İşte Cevaplar
Cevap : A. Birbiriyle çelişen ifadelerin bir arada bulunmasını ve bundan doğabilecek anlatım bozukluklarını engeller.
Örnek:
Örnek:
Örnek:
Örnek:
Örnek:
Diğer Cevaplara Gözat
Örnek:
- Sanırım bu işi mutlaka kabul edecektir. ==> Bu işi mutlaka kabul edecektir veya Sanırım bu işi kabul edecektir.
- Gönderdiğim paketi eminim bugüne kadar almış olmalısınız. ==> Gönderdiğim paketi eminim bugüne kadar aldınız veya Gönderdiğim paketi bugüne kadar almış olmalısınız.
Örnek:
- Bana yardım ederek kısa sürede işi bitirmeme sebep oldu. ==> Bana yardım ederek işi kısa sürede bitirmemi sağladı.
- Laf taşıyarak aralarının bozulmasına katkıda bulundu. ==> Laf taşıyarak aralarının bozulmasına sebep oldu.
Örnek:
- Sigara içmeye devam ederseniz ölürsünüz hatta kanser bile olursunuz. ==> Sigara içmeye devam ederseniz kanser olursunuz hatta ölürsünüz.
- Bırakın düşmeden yürümeyi koşamaz bile o. ==> Bırakın koşmayı düşmeden yürüyemez bile o.
Örnek:
- Başvurduğu işyerinden son öğretim durumunu gösterir belge istediler. ==> Başvurduğu işyerinden son öğrenim durumunu gösterir belge istediler.
- Yunus'un saçları büyümüş. ==> Yunus'un saçları uzamış.
Örnek:
- O kadar sinirliydi ki yüzünden dökülen bin parçaydı. ==> O kadar sinirliydi ki yüzünden düşen bin parçaydı.
- Çocuk, arkadaşlarının dediklerine kulak astığı için bu duruma düştü. ==> Çocuk arkadaşlarının dediklerine kulak asmadığı için bu duruma düştü.
- Adam hâkimin odasının önünden geçerken içeriye göz gezdirdi. ==> Adam hakimin odasının önünden geçerken içeriye göz attı.
Diğer Cevaplara Gözat
Cevap : ALIŞILMAMIŞ BAĞDAŞTIRMALAR İLE İLGİLİ KURAMLAR
Şiir dilinde kullanılan, ama günlük dilde alışılmamış bazı bağdaştırmalar,
Roman Jakobson’un kuramı ışığında açıklanabilmektedir. Eagleton (1997: 77)
şiirdeki sözcük seçimini şöyle açıklar: ‘’Şiirde dikkatimizi sadece sözcük
seçimindeki sürece göre değil, tam aksine eşdeğerliğe dayalı sözcük bağlantılarına
göre yaparız: sözcükleri anlamsal, ritimsel, fonetik (sessel) veya diğer şekillerdeki
eşdeğerlik durumuna göre sıralarız.’’ Aynı şekilde Jakobson’un alışılmamış
bağdaştırmaların’’eşdeğerlik ilkesinin seçme ekseninden birleştirme eksenine
aktarılmasıyla oluşturulduğunu’’ belirttiği meşhur açıklamasını da aktarır (akt.
a.g.e. : 77).
Alışılmamış bağdaştırmaların eşdeğerlik ilkesinin seçme ekseninden
birleştirme eksenine aktarılması ile ilgili kuram birçok araştırmacı tarafından ele
alınmıştır (bkz. Aksan, 2006: 149-165) (bkz. Toklu, 2007: 30-31) (bkz. Özünlü,
2001: 53-57). Günümüzde bu kuram geçerliliğini sürdürmektedir. Ancak bu
konuyla ilgili olarak dilbilimciler arasında değişik görüşler bulunmaktadır. Toklu
(bkz. 2007: 30-31), Jakobson’un açıklamasına dayanarak şiir dilinde seçim
ekseninde bulunan dizisel (Alm. paradigmatisch) sözcüklerle birleştirme
ekseninde dizimsel (Alm. syntagmatisch) sözcüklerin bağdaştırılması ile ilgili
olarak Hilmi Yavuz’un şiirinden örnekler vererek bunu seçme ve birleştirme
ekseninde uygulamasını gösterir. Ancak Özünlü’ye (2001: 83) göre Jakobson’un
bu kuramı ‘’yazar ve okuyucu arasındaki kişisel, toplumsal ve ekinsel bağlantıları
göz önünde bulundurmaz; yalnızca dilbilimsel niteliklere yaslanır.’’ Özünlü
(a.g.e. : 83) bu durumu ‘’böyle değişik eksenlerde bulunan sözcükler
bağdaştığında ortaya çıkan anlam demetlerinin yalnızca şiir türünü inceleyecek ve
dilbilimin bir dalı olan anlambilimin bir alt kolu sayılabilecek bir şiirsel
anlambilim (poetic semantics) yardımıyla açıklanabilecektir’’ şeklinde açıklar. Bu
tür bir bilim dalı da henüz olmadığı için Jakobson’un şiir dilinde sözünü ettiği,
yazar ve okuyucu arasındaki ‘’şiirsel iletişim’’ onun bu kuramına dayanarak
açıklanamamaktadır (a.g.e: 83). Michael Riffatterre’nin de aynı şekilde bu kuramı
eleştirdiğini belirten Özünlü (a.g.e. : 84) Riffatterre’nin kuramını ise şu şekilde
açıklar:’’Riffatterre çalışmalarında, şiir dilinde kullanılan alışılmamış sözcük
birleşimlerine, sözcük yinelemelerine ve bunların kaynaklandığı dizem
özelliklerine, eşdizimli yapılara, biçimbilgisel sapmalara ve söz sanatlarına
eğilmiş ve bütün bu deyişbilimsel niteliklere bağdaşma adını vermiştir…
Riffatterre çoğunlukla şiir dilinin anlam yapılarıyla ilgilenmiş, bu yapıların
şiirdeki her sözcükle dolaylı olarak bağıntılı bulunduğunun üzerinde durmuştur.
