Nedir.Org
Soru Tara Cevapla Giriş


Cevap Ara?

14.756.348 den fazla soru içinde arama yap.

Sorunu Tarat
Kitaptan resmini çek hemen cevaplansın.

Ecir ve sabır osmanlıca

Ecir ve sabır osmanlıca sorusunun cevabı için bana yardımcı olur musunuz?

Bu soruya 1 cevap yazıldı. Cevap İçin Alta Doğru İlerleyin.
    Şikayet Et Bu soruya 0 yorum yazıldı.

    İşte Cevaplar


    Zeus

    • 2022-08-31 06:16:46

    Cevap :

    ECİR VE SABIR

    Hüseyin Rahmi GÜRPINAR

    Çocuğun cenazesi evden çıkarılırken validesi Behiye Hanım “Ah yavrum Cemal’im... ananı babanı bırakıp da nerelere gidiyorsun?..” figan-ı sine-şikâfiyle avazı çıkabildiği kadar bağırdı. Akûs-i muztaribanesi duvarlara tesir eden bu can-hıraş feryatlar, kalb-i maderanesinde çıra gibi iştialini hissettiği zahm-ı âteşe, o ceriha-ı firkate devasâz olamadı... Bî-şuurane bir şiddetle etrafına saldırarak birkaç cam kırdı; haykırmaktan sesi kısıldı. Nihayet yere düştü, bayıldı.

    Behiye’yi o hal-i elîm içinde gören validesi Şekûre Hanım artık torununun ye’s-i mematını biraz unutur gibi olarak hemen kızının yanına koştu. Gelen bir iki komşunun, aşçı kadının muavenetiyle Behiye’ye limon koklattı. Ağzına çiçek suyu döktü. Göğsünü çözdü... Kollarını uğuşturdu. Bedbaht valide, azıcık gözlerini açtı. Etrafına toplananlara göğsünü gösteriyor, evet işte orada, eliyle işaret ettiği yerde gayr-i kabil-i intifa bir ateş feveran ettiğini anlatmak istiyor. Şallar içinde bayramlık kırmızı fesi başında şimdi kapıdan çıkarılan, omuzların üzerinde kuş gibi uçurulan o küçücük tabutun arkası sıra koşmak, onunla beraber toprağa gömülmek arzusunu kısık sesiyle             ifhama uğraşıyordu.

    O nevhaları arasında diyordu ki:

    —Vah Cemal’im!.. Ah yavrum bu sene büyük tövbenin on sekizine kadar yaşasaydı, beşini bitirip altısına basacaktı... Ne oldu bilmem ki? Kimlerin nazarı değdi? İlâhi gözleri çıksın... Yavrucağım bir haftalığına uğradı... Bir ateş, bir nöbet, hekim, ilâç... hoca, nefes deyinceye kadar a dostlar, uçtu elimizden gitti. Ah cennet kuşu yavrum, Allah bana ayân etti. Benim içime apaşikâre doğdu. Ama ben dedim. Mektebe başladığı günü başına elmasları taktım, göğsüne şalı bağladım. Ne yaraştı. Ne güzelleşti, Hanım... O ahu gibi gözler, kıvır kıvır kirpikler... Pembe pembe, ebru ebru yanaklar... O günü yavrumu öpüp koklamağa doyamadım. (İki tarafına sallanarak) işte o zaman dedim, bu oğlan bu güzelliğiyle, bu aklıyle yaşamaz, dedim. Yavrumu o süsüyle, o şanıyle “Amin” günü “payton”un içinde görenler hep maşallah dediler. Şu yukarıki odada hocanın önüne diz çöktüğü vakit “Rabbiyesir”i ezberinden su gibi yanlışsız okudu idi…

    Komşulardan biri:

    —Sus kardeş o çocuk değildi, artık bir şeydi. Büyüyeydi akılda Eflâtun’u geçecekti. İşte öyle akıllılar yaşamaz ki… Hani bir gün, elmasım, aklına geliyor mu? Basma değiştirmek için çarşıya gitti idik. O yavrucağız da beraberdi. Biz bir türlü dükkânı bulamadık, canına bin rahmet... Rahmet ne ya, o zaten cennet kuşu; makamına gitti bile. Cemal’im basmacı Rum’u görünce bizden evvel “İşte anne bu!” demedi miydi?

    Diğer bir kadın — “Akıllıydı, akıllıydı… a yok hanım çok akıllıydı. Aklımdan hiç çıkmaz. Ben bir gün evin kapısı önünde küfeciden çalıfasulyası alıyordum; herife çeyrek bozdurdum. Nasıl oldu bilmem. Hesabı karıştırdık. Galiba ben heriften yetmiş para istiyordum. O bana doksan para veriyordu: “Ayol hiyle etme. Benim senden alacağım yetmiş para, bana niçin doksan para veriyorsun?” diye haykırdım. Fasulyeci de “A hanım, hiç aklın yok mu? yetmiş para ile doksan paranın hangisi ziyade?” dedi, benim de zihnim karıştı; doğrusunu birdenbire bulup çıkaramadım. O aralık kapının önünden yavrum, ah Cemal’im... (altı yedi kadın hep bir ağızdan ah Cemal’im) geçiyordu. Yavrumu çağırdım. “Oğlum, şu herif beni aldatacak. Yetmiş para ile doksan paranın hangisi büyüktür?” dedim. O küçücük gözlerini yüzüme dikti, biraz düşündü. “Yetmiş para büyüktür” cevabını verdi. Sonra ben de “Ben biliyorum zahir, şu çocuk olmasa beni aldatacaksın” tekdiriyle herifi savdım.

