Nedir.Org
Soru Tara Cevapla Giriş


Cevap Ara?

14.756.348 den fazla soru içinde arama yap.

Sorunu Tarat
Kitaptan resmini çek hemen cevaplansın.

Çatışma kuramı sosyoloji

Sosyolojide çatışma kuramı nedir?

Bu soruya 1 cevap yazıldı. Cevap İçin Alta Doğru İlerleyin.
    Şikayet Et Bu soruya 0 yorum yazıldı.

    İşte Cevaplar


    gokturk

    • 2020-05-04 19:45:25

    Cevap :

    Çatışma Teorisi

    Çatışma teorisyenleri, toplumları ve toplumsal kurumları bir arada işleyerek denge yaratan, birbirlerine dayanan kısımlardan oluşan sistemler olarak gören işlevselciliğin aksine, toplumu bireylerin, grupların güç elde etmek için birbirleriyle mücadele ettikleri ve çatışmanın denetim altına alınmasını bir grubun geçici bir süre için rakiplerini bastırdığı bir arena olarak değerlendirirler.

    Çatışma teorisi, temel olarak iki farklı gelenekten beslenir. Bunun da ötesinde, çatışma teorisi içerisinde değerlendirilen sosyologlar arasında farklılıklar bulunmaktadır. Fakat yine de, homojenliği gevşek olan bu teori kapsamında değerlendirilen isimlerin ortaklaştıkları üç temel nokta mevcuttur: İnsanların hepsi bazı temel çıkarlara sahiptir. Tüm çatışma yaklaşımının merkezinde, toplumsal ilişkilerin çekirdeği olarak iktidar (güç) bulunur.  Değerler ve düşünceler, bütün toplumun kimliğini ve hedeflerini belirleyen araçlar olmaktan ziyade, farklı grupların kendi amaçlarını gerçekleştirmek üzere kullandıkları silahlardır.

    Çatışma teorisi, temel olarak, birbirinden farklı iki gelenekten beslenir: Karl Marx (C. Wright Mills, Frankfurt Okulu [Eleştirel Teori], Pierre Bourdieu); Max Weber (Ralf Dahrendorf, Lewis Coser, Randall Collins). Bu iki temel geleneğin yanı sıra, bir de farklı bir yaklaşım sergileyen Georg Simmel ve Chicago Okulu’ndan da etkilenmiş olarak çatışma teorisini kullanan sosyologlar bulunmaktadır.

    ‘Eleştirel Teori’nin kökeni, Frankfurt Üniversitesi’nde 1923’te kurulan Frankfurt Sosyal Teori Okulu’nda birlikte çalışan bir grup Marxist ve Yahudi akademisyenin çalışmalarıdır. Merkezin ilk müdürü Theo Grünberg’di, fakat okulun motor gücünü Theodor Adorno ve Max Horkheimer’in çalışmaları oluşturuyordu. Walter Benjamin, Erich Fromm, Herbert Marcuse ve daha pek çok düşünür merkezle ilişkili olmuşlardı. II. Dünya Savaşı koşullarında çalışmalarının bir bölümünü ABD’de gerçekleştirmek zorunda kalan Frankfurt Okulu’nun yaşayan son üyesi Jürgen Habermas’tır.

    Eleştirel Teori’yi tek ve birleşik bir sosyolojik düşünceler topluluğu olarak tasnif etmek zordur. Eleştirel Teori, asla tek bir düşünce olmasa da ve üye yapısı sürekli değişkenlik gösteren bir okul olsa da, bu isim altında değerlendirilen isimleri birleştiren noktalar; ortodoks Marxist düşüncenin çağdaş olaylar ışığında yeniden değerlendirilmesi ve özelde totalitarizmden nefret, Nazi Almanyası ve Sovyet komünizminin otoriter rejimlerinin bireysel özgürlüklere ve insanlığa karşı yarattıkları tehditler ve kapitalizmin baskıcı ideolojisidir. Okul; Marxizmi Freudcu kavramlarla, felsefeyi psikanalizle, ekonomik araştırmayı –aileden kitle iletişim araçlarına, ekonomi ve devlete kadar birçok sosyolojik alanla ilişkili- tarihsel ve kültürel analizlerle birleştirmeye çalışan disiplinlererası bir yaklaşımı temsil etmektedir.