Riffatterre’ye göre, şiiri okuyan bir kimse her sözcükte kendi kişisel deneyimlerini
anımsamaz ve gerçekle doğrudan ilişki kurmaz. Şiirdeki sözcükler, ancak şiirdeki
bağlamın çağrıştırdığı imgesel kavramlarla bağıntı kurar. Bu yüzden şiir özel
yorumlamayı gerekli kılan bir olgudur.’’
Aksan (2006-A: 151) Özünlü ve Jakobson’un alışılmamış bağdaştırmalara bu
tür değişik yaklaşımlarını değerlendirirerek’’… Bu tür örneklerin içinde
bulunduğu kullanımlar şiirsel anlambilim adı verilebilecek olan dalın ortaya
çıkmasıyla açıklık kazanabilecektir’’ diyerek alışılmamış bağdaştırmalar ile ilgili
olarak konuyu daha derin ortaya koyabilmek amacıyla çeşitli örnekler verir.
Aksan (a.g.e. : 164-165) şiir örnekleriyle ortaya koyduğu alışılmamış
bağdaştırmalara yönelmenin etkili anlatım çabasının bir ürünü ve deyim
aktarmalarından da yararlanan güçlü anlatım eğilimi olduğunu belirtir:’’…
Günlük konuşma dilinde de zaman zaman aynı eğilimi gösteriyoruz. Örneğin
kavga kaşağısı, ömür törpüsü, şeytan çekici, çene kavafı, insan sarrafı, çehre
züğürdü gibi deyimlerde, tamlamanın ögeleri, anlambilim açısından özellikleri
dikkate alınmadan, soyut+somut, somut+soyut kavramlar bir araya getirilerek
birleştirilmiştir. Bu ögeler, başlangıçta bir kişinin gerçekleştirdiği, zamanla
beğenilerek yaygınlaşmış anlatım biçimleridir. Bugün Türkçede ve birçok dilde
kullanılan kırık kalp, soğuk savaş, sıcak savaş gibi örnekler, hatta mavi yolculuk
gibi tamlamalar da aynı nitelikteki ögelerdir; zamanla çok kullanılır duruma gelen
alışılmamış bağdaştırmalardır.’’
Aksan (a.g.e. : 164) özellikle şiir dilinde çok rastlanan bu bağdaştırmaları
doğrudan doğruya anlambilim aracılığıyla incelenebileceğini ve göstergelerin
anlam çerçeveleriyle açıklanarak çözümleneceğini belirterek kimi yazarların
sözünü ettikleri gibi bir ‘’şiir dilbilgisi’’nin gerekli ve yeterli olmadığı
düşüncesindedir.
Aksan’ın anlambilim açısından ele aldığı şiir incelemelerinde söz konusu olan
göstergedeki iki alan; imge veren ve imge alan konusunu daha iyi kavrayabilmek
için biraz daha bu konudaki düşüncelerin ve kuramların ortaya konulmasının
yerinde olacağı düşüncesindeyim.
Aralarında Stephan Ulmann’ın da bulunduğu birçok bilim adamı, imge veren
ve imge alan arasındaki mesafenin (Alm. Spanne) eğretilemenin kalitesinin düşük
ya da yüksek olup olmadığını belirleyen bir ölçek olduğu görüşündedir. Weinrich
(1976: 297) ise ‘’imge veren ve imge alan arasındaki mesafe ne kadar uzaksa
eğretileme de o derece alışılmamıştır. Eğretileme ne kadar alışılmamışsa şair de o
kadar ustadır’’ görüşüne katılmaz.
Eğretileme alanında önemli bir görüngü olan alışılmamış bağdaştırmalar, dil ve
edebiyat bilimcilerinin uzun süredir tartıştığı bir konudur. Weinrich (akt. Netzel,
2003: 489) Aristoteles’ten Ullmann’a kadar alışılmamış bağdaştırmalar
hakkındaki pek çok övgüdeki benzerliğin şaşırtıcı olduğunu belirterek sadece
kararlılığı yüzünden değil bilgi verici uyumsuzluğu açısından da anılmaya değer
bulduğu eğretilemenin ‘’alışılmadık’’ olan faktörünü modern bir düşünce olarak
bulur.
Weinrich’e (1976: 299) göre alışılmamış bağdaştırmalar hakkında yazarlar
farklı düşünceler içerisinde olmuşlardır:’’ Eğer bir kalkanı bir kadehe benzetirse
Aristoteles için de bir eğretileme alışılmadıktır. Ortak benzerlik yok olur ve
başvuracak yerleri açıklanamaz… Önemli eleştirmenlerden Sayce ve Ullmann
yaptıkları açıklamalarında ve örneklerinde, eğretilemenin iki unsuru olan, imge
veren ve imge alan arasındaki gerçek mesafeye göre eğretilemenin alışılmadık
olduğunun ölçülmesini istemişlerdir… Burada eğretileme sınırlarını metafiziğe
açar.’’
