu, burjuvazinin aristokrasiye karşı mücadelesinde kullanılmak üzere kaleme alınmış metinler gibidir.
     
    Roman, işte bu nedenle, felsefe ve sanattan boş inançları kovmak ve bunların yerine akıl ve gerçeği geçirmek isteyen bir kültürel dönüşümün ürünüdür. Bu nedenle toplumların gelişimine, yani tarihe kopmaz biçimde bağlıdır. İnsanı, öncelikle toplumsal ve tarihsel bir varlık olarak konu alan ilk sanat türüdür.

    Roman Nedir

    Roman olmuş veya olması muhtemel olayların anlatıldığı uzun yazılardır. İlk örneklerini 15.y.y. da Fransız yazar Rabelais vermiştir. Ancak asıl niteliklerini Romantizm ve Realizm akımları döneminde kazanmıştır. Roman belli bir olay etrafında gelişir ve olaylar ayrıntılarıyla anlatılır. Çoğu zaman şahıs kadrosu geniştir. Kişiler ayrıntılı olarak tanıtılır. Çevrenin tanıtımına özen gösterilir. Temsil ettiği akıma göre romantik roman, natüralist roman, realist roman; konusuna göre aşk romanı, toplumsal roman, polisiye roman, macera romanı gibi isimler alır.

    Türk edebiyatında Tanzimat’tan sonra görülür. İlk örneği Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat adlı romanıdır. Batı romanı ölçüsünde en başarılı romanı Halit Ziya Uşaklıgil yazmıştır. Namık Kemal, Mehmet Rauf, Reşat Nuri, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Peyami Safa diğer ünlü romancılarımızdır. Roman edebiyatta yaygın bir türdür. Olmuş veya olması ihtimal dahilinde bulunan olayları, yer zaman ve kişileriyle beraber ayrıntılı bir şekilde anlatmaktır. Uzun tarihi seyri içinde romanın geniş bir okuyucu kitlesi vardır. Romanlar, edebiyatın en eski mahsulleri olan destan, masal, efsane gibi anlatmaya dayanan türlerin yüzyıllardan beri devam edegelen tekamülü neticesinde meydana gelmiş bir edebiyat türüdür.

    Bir edebi tür olarak Orta Çağ'ın sonlarına doğru gelişmeye başlamıştır. Uzun bir geçmişe sahip bulunan romanı daha iyi kavramak bakımından tarihçesine bir göz atmakta fayda vardır:

    Roman, kelime olarak Latince'den türemiştir. Roman dili, romanca, ifadelerinden gelmektedir. Bir süre Roma'da konuşulan roman dili ile, nazım ya da nesir olarak gerçek veya uydurma bir olayı anlatan eserlere roman denilmiştir.

    13. yüzyıldan sonra ise yalnız nesirle kaleme alınmış, insanların tutkularını, törelerini ve yaşadığı maceraları ilgi çekici bir şekilde anlatan eserlerin adı olarak kullanılmaya başlanılmıştır. Fakat tarihi seyri içinde başlı başına edebi bir tür olarak ilk defa Fransa'da başlayan roman sanatı, birkaç yüzyıl içinde binlerce örnek vererek, büyük bir gelişme göstermiş ve edebiyat türleri içinde en önemli yeri almıştır.

    Çağların değişik sosyal şartlarına göre, roman anlayışı da sürekli değişiklilere uğramıştır. Bu bakımdan değişik tarifleri vardır. Ancak bütün izah şekillerinde ortak olan temel noktalar vardır. Bu ortak özelliklere göre roman, insanların baslarından geçen ve geçebileceği kanaatini uyandıran olayları yer ve zaman belirterek anlatan uzun yazılardır. Yaşanmış veya tasarlanmış, birbirine bağlı birçok olayı bir temel düşünce çerçevesinde toplayarak anlatan bir edebi eserdir. Olması mümkün olanı olmuş gösterme sanatıdır. Bu bakımdan roman insanı ilgilendiren her konuyu işleyebilir, anlatabilir; sınırsız bir hürriyete sahiptir.