    Okulun çalışmalarını yoğunlaştırdıkları alanlar olarak karşımıza şu dört temel konu çıkıyor:  Modern bilimsel analizin temeli olarak, bir bilgi teorisi olarak ve modern sosyolojinin temeli olarak ciddi bir pozitivizm ve ampirizm eleştirisi;  Gelişmiş toplumlardaki yeni egemenlik biçimlerinin analizi;  Kültür endüstrisi analizi; Modern toplumda ‘bireyin göreli özerkliğinin bile neredeyse ortadan kalkma eğilimi sergilediği’, ‘rasyonalleşmiş, otomatlaşmış, tamamen idare edilen bir dünya’ haline gelme eğilimindeki bir çağda, bireyselliğin varlığını sürdürebileceği konusundaki karamsarlık.

    C. Wright Mills (1916-1962), ABD’deki sosyal bilimler kurumuna karşı gelen asi bir akademisyen olarak değerlendirilmektedir. Akademisyenliğinin yanı sıra aktivist yanıyla da tanınan Mills, pek çok sosyoloğun dönemin temel problemleriyle yüzleşmekten kaçındığını, oysa sosyolojinin görevinin bu problemlerle yüzleşmek ve onları eleştirel bir perspektiften analiz etmek olduğuna inanır. Amacı toplumu açıklamak kadar sosyal reformlar da yapmak, Amerikan toplumuna sosyolojiyi tanıtmak ve sosyolojik tahayyülü geliştirilebilmekti. Amerikan liberalizminin kritik eşiği aştığına ve bu yüzden bir rehavet dönemine girdiğine inanan Mills, Weber’in ve giderek Marx’ın çatışma teorisine yönelir. Soğuk Savaş’ın iki tarafında da yaşanan ‘çağımızın ahlakî rahatsızlığı’ndan, kitlelerin siyasal ve toplumsal seçkinlerin kontrolü altına girmeye başladığı bir dönemde çağdaş aydınların manevi liderliklerini sürdüremediklerinden ve modern sosyal bilimlerin teorik ve yöntemsel yetersizliklerinden şikayet eder. Türkçe’ye de çevrilen Toplumbilimsel Düşün, İktidar Seçkinleri, Dinle Yankee! gibi eserlerinde de bu düşünceleri doğrultusunda toplumsal hayatta olan biteni en açık bir dille analiz etmeye gayret göstermiştir.

    Pierre Bourdieu (1930-2002), toplumun, sınıflar ve sınıfa dayalı çıkarlar ve ideolojiler bağlamında çözümlenebileceğine ilişkin Marxist görüşe karşı çıkar. Çalışmalarının büyük bir kısmı, eğitimin ve kültürel faktörlerin bağımsız rolü ile ilgilidir ve modern toplumlarda okul içi eğitim kurumlarının önemini vurgular. Toplumları sınıflar esasına çözümleme yerine, bir alan kavramı kullanır; yani, tıpkı bir oyunda olduğu gibi, insanların manevra yaptıkları, stratejiler geliştirdikleri ve arzu edilen kaynaklar için mücadele ettikleri toplumsal bir alan: Bourdieu akademik alan, dinsel alan, ekonomik alan ve güç alanından söz eder. Ona göre bir alan, onun içinden güç ilişkileriyle yapılandırılmış bir toplumsal statüler sistemidir. Farklı alanların oldukça özerk olabileceğini ve daha karmaşık toplumlarda birbirinden oldukça farklı pek çok alanın olabileceğini vurgular. Örneğin modern toplumlarda politika profesyonelleştirilmiş ve özerklik kazandırılmıştır, kendine özgü kuralları vardır ve politikanın işleyiş tarzı ve sağladığı güç, ekonomik süreçlerin bir işlevi olarak görülemez. Nihai noktada, farklı alanlardaki güç çok hayatî olan farklı sermaye şekillerine bağlıdır.