Weinrich (akt. Cochetti, 2004: 197-198) yaygın olan ‘’alışılmamış’’
eğretilemeleri üç kavram temeline göre ayırır:
1-Sözcük alanı (Alm. Wortfeld), yani anlam alanı (Alm. Bedeutungsfeld);
bilişsel-psikolojik terim bilgisinde en küçük anlam taşıyıcı birimlerin ya da tek
sözcüğün türetildiği ve en küçük anlamsal özellik gösteren anlamsal alt alanlar
(Alm. Subdomänen)
2-İmge alanı (Alm. Bildfeld); en az iki ayrı cinsten (Alm. heterogenen) sözcükveya anlam alanları, örn. ‘’düşünce akımı’’, dünya tiyatrosu. İmgesel alanlar,
kabul edilmiş güncel belli tecrübelerden sapan ve bir dereceye kadar içeriği
gösteren eğretilemelerden oluşan sabit şemalardır.
3-İmge aralığı (Alm. Bildspanne); anlamsal mesafe gibi aynı şekilde uzaklığı ve
imgesel alanın iki ana unsurunun ilişkisinin birbirine olan etkisidir. ‘’Dünya’’ ve
‘’tiyatro’’ ilişkisini imgesel alanda ‘’dünya tiyatrosu’’ veya güncel eğretilemeler
de ‘’Dünya bir tiyatrodur’’ örnek olarak verebiliriz. Ama imge aralığı henüz sabit
bir şema olmayan yeni bir imge alanını ‘’alışılmamış bağdaştırma’’ olarak ortaya
çıkararak üretebilir.
İmge veren ve imge alan arasındaki ilişki; ‘’gerilim’’, anlamsal olarak
aralarındaki mesafenin uzaklığı ve yakınlığı alışılmamış bağdaştırmalar da önemli
bir değerlendirme ölçütü haline gelmiştir. Weinrich (1976: 303-304) her
eğretilemenin kendi unsurları arasında bir aykırılığa sahip olduğunu ve onu
sözcük olarak ele aldığımızda bunu açığa çıkardığını belirterek:’’ Eğer bir
sözcüğü ele alırsak - devlet gemisi- bu bir gemi midir değil midir? Cevap ya evet
ya da hayır olmalıdır. Devlet politik bir sosyal yapıdır elbette gemi değildir ama
gemidir de, çünkü imgesel dil uzlaşı gereği öyle istiyor. Bu aykırılık her
eğretilemede gizlidir’’ şeklinde açıklar.
Weinrich (a.g.e. : 302) eğretilemeyi bir ‘’düşünce modeli’’ olarak açıklar. Ona
göre alışılmamış bağdaştırmalar hakkındaki görüşleri daha farklı temellere
dayanır. Weinrich’e (a.g.e. : 303) göre birçok araştırmacı için imge veren ve imge
alan arasındaki mesafenin uzaklığından ziyade bunlar arasındaki hayret verici olan
tehlikeli yakınlığıdır (Alm. gefährliche Nähe). Birbirinden uzak ama birbirini
zorlayan bu iki alanın aralarındaki mesafenin bir yerde ortak bağlantıyı yok
etmesinden kaygı duyulur. Weinrich (a.g.e. : 304-308) bu düşünceyi Paul Celan’ın
Todesfuge şiirindeki meşhur ‘’kapkara süt’’ (Alm. schwarze Milch) örneğinde
açıklar:
‘’Schwarze Milch der Frühe wir trinken sie abends
Wir trinken sie mittags und morgens wir trinken sie nachts
Wir trinken und trinken…
Kapkara süt ve sabah vakti sütü, iki eğretilemeli bir bağlantı. Özellikle ilk
eğretilemeye dikkat edelim. Rimbaud’daki ’yeşil dudaklar’ gibi aynı
alışılmamışlık derecesine benziyor. Sözbilimini bilen burada bir zıtlaşmanın söz
konusu olduğunu söyleyecektir. Güzel ama bu terimle bakışımızı değiştiremeyiz,
zıtlaşma da eğretilemedir. Çünkü paradoks, aykırılık, bunu defalarca söyledik,
eğretilemedir. Dini inanış tarzı olan süt veya incil meseli süt benzetmeleri bu
şiirdeki kapkara süt. Bilinmesi gerekir ki kapkara süt eski geleneğe göre
melankoliktir… Eğer burada ‘sabah vaktinin melankolik sütü’ olsaydı aynı
aykırılığı fark ederdik, kabaca söylemek gerekirse: süt melankolik değildir… Süt
kapkara da değildir. Bana geliyor ki burada gerçekle ilgili belirli bir ilişki
bulunuyor. Eğer bu sözcük yapısını algısal kavrayış gerçekliği içerisinde
bağdaştırırsak, şuna işaret eder: beyaz süt. Eğer algısal kavrayış gerçeğindeki bir
sözcük yapısından çok uzaklaşılırsa, nesnel ve duygusal farklı konular birbirine
bağlanırsa, tereddütsüz şuna işaret eder: melankolik süt… Ama algısal kavrayış
gerçeğinden dar anlamda sapan bir sözcük yapısında, bu çelişkiyi güçlü bir
şekilde algılarız ve hissederiz ki bu eğretileme alışılmamıştır: kapkara süt.
Eğretileme öyle alışılmamıştır ki, günlük gözlemlerimizden o kadar fazla bir
uzağa sapma göstermiyor aksine diğer renklere doğru bir adım atılmış. Bu
yakınlık, huzurumuzu kaçırıyor, doğru mu yanlış mı gibi bir duygu veriyor…
Eğretilemedeki bu basit aykırılık imgesel gerginlikten bağımsızdır. Ama imgesel
gerginliğe, aykırılıkların fark edilip fark edilmemesi ve alışılmamış olarak
algılanıp algılanmadığına bağlıdır. Çok fazla bir gerilimde aykırılık kural olarak
fark edilmez. Buna karşılık imgesel gerginlik dikkatimizi bu aykırılığa zorlar ve
eğretilemeye alışılmamış özellik bahşeder… Eğretileme çelişkili bir ifadedir.