    Romana ve romancıya dışına çıkamayacağı bir takım sınırlar çizmeye kalkışmak hayatın kendisini kısıtlamaya, şartlar altında hapsetmeye kalkışmak gibi boş ve anlamsız bir davranış olur. Çünkü roman tam anlamıyla hayatın ifadesi olabildiği ölçüde, mükemmelliğe sahip olacaktır.

    Romanın Unsurları

    Başarılı bir romanda belli başlı dört unsur vardır:
    1 — Olay,
    2 — Kişiler,
    3 — Çevre,
    4 — Anlatım

    Romanlar bu olay, kişi, çevre ve anlatım unsurlarına göre çeşitli şekillerde adlandırılırlar. Bu genel sınıflandırma romanları birbirinden kestirme yoldan ayırt etmeye yaramaktadır. Bu tasnif çerçevesi içinde romanları şu isimler altında gruplandırmak mümkündür.

    Roman Çeşitleri

    A) Konularına Göre Roman Türleri

    1. Aksiyon Romanları

    Olay unsurunun ön plana çıkarılmasına dayanan romanlardır. İki çeşidi vardır.
    a) Polis romanı
    b) Macera romanı

    2. Psikolojik Romanlar

    Kişi unsurunun ön plana çıkarılmasına dayanır. Dış dünyadan çok, kişi ve iç dünyası esas alınır. Dış dünyaya kişinin iç dünyası ile ilgisi oranında yer verilir. Belli başlı çeşitleri şunlardır:
    a) Karakter romanı
    b) Tutku romanı
    c) Şuuraltı romanı
    d) Biyografik roman

    3. Sosyal Romanlar

    Kişi ve çevre unsurlarını ön plana çıkaran romanlardır. Bu romanlar bir çağı yansıtabilir, bir bölgeyi töreleriyle birlikte ele alabilir. Belli başlı çeşitleri şunlardır:
    a) Töre romanı
    b) Tarihi roman

    4. Düşünce Romanları

    Kişi unsurunu düşünce yapısı ve dünya görüşü bakımından ön plana çıkaran romanlardır. Bu romanlar daha çok bir takım görüşlerin savunulması, tartışılması, ya da çürütülmesi gayesiyle yazılmaktadır. Bu tür romanlara tezli romanlar da denilmektedir.

    5. Fantazi Romanları

    Hayal gücüne dayanan romanlardır. 19. yüzyılda ilimlerin gelişmesiyle yaygınlık kazanmıştır.

    6. Egzotik Romanlar

    Uzak, yabancı ülkeleri tanıtmak gayesiyle yazılan romanlardır.

    Eserin özelliklerine göre yukarıdaki tasnife tabi tutulabilen roman, sanatçının duygu, düşünce, görgü ve bilgisine göre de sınıflandırılabilir. Yazarın sanat felsefesine, kültür yapısına ve dünya görüşüne göre romanlar şu genel isimler altında toplanabilir:

    B) Üslup Bakımından Roman Türleri

    1. Romantik Roman

    His ve hayal unsurlarının ağırlık taşıdığı, belli bir şiirliliğin hakim olduğu romanlardır. Yazar coşkun bir his ve heyecan hali içindedir. Bu romanlarda yazar daha çok kendi şahsi duygularını ve maceralarını anlatır. Olaylar duyguların zengin dünyasında abartılarak daha etkileyici hale sokulur. Bu romanların belirgin özelliği duygu ve hayalin bütün esere hakim olması, gözlem ve inceleme unsurlarının duygu ve hayal unsurlarının yanında silikleşmiş bulunmasıdır. Bu akıma mensup sanatçılarda gerçeklerden çok, duygular ve hayaller önemlidir.