    Bourdieu, üç temel sermaye tipi olduğunu iddia eder:  Ekonomik sermaye, Toplumsal sermaye; ve Kültürel sermaye. Bunlardan birincisi, ekonomik kaynaklara egemendir; ikincisi ise ilişkilere. Üzerinde en fazla durduğu sermaye tipi ise, ebeveynlerin çocuklarına verdiği kültürel sermayedir. Farklı sınıflar arasındaki zevklerin nasıl farklılaştığı üzerinde durmuştur, fakat en büyük ilgisi kültürel sermayenin bireylerin eğitim süreçlerini, başarılı ya da başarısız olma durumlarını vs. nasıl etkilediğine yönelikti. .

    Bourdieu’nun teorisi; bir ekonomik sınıfın kendi kendisini yeniden nasıl ürettiği ve ayrıcalıklarını bir sonraki kuşağa nasıl aktardığı ile ilgilidir. Bu noktada kültürel sermaye oldukça açıklayıcıdır. Kültürel sermaye ile tahlillerini geliştirirken Bourdieu, kilit önemdeki habitus kavramını geliştirmiştir. Habitus, nesnel şartlar altında oluşturulan ancak bu şartların değişmesinden sonra bile devam etme eğiliminde olan, kazanılmış ve sürekliliği olan bir algılama, düşünce ve eylem şemaları sistemidir. Bu alışılmışlık, Bourdieu’ya göre, sınıfsal yeniden üretimin anahtarıdır. (Oscar Lewis’in geliştirdiği meşhur Yoksulluk Kültürü kavramı burada hatırlanmalıdır.)

    Modern çatışma teorisinin -Weber’in etkisinde gelişen ikinci yaklaşımının- önde gelen isimlerinden biri Ralf Dahrendorf (1929-2009)’tur. Dahrendorf, Marx gibi, çatışmayı sanayi toplumlarında toplumsal değişmenin temel dinamiği olarak tanımlar. Ancak Marx’tan farklı olarak analizini, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmak veya olmamak üzerinden değil, iktidar (güç) ve özelde otorite konumlarına katılma ve dışlanma üzerinden yapar. Yaklaşımları, Talcott Parsons’ın ve dahil olduğu yapısal-işlevselci akımın yaklaşımlarına alternatif olarak gösterilen Dahrendorf’a göre, sosyolojik analiz toplumsal dayanışma ve değerler uzlaşısına değil, değişme ve çatışmaya yoğunlaşmalıdır.

    Dahrendorf’a göre otorite bireylerde değil meşru güç konumlarında bulunur; otorite konumları bu konumların sahiplerine güç sağlar ve tabi olanlardan bu güç/iktidar sahiplerine itaat etmeleri beklenir. Otorite, tabi konumdakileri zorlayacak ve onları kontrol edecek bir yaptırım gücüne ihtiyaç duyar. Fakat otorite konumları sabit değildir ve kişi belirli bir konumda egemen iken, başka bir konum veya ilişkide tabi konumda olabilir. Gecekondu bölgelerinde yaşayanlar arasındaki hemşerilik ya da himaye sistemindeki ilişkiler buna örnek verilebilir. Bölgenin önde gelen kişisi, kendilerine toprak, gecekondu veya iş temin ettiği hemşerileri karşısında egemen konumda olabilir; ancak mahalli ya da merkezi idareler ve siyaset karşısında tabi konumda bulunabilir.

    Otorite dağılımının yarattığı egemen ve tabi konumlar düşüncesi Dahrendorf’u çıkar grupları ve çıkar ilişkileri kavramlarını geliştirmeye yöneltir. Her ilişki ve organizasyonda otorite konumundakiler statükolarını sürdürmeye, tabii konumdakiler de değiştirmeye çalışırlar. Dolayısıyla bu iki kesimin ilişkisini sürekli olarak bir çıkar çatışması oluşturur. Bu çıkar çatışması, bazı durumlarda ilişkileri zayıflatır; bazı durumlarda gizli olabilir, bazen de açık savaşa dönüşebilir.