Alışılmamış bağdaştırma, aykırılığı farkına varılmadan kalabilen bir ifadedir.’’
Weinrich yukarda belirttiği gibi alışılmamış bağdaştırmaları ‘’önemsiz bir
sapma’’ (Alm. geringe Abweichung) gösteren eğretilemeler olarak belirler. Öyle
ki bazı durumlarda iki alan arasındaki yakınlığı bile algılama ve fiziksel
durumlarına göre tehlikeli bulur. Burada anlam farklı bir alana taşınmamış, sadece
küçük bir adım atılarak renk değişikliğine gidilmiştir (a.g.e. : 307). Aslında
‘’kapkara süt’’ anlamsal ve mantıksal olarak süt ile ilgisi olmaması gereken bir
durumdur. Daha doğrusu bu durumda siyah ve beyaz renklerin birbirinden çok
uzak olduğu açıkça görülür. Weinrich bu tür sapmalarda sözcük alanı düşüncesine
göre hareket eder ve sözcüklerin mantıksal kavranabilir ilişkilerini kategorik
olarak ön planda tutar. (örn. bir renk ölçeğindeki renkler arası ilişkiler gibi) İmge
alan ve imge veren her iki niceliğin birlikte olduğu önemli anlambirimcikler
olarak kavramsal yakınlık ortak benzerlik noktasına dayanır.
Alışılmamış bağdaştırmalardaki buna benzer kategorik yakınlık durumunu
birçok Almanca ve Türkçe şiirlerde de görebiliriz:
‘’im goldgelben Schatten’’ (Celan, 1992-A: 222)
(‘’altın sarısı gölgelerde’’)
‘’ben siyah çöllerin pırlanta kaktüsü’’ (İskender, 2010: 95)
‘’başucunda Siyah Güneşler;-sabah!’’ (Yavuz, 2010: 339)
Yukardaki örneklerde de görüldüğü gibi anlam farklı bir alana taşınmamış,
sadece küçük bir adım atılarak renk değişikliğine gidilmiştir. Aslında ‘’altın sarısı
gölge’’ anlamsal ve mantıksal olarak gölgeye yakıştırılamayacak bir durumdur.
‘’Siyah çöller’’ bağdaştırmasında da renkler arasında bir zıtlık vardır. ‘’Siyah
güneş’’ ifadesinde de aynı durum söz konusudur. Buradaki renk ikilemi aynı
zamanda ‘’zıtlaşma’’ diye bilinen eğretilemenin özel türlerinden biridir. Buradaki
renkler aynı ölçek içerisinde yer alsalar da birbirleri arasındaki zıtlık alışılmadık
bir durum sergiler.
Weinrich’in tespit ettiği farklı bir dilsel alışılmadık biçim de, kavramsal ve
kategorik bir yapı içerisinde değerlendirmenin mümkün olmadığı Paul Celan’ın
bir şiirindeki ‘’Stundenholz’’ (‘’vakit tahtası’’) bileşik sözcüğünün alışılmamış
bağdaştırmaların arasında kullanılmasıdır (akt. Netzel 2003: 494).
Weinrich’in tespitlerine göre imgesel eğretilemeyi alışılmamış hissedip
hissetmeyeceğimiz imgesel gerilime bağlıdır; eğretilemedeki aykırılık kendi
içyapısına dayalı imgesel gerilimin büyüklüğüne bağlı değildir.
Weinrich’e göre bir eğretilemenin kalitesi ve alışılmamışlığı eğretilemeli
ifadedeki unsurların birbiri arasındaki gerilimine değil, tam aksine eğretileme ve
bağlamı arasındaki imgesel gerilimle açıklanır.
Ricoeur (akt. Bertau, 1996: 159-160) gerilim düşüncesi ile ilgili olarak üç
uygulama durumunu birbirinden ayırır:
1 - Bir ifade içerisindeki gerilim, benzeyen ve benzetilen, yani Konu ve Taşıyıcı;
Odak ve Çerçeve; ana ve yan özne. Eğretilemeli bir İfade ve sözcüğün birlikteliği
136
eğretilemeli sözcük ve ifadedeki diğer sözcükler arasında gerilim olarak
düşünülür.
2- İki yorum arasındaki gerilim: Bir sözcük ve eğretilemeli densizlik arasında.
Sözcük ile ilgili yorumda eğretileme ‘’anlamsızlıktan bir anlama’’ yapılan
anlamsal densizlik yoluyla yok edilir. Burada anlamsal ‘’densizlik’’ ve ‘’yeni ait
olma’’ meydana gelir: Sözcük ile ilgili yorum uyumsuzluğa götürür, dizisel
düzlemdeki bir aykırılık düzeltilerek böylece ortaya çıkan aykırılık eğretileme
yoluyla azaltılır, anlamsal değişiklik bunun sonucudur ve dizimsel düzlemde yeni
bir üyelik durumunun meydana gelmesi gerçekleşir. İfadedeki uyuşmazlığa
yeniden ulaşılır. Çünkü sözcük ile ilgili yorum tam olarak sona ermemiştir, tam
aksine bir eğretilemeye dönüşmüştür. Ricoeur için her iki yorum arasında bir
gerilim bulunmaktadır.
3- Kimlik ve farklılık ve ‘benzerlik sahasındaki’ gerginlik. Koşutun ilişkisel
işlevinde, bir benzerlik etkileşimindeki özdeşlik ve farklılık arasındaki gerilim.