    2. Realist Roman

    Gözlem ve araştırma unsurlarının esas alındığı, his ve hayal unsurlarının ikinci plana itildiği romanlara denir. Realist romanlarda gerçekler, görülenler ve incelemelerin ortaya koyduğu neticeler önemlidir. Sanatçı hiçbir surette kendi duygu, düşünce ve hayallerini eserine karıştırmaz. Realist romancılar toplumun içinde titiz birer araştırmacı gibi incelemeler yaparlar, olayları ve karakterleri objektif olarak tespit ederler ve değerlendirirler. Gayeleri okuyucuya romantik romanlarda olduğu gibi kendi duygu ve hayallerini aktarmak değil, kendilerinin dışında var olan gerçekleri, canlı tablolar halinde, aslına sadık kalarak dile getirmektedir.

    3. Natüralist Roman

    Realist romanla büyük benzerlikleri vardır. Ancak natüralist roman realist romana göre ilme ve araştırmaya daha çok önem verir. Natüralistler gerçeğe bağlılıkta ve sosyal meseleleri araştırmada realistlerden çok daha fazla ilmi metodlara bağlılık gösterirler. Toplumu adeta bir laboratuvar olarak düşünürler ve eserlerini bu laboratuvar içinde, ilmi verilere kesinlikle bağlı kalarak kaleme alırlar. İnsanı ele alırken, biyoloji ilminin ortaya koyduğu gerçeklerden, toplumu ele alırken de sosyolojinin kanunlarından yola çıkarlar ve bu ilimlerin vardığı sonuçlara göre neticeye ulaşmaya çalışırlar.

    Romanlar edebi akımlara göre klasik, romantik, realist, sürrealist, popüler roman gibi isimlerle sınıflandırılabildiği gibi, iç yapısına göre de tarihi roman, macera romanı, sosyal roman ve tahlil romanı olarak çeşitlendirilirler.

    C) Yapısına Göre Roman Türleri

    Tarihi Roman

    Konularını tarihte yaşamış kahramanlar ve onların başlarından geçen olaylardan alır. Romancı bu kahraman ve olaylar üstünde az çok değişiklik yapabilir. Ancak başarılı bir tarihi roman, gerçeği buğulandırmadan zevkle okunur bir üslupla yazılmış romandır. Tarihi roman yazmak için yalnız kahraman isimleri ve olayların kronolojisini bilmek ve vermek yetmez. Olayın yaşandığı zamanı, coğrafi özelliklerini, sosyal, kültürel ve sanat değerlerini çok iyi tanımak ve o zamanda topluma hakim olan inanç, ideal ve anlayışları da iyice bilmek gerekir.

    Macera Romanı

    Günlük hayatta her zaman rastlanmayan değişik, şaşırtıcı, beklenmez, esrarlı olayları konu edinen romandır. Bu romanlarda vak’a yani olay hemen her şey demektir. Bunlar yeni keşfedilmiş veya tasarlanan ülkelerde geçer. Hayali olabilir. Ancak olağandışı unsurlar taşımalı, korkunç ve acayip hisler uyandırmalıdır. Olayların akışı ve iç içe girmesi çok süratli olmalı, okuyucuda heyecan ve merak uyandırmalıdır. Kahramanları kurnazlık, maddi kuvvet ve cesaretleriyle üstün vasıflıdırlar. Daha çok silahşör, şövalye, polis, ajan ve casuslardan seçilir. Hep hareket halindeyken tanıtıldıklarından ruh yapıları üstünde durulmaz. Bu romanlarda fikir zenginliği yoktur. Maksat şaşırtıcı ve heyecanlı konularla okuyucuya hoşça vakit geçirtmektir.

    Sosyal Roman

    Romancıların yaşadıkları toplumu, o toplumu ilgilendiren meseleleri yeni bir açıdan ele alarak yazdıkları romanlardır. Gizli veya açık bir maksat telkinine çalışırlar. Kişiler, bazı meslek ve sınıfları temsil eden birer tip olarak alınır. Olaylar, sosyal sebeplerle açıklanmak istenir. Ruh tahlilleri ve duygu derinlikleri arka plana atılmıştır. Bütün tezli romanlar bu gruptandır.