    Dahrendorf toplumda üç grup ayırır:  Yarı gruplar;  çıkar grupları; ve çatışma grupları. Bu tipleri ayrıca gevşek ilişkiler, çıkar grupları, ve toplumsal düzene fiilen meydan okuyan gruplar şeklinde yeniden sınıflandırır.

    Marx’ın aksine, ‘lümpen proleterya’nın nihayetinde ve kaçınılmaz olarak bir ‘çatışma grubu’na veya devrimci bir sınıfa dönüşeceğine inanmaz. Bunun için koşulların uygun olması gereklidir. Sınıf dayanışması da, sınıf çatışması da farklı durumlarda farklı şekillerde yaşanabilir. Bir dönem sınıf içi dayanışmanın artması gözlenebilirken refahın arttığı dönemlerde sınıf için gevşeme söz konusu olabilir. Marx, sanayileşmenin artmasıyla birlikte kapitalist toplumlarda sınıf dayanışmasının ve dolayısıyla sınıf çatışmasının da artacağını iddia ediyordu. Ancak Dahrendorf’a göre, teknolojinin artmasıyla birlikte bunun tersi bir durum söz konusu olacaktır; zira bu süreçte işçi sınıfı farklılaşacak ve kendi içinde bölünecektir. Artan uzmanlaşmayla birlikte, işçi sınıfı ücret, statü ve becerilerdeki farklılaşmalar yüzünden birleşmekten çok büyük bir farklılaşma ve bölünmeye uğrayacaktır.

    Dahrendorf’a göre, sürekli çatışma sadece normal ve kaçınılmaz olmakla, sadece kademeli olarak ve ara sıra gerçekleşen radikal toplumsal değişimlerin kaynağı olmakla kalmayıp, toplumsal düzen ve bütünleşmenin de temelidir, kaos ve düzen arasında sonsuz bir gerilim mevcuttur. Bu anlamıyla Dahrendorf, çatışma ve uzlaşı/denge teorileri arasında bir köprü kurmaya uğraşan bir düşünürdür.

    Lewis Coser (1913-2003), gençlik yıllarında Marxist hareket içinde bulunmuştu; ABD’deki yıllarında ise Marxist olmamakla birlikte sosyalist düşüncelere sahip olmayı sürdürmüştür. Yukarıda da belirtildiği üzere, Parsons’ın öğrencisi de olmuştur. Yazıları her zaman için siyaset ve toplumun yapısı arasındaki ilişki üzerine olan ilgisini yansıtmaktadır. Coser, çatışma teorisi içerisinde değerlendirilen düşünürler arasında –Marx ve Weber’in yanı sıra- George Simmel’in çözümlemelerinden en fazla beslenen isim olarak gözüküyor. En çok da, çatışma ağı ya da toplumu hem bir arada tutan, hem de mücadele üreten kesişen sadakatler ile ilgilenmiştir. Bu çerçevede onun en önemli çalışması olan The Functions of Social Conflict [Toplumsal Çatışmanın İşlevleri] (New York: The Free Press, 1956), Simmel’in dağınık ve bölük pörçük görüşlerinin açıklanması ve geliştirilmesi olarak değerlendirilmektedir.

    Coser’in çatışma teorisine olan katkıları iki noktada öne çıkmaktadır: Toplumsal çatışmayı ‘grup çıkarları’na karşı olan faktörlerden daha başka faktörlerin sonucu olarak ele alması; Çatışmanın toplumsal kökleri ile ilgili olarak fazla bir şey söylemez, ancak –daha büyük bir toplumsal dengelilik ve değişim dahil- çatışmanın farklı muhtemel sonuçları arasında ayrım yapması.