Sözcük ile ilgili uygunsuzluktan eğretilemeli bir uyuma geçişin tanımlanması ile
ilgili olarak Ricoeur açık mekânsal eğretilemelerden yararlanır. Geçiş mantıksal
mekân içerisinde anlamlar arası mesafenin değişimi içerisinde oluşur. Yeni üye
veya eşleşim aralarındaki uzak mesafelerine rağmen kavramlar arası ‘aniden’
oluşan anlamsal yakınlıktan doğar. Birbirinden uzak olan şeyler, birbirine yakın
görünürler. Anlamsal dönüşüm, aktarma uzaktan yakınlığa mantıksal mesafe
içerisindeki bu hareketten başka bir şey değildir.
Ricoeur’e göre ‘’her üç gerilim de ifadeye içkin anlam düzeyinde kalır ve
herhangi birinin onun ötesine geçeceği söylenemez: Ricoeur, artık bunun ötesine
geçecek bir gerilim kuramının yeni bir uygulamasını yapmak istemektedir’’ (akt.
Tomkinson, 2008:179)
Şiir dilinde kullanılan, ama günlük dilde alışılmamış bazı bağdaştırmalar,
Roman Jakobson’un kuramı ışığında açıklanabilmektedir. Eagleton (1997: 77)
şiirdeki sözcük seçimini şöyle açıklar: ‘’Şiirde dikkatimizi sadece sözcük
seçimindeki sürece göre değil, tam aksine eşdeğerliğe dayalı sözcük bağlantılarına
göre yaparız: sözcükleri anlamsal, ritimsel, fonetik (sessel) veya diğer şekillerdeki
eşdeğerlik durumuna göre sıralarız.’’ Aynı şekilde Jakobson’un alışılmamış
bağdaştırmaların’’eşdeğerlik ilkesinin seçme ekseninden birleştirme eksenine
aktarılmasıyla oluşturulduğunu’’ belirttiği meşhur açıklamasını da aktarır (akt.
a.g.e. : 77).
Alışılmamış bağdaştırmaların eşdeğerlik ilkesinin seçme ekseninden
birleştirme eksenine aktarılması ile ilgili kuram birçok araştırmacı tarafından ele
alınmıştır (bkz. Aksan, 2006: 149-165) (bkz. Toklu, 2007: 30-31) (bkz. Özünlü,
2001: 53-57). Günümüzde bu kuram geçerliliğini sürdürmektedir. Ancak bu
konuyla ilgili olarak dilbilimciler arasında değişik görüşler bulunmaktadır. Toklu
(bkz. 2007: 30-31), Jakobson’un açıklamasına dayanarak şiir dilinde seçim
ekseninde bulunan dizisel (Alm. paradigmatisch) sözcüklerle birleştirme
ekseninde dizimsel (Alm. syntagmatisch) sözcüklerin bağdaştırılması ile ilgili
olarak Hilmi Yavuz’un şiirinden örnekler vererek bunu seçme ve birleştirme
ekseninde uygulamasını gösterir. Ancak Özünlü’ye (2001: 83) göre Jakobson’un
bu kuramı ‘’yazar ve okuyucu arasındaki kişisel, toplumsal ve ekinsel bağlantıları
göz önünde bulundurmaz; yalnızca dilbilimsel niteliklere yaslanır.’’ Özünlü
(a.g.e. : 83) bu durumu ‘’böyle değişik eksenlerde bulunan sözcükler
bağdaştığında ortaya çıkan anlam demetlerinin yalnızca şiir türünü inceleyecek ve
dilbilimin bir dalı olan anlambilimin bir alt kolu sayılabilecek bir şiirsel
anlambilim (poetic semantics) yardımıyla açıklanabilecektir’’ şeklinde açıklar. Bu
tür bir bilim dalı da henüz olmadığı için Jakobson’un şiir dilinde sözünü ettiği,
yazar ve okuyucu arasındaki ‘’şiirsel iletişim’’ onun bu kuramına dayanarak
açıklanamamaktadır (a.g.e: 83). Michael Riffatterre’nin de aynı şekilde bu kuramı
eleştirdiğini belirten Özünlü (a.g.e. : 84) Riffatterre’nin kuramını ise şu şekilde
açıklar:’’Riffatterre çalışmalarında, şiir dilinde kullanılan alışılmamış sözcük
birleşimlerine, sözcük yinelemelerine ve bunların kaynaklandığı dizem
özelliklerine, eşdizimli yapılara, biçimbilgisel sapmalara ve söz sanatlarına
eğilmiş ve bütün bu deyişbilimsel niteliklere bağdaşma adını vermiştir…
Riffatterre çoğunlukla şiir dilinin anlam yapılarıyla ilgilenmiş, bu yapıların
şiirdeki her sözcükle dolaylı olarak bağıntılı bulunduğunun üzerinde durmuştur.
Riffatterre’ye göre, şiiri okuyan bir kimse her sözcükte kendi kişisel deneyimlerini
anımsamaz ve gerçekle doğrudan ilişki kurmaz. Şiirdeki sözcükler, ancak şiirdeki
bağlamın çağrıştırdığı imgesel kavramlarla bağıntı kurar. Bu yüzden şiir özel
yorumlamayı gerekli kılan bir olgudur.’’
Aksan (2006-A: 151) Özünlü ve Jakobson’un alışılmamış bağdaştırmalara bu
tür değişik yaklaşımlarını değerlendirirerek’’… Bu tür örneklerin içinde
bulunduğu kullanımlar şiirsel anlambilim adı verilebilecek olan dalın ortaya
çıkmasıyla açıklık kazanabilecektir’’ diyerek alışılmamış bağdaştırmalar ile ilgili
olarak konuyu daha derin ortaya koyabilmek amacıyla çeşitli örnekler verir.