    Tahlili Roman

    Dış alemde geçen olaylardan çok, kahramanın iç dünyasını ve insan benliğinin kişi ve toplum çatışmaları içindeki belirtilerini konu edinen romanlara denir. Fertçi bir görünüş hakimdir. Kahramanları olan kişileri bütün derinlikleriyle ortaya koyarlar. Çok defa aşırı ülküler, sert ihtiraslar, derin hisler taşıyan ve bazen sakat ruhlu dengesiz insanları ele alarak işlerler.

    Roman ile aralarında büyük benzerlik bulunan bir edebiyat türü daha vardır: «Hikaye.» Hikaye ile roman aynı şey değildir. Bu farklılığı meydana getiren özellikler şunlardır:

    Roman ile Hikayelerin Farklılıkları

    a) Hikaye olayların sebebini araştırmaz. Yalnız belirli bir intiba uyandırmaya gayret eder. Roman ise ele aldığı konuyu, bir mesele haline getirir.
    b) Hikaye insan ve toplum hayatının en önemli ve en manalı yönlerine bakar. Roman ise yoğun süreleri değerlendirirken, sadece bununla yetinmez, olayları belli bir zaman akışı içinde takip eder.
    c) Hikayeci etkilendiği bir olayı çarpıcı bir şekilde anlatırken sözünü sınırlandırmak, kısa anlatımın gücünden faydalanmak ister. Romancı ise bu darlığı kişilere yayar ve geliştirir.
    d) Hikaye her zaman tek konu üzerine kurulur. Roman tek bir konuyu bile bölerek, başka kişilere bulaştırarak çoklaştırır.
    e) Hikaye insan hayalinden seçilmiş hatıraların parça parça anlatımıdır. Roman hayatların bütünlüğünü değerlendiren toplamlara erişmeyi gaye edinir. Böylece hikaye tek boyutlu kalır, onun yanında roman çok boyutlu bir görünüm ortaya koyar.

    Türk Edebiyatında Roman

    Türk edebiyatında ilk roman ve hikaye Tanzimat döneminde tercüme yoluyla görülür. 1860-1880 arasında Batılı klasik yazarlardan ilk çeviriler yapıldı. Bunlardan birkaçı; Fenelon’dan Terceme-i Telemek (1862), Victor Hugo’dan Magdur’in Hikayesi (1862), Daniel Defoe’nin Robenson Hikayesi (1864), Atala, Paul ve Virginie, Monte-Cristo, Gulliver’in Seyahatnamesi’dir. Bu ilk tercümeler konuları bakımından Türk okuyucusuna yabancı değildir. Divan edebiyatındaki mesneviler ile Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı gibi halk hikayeleri, meddah hikayeleri ve dini-destani hikayeler yüzyıllardır roman ve hikaye ihtiyacını karşılayan eserlerdir.

    Tanzimat romanı veya Tanzimat dönemi romancıları, Türk toplumu meselelerini (her sahada olduğu gibi) Batılı Türk Aydını gözüyle ve Avrupa kültürü anlayışıyla gördükleri için, yerli hayatı anlatırken Batılı yazarların tesirinde kaldılar. Bu yüzden de işledikleri tema (düşünüş, konu)lar, Batılı yazarlarda görüldüğü gibi aile hayatı, esaret, alafrangalık, gibi mevzulardır. Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat’ı (1872), Ahmed Midhat’ın Teehhül’ü, Sami Paşazade Sezai’nin Sergüzeşt’i bunlara örnektir.

    Romanda işlenen “esaret” konusuna örnek teşkil eden romanlar ise Namık Kemal’in İntibah’ı, Sami Paşazade Sezai’nin Sergüzeşt’i, Nabizade Nazım’ın Zehra’ sıdır.