    Coser, çatışmanın kökenlerini tartışırken, insan psikolojisi ve duygularının oynadığı roller üzerinde çokça durmuştur. İnsanlarda saldırgan veya düşmanca ‘güdüler’ bulunduğu hususunda Simmel ile aynı fikirdedir ve yakın ve sıkı ilişkilerde hem sevgi hem de nefretin bir arada bulunduğunu vurgular. Ona göre, yakın olmak, gücenme duygularının gelişmesine bol fırsat sağlayacak demektir ve böylece çatışma ve anlaşmazlık, mutlaka dengesizlik durumu veya bozuşma işaretleri olmayıp, insan ilişkilerinin bir parçasıdır. Düşmanlık ve çatışmanın alacağı şekiller, ilgili toplumsal yapıların farklılıklarına göre değişkenlik gösterir. Örneğin, çocukların ebeveynleri ile yaşadıkları çatışma; şiddet bakımından devletler arasında yaşanan çatışmalardan farklıdır, ancak aynı zamanda çocukların ekonomik bağımsızlıklarını elde etmiş olup olmadıklarına, çocukların yetişkin rollerine ulaşma yollarının açık olarak belirlenmiş olup olmadığına, çekirdek aile dışındaki diğer aile fertlerinin pratik ve duygusal destek sağlayıp sağlamadıklarına vs. bağlı olarak farklı yapılarda ve farklı durumlarda farklı sonuçlar doğuracaktır. Coser, bu noktada, böylesi ‘yapısal’ faktörlerin insanların duyguları ile olan etkileşimleri üzerine yoğunlaşır.

    Coser’e göre toplumsal çatışma toplumsal değişime yol açar. Fakat daha fazla ilgilendiği husus, çatışmanın toplumsal ya da grupsal iç bütünlüğü, iç dayanışmayı ve kimliği koruyup geliştirmedeki rolüdür. Bu yönüyle, yani grup birliğinin sağlanması ve korunması hususu daha ziyade işlevselcilikle ilişkili bir konu olarak karşımıza çıkar. Coser de, ilgi düzeyinde işlevselcilere yaklaşır. Bir grubun/cemaatin devam etmesi ve birlik halinde kalmasının mutlaka istenen bir şey olduğu ya da çatışmanın grup/cemaat için bir işleve hizmet etmek amacı ile ortaya çıktığı şeklindeki işlevselci yaklaşımları benimsemez. Birlik, Coser’e göre, çatışmanın mümkün sonuçlarından sadece bir tanesidir.

    Coser, grup/cemaat içi çatışmalar ile grubun/cemaatin dışında olan çatışmalar arasında ayrım yapar. Dış çatışmanın, grubun kimliğinin tespit edilmesi açısından gerekli olduğunu düşünür. Başka bir deyişle, dış çatışmanın grup bilincini ve bir toplumsal sistem içindeki diğer gruplar ile kendisi arasındaki farklılıkları ayrıştırarak ve kuvvetlendirerek, grup kimliğini yerleştirdiği görüşündedir. İç çatışma konusunda Durkheim, George H. Mead ve Marx’ı takip eden Coser, ‘sapkın’ olarak nitelenenlere karşı mücadele etme örneğinde olduğu gibi, iç çatışmanın ‘doğru’ davranışı belirleyen normları içermesi nedeniyle, bir grubun/cemaatin kimliğini tanımlamakta önemli olduğunun altını çizer. Coser, bir grubu/cemaati tanımlama veya bütünlüğünü koruma konusunda iç çatışmanın rolünü tartışırken, bu rolün, iç çatışmanın grubun ‘temel değer ve ilkeleri hakkında olmaması şartıyla geçerli olduğunu da ayrıca belirtir. Bu çerçevede, ‘düşmanca iddiaların ifadesi’ne izin vermeyen katı bir toplumda iç çatışmanın, temel prensiplere doğru yöneleceğini ve dolayısıyla da toplumsal açıdan bölücü, dağıtıcı bir hal alacağını vurgular.