Aksan (a.g.e. : 164-165) şiir örnekleriyle ortaya koyduğu alışılmamış
bağdaştırmalara yönelmenin etkili anlatım çabasının bir ürünü ve deyim
aktarmalarından da yararlanan güçlü anlatım eğilimi olduğunu belirtir:’’…
Günlük konuşma dilinde de zaman zaman aynı eğilimi gösteriyoruz. Örneğin
kavga kaşağısı, ömür törpüsü, şeytan çekici, çene kavafı, insan sarrafı, çehre
züğürdü gibi deyimlerde, tamlamanın ögeleri, anlambilim açısından özellikleri
dikkate alınmadan, soyut+somut, somut+soyut kavramlar bir araya getirilerek
birleştirilmiştir. Bu ögeler, başlangıçta bir kişinin gerçekleştirdiği, zamanla
beğenilerek yaygınlaşmış anlatım biçimleridir. Bugün Türkçede ve birçok dilde
kullanılan kırık kalp, soğuk savaş, sıcak savaş gibi örnekler, hatta mavi yolculuk
gibi tamlamalar da aynı nitelikteki ögelerdir; zamanla çok kullanılır duruma gelen
alışılmamış bağdaştırmalardır.’’
Aksan (a.g.e. : 164) özellikle şiir dilinde çok rastlanan bu bağdaştırmaları
doğrudan doğruya anlambilim aracılığıyla incelenebileceğini ve göstergelerin
anlam çerçeveleriyle açıklanarak çözümleneceğini belirterek kimi yazarların
sözünü ettikleri gibi bir ‘’şiir dilbilgisi’’nin gerekli ve yeterli olmadığı
düşüncesindedir.
Aksan’ın anlambilim açısından ele aldığı şiir incelemelerinde söz konusu olan
göstergedeki iki alan; imge veren ve imge alan konusunu daha iyi kavrayabilmek
için biraz daha bu konudaki düşüncelerin ve kuramların ortaya konulmasının
yerinde olacağı düşüncesindeyim.
Aralarında Stephan Ulmann’ın da bulunduğu birçok bilim adamı, imge veren
ve imge alan arasındaki mesafenin (Alm. Spanne) eğretilemenin kalitesinin düşük
ya da yüksek olup olmadığını belirleyen bir ölçek olduğu görüşündedir. Weinrich
(1976: 297) ise ‘’imge veren ve imge alan arasındaki mesafe ne kadar uzaksa
eğretileme de o derece alışılmamıştır. Eğretileme ne kadar alışılmamışsa şair de o
kadar ustadır’’ görüşüne katılmaz.
Eğretileme alanında önemli bir görüngü olan alışılmamış bağdaştırmalar, dil ve
edebiyat bilimcilerinin uzun süredir tartıştığı bir konudur. Weinrich (akt. Netzel,
2003: 489) Aristoteles’ten Ullmann’a kadar alışılmamış bağdaştırmalar
hakkındaki pek çok övgüdeki benzerliğin şaşırtıcı olduğunu belirterek sadece
kararlılığı yüzünden değil bilgi verici uyumsuzluğu açısından da anılmaya değer
bulduğu eğretilemenin ‘’alışılmadık’’ olan faktörünü modern bir düşünce olarak
bulur.
Weinrich’e (1976: 299) göre alışılmamış bağdaştırmalar hakkında yazarlar
farklı düşünceler içerisinde olmuşlardır:’’ Eğer bir kalkanı bir kadehe benzetirse
Aristoteles için de bir eğretileme alışılmadıktır. Ortak benzerlik yok olur ve
başvuracak yerleri açıklanamaz… Önemli eleştirmenlerden Sayce ve Ullmann
yaptıkları açıklamalarında ve örneklerinde, eğretilemenin iki unsuru olan, imge
veren ve imge alan arasındaki gerçek mesafeye göre eğretilemenin alışılmadık
olduğunun ölçülmesini istemişlerdir… Burada eğretileme sınırlarını metafiziğe
açar.’’
Weinrich (akt. Cochetti, 2004: 197-198) yaygın olan ‘’alışılmamış’’
eğretilemeleri üç kavram temeline göre ayırır:
1-Sözcük alanı (Alm. Wortfeld), yani anlam alanı (Alm. Bedeutungsfeld);
bilişsel-psikolojik terim bilgisinde en küçük anlam taşıyıcı birimlerin ya da tek
sözcüğün türetildiği ve en küçük anlamsal özellik gösteren anlamsal alt alanlar
(Alm. Subdomänen)
2-İmge alanı (Alm. Bildfeld); en az iki ayrı cinsten (Alm. heterogenen) sözcükveya anlam alanları, örn. ‘’düşünce akımı’’, dünya tiyatrosu. İmgesel alanlar,
kabul edilmiş güncel belli tecrübelerden sapan ve bir dereceye kadar içeriği
gösteren eğretilemelerden oluşan sabit şemalardır.
3-İmge aralığı (Alm. Bildspanne); anlamsal mesafe gibi aynı şekilde uzaklığı ve
imgesel alanın iki ana unsurunun ilişkisinin birbirine olan etkisidir. ‘’Dünya’’ ve
‘’tiyatro’’ ilişkisini imgesel alanda ‘’dünya tiyatrosu’’ veya güncel eğretilemeler
de ‘’Dünya bir tiyatrodur’’ örnek olarak verebiliriz. Ama imge aralığı henüz sabit
bir şema olmayan yeni bir imge alanını ‘’alışılmamış bağdaştırma’’ olarak ortaya
çıkararak üretebilir.