    Diğer bir tema da “alafrangalık” meselesidir. Batı medeniyetini bir din gibi gören bazı Tanzimat aydınları, romanlarında, sözde tenkit eder göründükleri alafranga tiplere yer verirler: Ahmed Midhat’ın Felatun Beyle Rakım Efendi’si, Recaizade Mahmûd Ekrem’in Araba Sevdası gibi. Bunları daha sonraki dönemlerde Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şık’ı, Şıpsevdi’si, Yakub Kadri Karaosmanoğlu’nun Kiralık Konak’ı, Sodom ve Gomore’si, Peyami Safa’nın Sözde Kızlar’ı, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği romanları takip eder.

    Servet-i Fünun (1896-1901), Türk romanının teknik olgunluğa ulaştığı dönemdir. İkinci Abdülhamid Hanın Avrupai manada okullar açtırması ve siyasi aşırılıklara fırsat vermemesi bu dönem romancılarını (sanatkarlarını) geniş imkanlara kavuşturmuş; siyasi tenkitten uzaklaştırmış, ferdi sahada (hissilik, içe kapanma, aile gibi) eserler vermeye yöneltmiştir. “Sanat sanat içindir” görüşü benimsenmiş, Tanzimatçıların aksine aydın ve seçkin kesime seslenilmiştir.

    Tanzimatçıların “Batılı kültür” anlayışları Servet-i Fünunda “Batılı sanat” anlayışına dönmüş; bunda, yetiştikleri dönemde Batı anlayışına göre öğrenim görmeleri de tesirli olmuştur.

    Fransız edebiyatının etkisiyle realist ve naturalistler örnek alındı. Halid Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnû; Mehmed Rauf’un psikolojik tahlile yer veren Eylül romanı realist roman örnekleridir.

    Aynı dönemin natüralist romancılarından Hüseyin Rahmi Gürpınar, fert-toplum ilişkilerini (daha çok çatışmaları) işlerken “toplum için sanat” görüşünü benimser. Yakub Kadri Karaosmanoğlu, realist ve naturalist bir romancı olarak Tanzimat sonrasının siyasi ve toplum gelişmelerini kronolojik bir sırayla anlatır: Hep O Şarkı, Kiralık Konak, Sodom ve Gomore, Yaban, Ankara gibi. Halide Edib Adıvar, ruh tahlili yaptığı romanlarında ve töre romanlarında daha ziyade Batı kültürüyle yetişmiş aydınların Cumhûriyet dönemine kalmış bir temsilcisidir. Misal olarak; Ateşten Gömlek, Sinekli Bakkal, mektup türüne örnek Handan romanları gösterilebilir.

    İkinci Meşrutiyet (1908) sonrasının diğer sanatçıları arasında; Refik Halid Karay, Reşad Nûri Güntekin, Peyami Safa, Memduh Şevket Esendal, Cevad Şakir Kabaağaçlı(Halikarnas Balıkçısı), Abdülhak Şinasi Hisar vs. sayılabilir.

    Cumhûriyet dönemi romancılarından Ahmed Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, Tarık Buğra, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Orhan Kemal, Yaşar Kemal tanınan isimlerdir.

    Romana Ait Unsurlar

    Romanlarda konu, bir temel olayın etrafında gelişen iç içe olaylar zincirinden doğar. Bunların olmuş veya olabilir vasfı taşıması önemlidir. Hayatın normal akışına ters düşen sivri tesadüfler, olağan dışı ender vak’alar romanda makul sayılmaz. Ele alınan bir konu bir plan dahilinde işlenir. Bu plan kısaca “giriş (serim)”, “gelişme (düğüm)”, “sonuç (çözüm)” şeklinde özetlenir. Bazı romanlarda bu planın sırası değiştirilerek uygulandığı da görülür.

    Romanlar, bilinen bir tarihte ve belli bir süre içinde geçen olayları konu alır. Bu bakımdan romanlarda önemli bir zaman yazarın yaşadığı çağ olabildiği gibi geçmiş veya gelecek zaman da olabilir. Bazı romanlar ise yalnızca birkaç saat içinde vukûa gelen olayları konu alır. Kahramanlar, toplumda rastlanabilir, yaşayabilir veya yaşamış kişiler arasından seçilir. Bunlar toplumun her tabakasından olabilir. Her türlü huy ve karakterleri doğruya yakın bir şekilde ele alınır. Hatta aynı kişinin zıt mizaç ve huyları, olduğu gibi işlenir.