    Randall Collins (d. 1941) Weber’in düşüncelerinin ve yönteminin yoğun etkisindedir, fakat belli noktalarda üzerinde Durkheim’in etkisi de gözlenmektedir. Diğer çatışma teorisyenlerinden farklı olarak, genellikle sembolik etkileşim ve fenomenoloji gibi ‘mikrososyolojik’ yaklaşımlarıyla tanınan Mead, Alfred Schutz ve Erving Goffman gibi düşünürlerin çalışmalarından da yararlanmıştır. Bu zengin yararlanma kaynakları onun, toplumsal bütünleşme ile toplumsal çatışmayı özgün bir biçimde birleştirme çabasının bir sonucu olsa gerektir.

    Collins; insanların bütün toplumlarda peşinden koşacakları servet, güç ve saygınlık gibi bazı ‘meta’lar olduğu ve hiç kimsenin emir almayı sevmediği ve bundan kaçınmak için elinden gelen her şeyi yapacağı gibi belli temel kabullerden hareket eder. Collins’e göre güç ve saygınlık az bulunan metalar olduğundan ve zenginlik de genellikle bunlarla bir arada bulunduğundan, insanların küçük bir kısmının bu metalardan eşit payın daha fazlasına sahip olma hırsı, diğer insanların tabi olmak ve itibarsızlıktan kaçınmak için karşı bir mücadeleye girişmelerini gerekli kılıyor. Birçok farklı şekil alabilecek bu toplumsal çatışmanın merkezinde baskı vardır, Collins’e göre.

    Weber’i izleyen Collins; hayatta insanların daha az ya da daha çok kaynak elde ettikleri, az çok egemen oldukları ya da egemenlik altına girdikleri başlıca üç alan vardır. Bunlar hep birlikte ‘toplumsal tabakalaşma’ örneklerini oluşturur: İnsanların farklı sınıflar halinde tasnif edilebilmelerini sağlayan uğraşıları;  yaş, cinsiyet, etnik ve eğitim gruplarını içeren farklı statü grupları halinde yaşadıkları cemaatler/topluluklar; ve farklı partilerin politik güç peşinde koştukları siyasal arena.

    Collins, sürekli olarak nihayetinde bireysel insanlar üzerine çalıştığını hatırlatır. Bu çerçevede, Mead ve Goffman gibi fenomenolojik sosyoloji geleneğinden gelen düşünürlerin, bireysel deneyimler üzerine odaklandıkları ve bunları sabit ve değişmez şeyler olarak görmedikleri için, toplumsal etkileşim konularında yararlanabilecek pek çok şey ürettiklerini düşünür.

    Gerek Collins ve gerekse diğer çatışma teorisyenlerinin, belki de en fazla eleştiri alan özellikleri toplumsal etkileşime ve bütün bir toplumsal hayata ‘sıfır sonuç’lu bir alan olarak bakmalarıdır. Başka bir deyişle, onlar, bir insanın kazancının bir başkasının buna eşit kaybından oluştuğunu düşünmektedirler. Bu durumun, her zaman böyle olması gerekmediğine ilişkin pek çok örnek bulunabilir. İkinci bir eleştiri konusu, çatışma teorisyenlerinin düşünceleri yalnızca güçlünün çıkarlarının bir yansıması olarak ele almalarıyla ilgilidir. Pek çok durumda, bu anlamdaki dar çıkarcılığın olayların anlaşılması ve açıklanmasında yetersiz kaldığı aşikardır. Üçüncü bir eleştiri de; çatışma teorisinin bir değişim mekanizması sunmasına karşın bütünüyle tatmin edici olmaktan uzak oluşuyla ilgilidir. Zira çatışma teorisi, bir grubun gücü daha önce nasıl elde etmiş olduğundan ziyade, nasıl muhafaza ettiğini daha başarılı bir şekilde açıklayabilmektedir.



    Diğer Cevaplara Gözat
    Cevap Yaz Arama Yap

    Cevap Yaz




    Başarılı

    İşleminiz başarıyla kaydedilmiştir.