İmge veren ve imge alan arasındaki ilişki; ‘’gerilim’’, anlamsal olarak
aralarındaki mesafenin uzaklığı ve yakınlığı alışılmamış bağdaştırmalar da önemli
bir değerlendirme ölçütü haline gelmiştir. Weinrich (1976: 303-304) her
eğretilemenin kendi unsurları arasında bir aykırılığa sahip olduğunu ve onu
sözcük olarak ele aldığımızda bunu açığa çıkardığını belirterek:’’ Eğer bir
sözcüğü ele alırsak - devlet gemisi- bu bir gemi midir değil midir? Cevap ya evet
ya da hayır olmalıdır. Devlet politik bir sosyal yapıdır elbette gemi değildir ama
gemidir de, çünkü imgesel dil uzlaşı gereği öyle istiyor. Bu aykırılık her
eğretilemede gizlidir’’ şeklinde açıklar.
Weinrich (a.g.e. : 302) eğretilemeyi bir ‘’düşünce modeli’’ olarak açıklar. Ona
göre alışılmamış bağdaştırmalar hakkındaki görüşleri daha farklı temellere
dayanır. Weinrich’e (a.g.e. : 303) göre birçok araştırmacı için imge veren ve imge
alan arasındaki mesafenin uzaklığından ziyade bunlar arasındaki hayret verici olan
tehlikeli yakınlığıdır (Alm. gefährliche Nähe). Birbirinden uzak ama birbirini
zorlayan bu iki alanın aralarındaki mesafenin bir yerde ortak bağlantıyı yok
etmesinden kaygı duyulur. Weinrich (a.g.e. : 304-308) bu düşünceyi Paul Celan’ın
Todesfuge şiirindeki meşhur ‘’kapkara süt’’ (Alm. schwarze Milch) örneğinde
açıklar:
‘’Schwarze Milch der Frühe wir trinken sie abends
Wir trinken sie mittags und morgens wir trinken sie nachts
Wir trinken und trinken…
Kapkara süt ve sabah vakti sütü, iki eğretilemeli bir bağlantı. Özellikle ilk
eğretilemeye dikkat edelim. Rimbaud’daki ’yeşil dudaklar’ gibi aynı
alışılmamışlık derecesine benziyor. Sözbilimini bilen burada bir zıtlaşmanın söz
konusu olduğunu söyleyecektir. Güzel ama bu terimle bakışımızı değiştiremeyiz,
zıtlaşma da eğretilemedir. Çünkü paradoks, aykırılık, bunu defalarca söyledik,
eğretilemedir. Dini inanış tarzı olan süt veya incil meseli süt benzetmeleri bu
şiirdeki kapkara süt. Bilinmesi gerekir ki kapkara süt eski geleneğe göre
melankoliktir… Eğer burada ‘sabah vaktinin melankolik sütü’ olsaydı aynı
aykırılığı fark ederdik, kabaca söylemek gerekirse: süt melankolik değildir… Süt
kapkara da değildir. Bana geliyor ki burada gerçekle ilgili belirli bir ilişki
bulunuyor. Eğer bu sözcük yapısını algısal kavrayış gerçekliği içerisinde
bağdaştırırsak, şuna işaret eder: beyaz süt. Eğer algısal kavrayış gerçeğindeki bir
sözcük yapısından çok uzaklaşılırsa, nesnel ve duygusal farklı konular birbirine
bağlanırsa, tereddütsüz şuna işaret eder: melankolik süt… Ama algısal kavrayış
gerçeğinden dar anlamda sapan bir sözcük yapısında, bu çelişkiyi güçlü bir
şekilde algılarız ve hissederiz ki bu eğretileme alışılmamıştır: kapkara süt.
Eğretileme öyle alışılmamıştır ki, günlük gözlemlerimizden o kadar fazla bir
uzağa sapma göstermiyor aksine diğer renklere doğru bir adım atılmış. Bu
yakınlık, huzurumuzu kaçırıyor, doğru mu yanlış mı gibi bir duygu veriyor…
Eğretilemedeki bu basit aykırılık imgesel gerginlikten bağımsızdır. Ama imgesel
gerginliğe, aykırılıkların fark edilip fark edilmemesi ve alışılmamış olarak
algılanıp algılanmadığına bağlıdır. Çok fazla bir gerilimde aykırılık kural olarak
fark edilmez. Buna karşılık imgesel gerginlik dikkatimizi bu aykırılığa zorlar ve
eğretilemeye alışılmamış özellik bahşeder… Eğretileme çelişkili bir ifadedir.
Alışılmamış bağdaştırma, aykırılığı farkına varılmadan kalabilen bir ifadedir.’’
Weinrich yukarda belirttiği gibi alışılmamış bağdaştırmaları ‘’önemsiz bir
sapma’’ (Alm. geringe Abweichung) gösteren eğretilemeler olarak belirler. Öyle
ki bazı durumlarda iki alan arasındaki yakınlığı bile algılama ve fiziksel
durumlarına göre tehlikeli bulur. Burada anlam farklı bir alana taşınmamış, sadece
küçük bir adım atılarak renk değişikliğine gidilmiştir (a.g.e. : 307). Aslında
‘’kapkara süt’’ anlamsal ve mantıksal olarak süt ile ilgisi olmaması gereken bir
durumdur. Daha doğrusu bu durumda siyah ve beyaz renklerin birbirinden çok
uzak olduğu açıkça görülür. Weinrich bu tür sapmalarda sözcük alanı düşüncesine
göre hareket eder ve sözcüklerin mantıksal kavranabilir ilişkilerini kategorik
olarak ön planda tutar. (örn. bir renk ölçeğindeki renkler arası ilişkiler gibi) İmge
alan ve imge veren her iki niceliğin birlikte olduğu önemli anlambirimcikler
olarak kavramsal yakınlık ortak benzerlik noktasına dayanır.