    Son zamanlarda yazılan romanlarda kahramanlar ve konu kaybolmuş, roman demek roman yazarının boş zamanlarında tutulduğu illüzyon (hayali görüntüler) veya rüyamsı kişi ve olayları bölük pörçük sıralamak gibi anlaşılmaya başlanmıştır. Ayrıca ideolojik fikirler ağır basmaya başlamıştır.

    Romanlarda çevre, okuyucuya tasvirle anlatılır. Bu, bir kasaba, şehir veya köy olabilir. Bunların hepsinin kullanıldığı romanlar olduğu gibi yazarın tasarladığı ideal, gerçek üstü bir çevre de olabilir. Burada önemli olan çevrenin coğrafi bir mekana yerleşmesidir.

    Romanların hemen hepsinde bir gaye vardır. Bu amaç bazılarında konu ve üslûp içine iyice gizlenmişken, bazılarında çok açıktır. Böyle romanlara “tezli roman” denir. Belli bir ideolojiye bağlı romanlarda bu husus daha açık olarak meydandadır. Bilhassa materyalist ideolojiye bağlı olanlarda bu amaç o kadar ileri gider ki, okuyucuda bir roman değil, doktrin kitabı okunuyormuş havası uyanır.

    Her edebi eserde olduğu gibi romanda da üslûp son derece önemlidir. Bazı romancılar eserdeki konuların, olayların, duygu ve fikirlerin eskiyip ölebileceğine, fakat mükemmel bir üslûbun onları yaşatmaya devam edeceğine içten inanmışlar ve üslûp üstünde büyük hassasiyet göstermişlerdir. Kelimelerini, cümlelerini ve anlatım tarzlarını buna göre düzenlemişlerdir. Ancak bazı roman yazarları ve özellikle marksist tezli roman yazıcıları bu hususta da bayağı bir yol tutmuşlar, galiz ve çirkin kelimeleri, küfürleri, iğrenç terim ve deyimleri rahatlıkla ve bol bol kullanmışlardır.

    Sonuç

    Batı edebiyatında mühim yer tutan roman, batı toplumunun sosyal hayat, inanç, örf ve adetlerine uygun bir türdür. Tanzimattan sonra gittikçe artan bir hızla benimsenmeye başlayan batılı hayat anlayışıyla birlikte Türk edebiyatında da örnekleri artmıştır. Batılı romanın iskeleti çok defa iki kadın bir erkek veya iki erkek bir kadın arasında geçen aşk maceraları üstüne kuruludur. Buna bağlı olarak gelişen diğer hadiseler ve çeşitlenen kahramanlar roman iskeletinin diğer dereceli unsurlarını teşkil eder.

    Tanzimat öncesi dönemde Türk cemiyetinde böylesine olaylara ender rastlandığı gibi, bunların tasviri de kötünün tekrarlanarak yaygınlaşması ve böylece gitgide normalmiş gibi görülmesine mani olunmak için dinimizce de yasak bilinmiştir. Bugün modern eğitimciler; toplumun ahlaki yapısının bozulmasında kötü örneklerin başta TV, radyo ve basın olmak üzere her türlü yayın vasıtalarıyla halka çok sık ve devamlı gösterilmesinin birinci amil olduğunu belirterek eski Türk toplum sağlığı anlayışının doğruluğuna işaret etmektedirler. Ayrıca cemiyetin her tabakasına hakim olan sade bir hayat anlayışı, ortak iman, amel ve ahlak düsturlarına samimi bağlılık, batılı tarzda bir roman anlayışı ve buna bağlı eserlerin doğmasına fırsat vermeyecek ve lüzum göstermeyecek diğer mühim unsurlardır.


    Cevap Yaz Arama Yap

    Cevap Yaz




    Başarılı

    İşleminiz başarıyla kaydedilmiştir.