Alışılmamış bağdaştırmalardaki buna benzer kategorik yakınlık durumunu
birçok Almanca ve Türkçe şiirlerde de görebiliriz:
‘’im goldgelben Schatten’’ (Celan, 1992-A: 222)
(‘’altın sarısı gölgelerde’’)
‘’ben siyah çöllerin pırlanta kaktüsü’’ (İskender, 2010: 95)
‘’başucunda Siyah Güneşler;-sabah!’’ (Yavuz, 2010: 339)
Yukardaki örneklerde de görüldüğü gibi anlam farklı bir alana taşınmamış,
sadece küçük bir adım atılarak renk değişikliğine gidilmiştir. Aslında ‘’altın sarısı
gölge’’ anlamsal ve mantıksal olarak gölgeye yakıştırılamayacak bir durumdur.
‘’Siyah çöller’’ bağdaştırmasında da renkler arasında bir zıtlık vardır. ‘’Siyah
güneş’’ ifadesinde de aynı durum söz konusudur. Buradaki renk ikilemi aynı
zamanda ‘’zıtlaşma’’ diye bilinen eğretilemenin özel türlerinden biridir. Buradaki
renkler aynı ölçek içerisinde yer alsalar da birbirleri arasındaki zıtlık alışılmadık
bir durum sergiler.
Weinrich’in tespit ettiği farklı bir dilsel alışılmadık biçim de, kavramsal ve
kategorik bir yapı içerisinde değerlendirmenin mümkün olmadığı Paul Celan’ın
bir şiirindeki ‘’Stundenholz’’ (‘’vakit tahtası’’) bileşik sözcüğünün alışılmamış
bağdaştırmaların arasında kullanılmasıdır (akt. Netzel 2003: 494).
Weinrich’in tespitlerine göre imgesel eğretilemeyi alışılmamış hissedip
hissetmeyeceğimiz imgesel gerilime bağlıdır; eğretilemedeki aykırılık kendi
içyapısına dayalı imgesel gerilimin büyüklüğüne bağlı değildir.
Weinrich’e göre bir eğretilemenin kalitesi ve alışılmamışlığı eğretilemeli
ifadedeki unsurların birbiri arasındaki gerilimine değil, tam aksine eğretileme ve
bağlamı arasındaki imgesel gerilimle açıklanır.
Ricoeur (akt. Bertau, 1996: 159-160) gerilim düşüncesi ile ilgili olarak üç
uygulama durumunu birbirinden ayırır:
1 - Bir ifade içerisindeki gerilim, benzeyen ve benzetilen, yani Konu ve Taşıyıcı;
Odak ve Çerçeve; ana ve yan özne. Eğretilemeli bir İfade ve sözcüğün birlikteliği
136
eğretilemeli sözcük ve ifadedeki diğer sözcükler arasında gerilim olarak
düşünülür.
2- İki yorum arasındaki gerilim: Bir sözcük ve eğretilemeli densizlik arasında.
Sözcük ile ilgili yorumda eğretileme ‘’anlamsızlıktan bir anlama’’ yapılan
anlamsal densizlik yoluyla yok edilir. Burada anlamsal ‘’densizlik’’ ve ‘’yeni ait
olma’’ meydana gelir: Sözcük ile ilgili yorum uyumsuzluğa götürür, dizisel
düzlemdeki bir aykırılık düzeltilerek böylece ortaya çıkan aykırılık eğretileme
yoluyla azaltılır, anlamsal değişiklik bunun sonucudur ve dizimsel düzlemde yeni
bir üyelik durumunun meydana gelmesi gerçekleşir. İfadedeki uyuşmazlığa
yeniden ulaşılır. Çünkü sözcük ile ilgili yorum tam olarak sona ermemiştir, tam
aksine bir eğretilemeye dönüşmüştür. Ricoeur için her iki yorum arasında bir
gerilim bulunmaktadır.
3- Kimlik ve farklılık ve ‘benzerlik sahasındaki’ gerginlik. Koşutun ilişkisel
işlevinde, bir benzerlik etkileşimindeki özdeşlik ve farklılık arasındaki gerilim.
Sözcük ile ilgili uygunsuzluktan eğretilemeli bir uyuma geçişin tanımlanması ile
ilgili olarak Ricoeur açık mekânsal eğretilemelerden yararlanır. Geçiş mantıksal
mekân içerisinde anlamlar arası mesafenin değişimi içerisinde oluşur. Yeni üye
veya eşleşim aralarındaki uzak mesafelerine rağmen kavramlar arası ‘aniden’
oluşan anlamsal yakınlıktan doğar. Birbirinden uzak olan şeyler, birbirine yakın
görünürler. Anlamsal dönüşüm, aktarma uzaktan yakınlığa mantıksal mesafe
içerisindeki bu hareketten başka bir şey değildir.
Ricoeur’e göre ‘’her üç gerilim de ifadeye içkin anlam düzeyinde kalır ve
herhangi birinin onun ötesine geçeceği söylenemez: Ricoeur, artık bunun ötesine
geçecek bir gerilim kuramının yeni bir uygulamasını yapmak istemektedir’’ (akt.
Tomkinson, 2008:179)