    En yüksek ses, valide-i firkatzedenin olmak, komşu hanımların inceli-kalınlı refakat giryeleri de buna inzimam etmek üzere bir saat kadar böyle Cemal’ım tadad-ı mehasiniyle yaş döküldü. Feryat edildi. Biraz senalara hiffet, gözyaşlarına sükûn gelmek üzere iken beş altı yaşındaki çocuğunu elinden tutmuş bir komşu hanım daha zuhur etti: Odaya girer girmez hazırundan bir kadın yeni gelene elindeki çocuğu işaret ederek:

    —Ayol Mehmed’i niçin getirdin? O, Cemal ile kırklı değil miydi? Şimdi Behiye Hanım görecek, meraklanacak, yine feryadı ayyuka çıkacak, zavallı kadın biraz susar gibi olduydu.

    Yeni gelen kadın —Ne yapayım kardeş, kime bırakayım? Evde kimse yok ki. Bizimki (eliyle cenazeyi işaret ederek) oraya gitti. Kaynanam evde ama... o artık insandan sayılmıyor ki… yerinden kalkamıyor. Sahi midir yoksa inadına mı yapar? bilmem ki... Yine bu gece ne döşek kaldı ne yorgan… Başıma geleni anlatsam kırk yıl bitmez.

    Öteden Behiye Hanım Mehmed’i görerek validesinin elinden çekip alır. Bağrına bastırarak yine üst perdeden:

    —Ah yavrum Cemal’im! Bununla kırklıydı.

    Çocuğu öper. Bütün ye’s-i maderânesi kuvvete inkılâpla kollarına sereyan etmiş gibi Behiye bağıra bağıra Mehmed’i göğsü üzerinde sıkıştırınca neye uğradığını bilemeyen biçare çocuğun bütün kanı çehresine hücum eder. Gözleri fincan gibi büyür. Behiye Hanım’ın “Ah Cemal’im” figan-ı nevmidânesine kucağındaki Mehmed’in şiddet-i tazyikinden “Aman anne ben de ölüyorum” feryad-ı muhikkanesi karışır. Behiye yine kamet-i matemini azıştırır. Bayılmak derekelerine gelir. O aralık ne yaptığını bilmez bir halde kucağındaki Mehmed’i bohça gibi kaldırıp karşıya fırlatarak:

    —Benimki benden gitti. Besleyemedim öldü. Allah’ın emri böyle imiş ne yapayım? Ellerinki yaşasın. Vallahi haset etmem, güle güle büyüt kardeş.

    Mehmet fırlatılınca başını mindere çarpar. Kadının tazyik-i mateminden kurtulduğu için çocukcağız, artık sevincinden kafasının acısını hissetmeyerek validesine sokulup sorar:

    —Anne, Behiye Hanım’a ne oldu böyle?

    Validesi usulcacık kulağına:

    —Cemal öldü de.

    —Cemal öldü mü? Öldüyse nereye götürdüler?

    —Sus canım. Mezarlığa götürdüler.

    —E orada ne yapacaklar?

    —Şimdi ağzını koparırım. Mezarlıkta ölüyü ne yaparlar? Gömerler.

    Mehmet bir ağlama tutturarak:

    —Anne ben ölürsem beni gömmesinler, istemem, istemem.

    Karşıdan bu muhavereyi işiten Behiye Hanım avazı çıkabildiği kadar üç dört defa haykırarak:

    —Ah eşlerim, dostlarım, benimkini gömdüler. İşte o kara topraklara soktular. O pamuk gibi oğlan nerelerde? yerlerin altında, hay.. hay…

    İhtiyar bir kadın:

    —Kızım Behiye, kendini o kadar harap etmek iyi değildir. Allah’ın emrine razı değil misin? Cenab-ı Hak onu senden ziyade seviyormuş, aldı, ne yapalım? Elden ne gelir?

    Diğer bir kadın:

    —A hanım!.. Dokunmayınız ağlasın, ağlamak iyidir. İçinin zehri akar. Naciye’m öldüğü vakit ben tıkandım, bir türlü ağlıyamadım da sonra Hüd dağı gibi karnım şişti. O zaman bizimki Hallaç Hoca’ya gösterdi. “Gözlerinin zehri karnına akmış” dedi. A! validedir, canı yanıyor. Şimdi onun yüreği çıra gibi parlar şöyle.. A, lâkırdı mı bu? Bağır kardeş, bağır, içinin zehri boşansın; sonra kütükler gibi şişersin.

    Diğer bir kadın:

    —A hanım! Ağlama öğüdü verme öyle. Ölüye ağlamak günahtır. Bunun kitapta yeri var. Sen Kızıltaş’ta Gümüşselvi’nin vaizini dinlemedin mi?

    Bu matemzede valideyi teselli için “Allah ecir sabır versin” demeğe gelen kadınların üç dört gün arkası kesilmez. “Ecir ve sabır” kelimatının medlüllerine bakılırsa gelenlerin vazife-i teziyeti ağlayanı susturmak olacağına şüphe yokken bilâkis girye ve figana teşvik edenler görülür; her yeni gelenin taziyet-i cedidesiyle Behiye Hanım’ın ceriha-ı teessürü tazelene tazelene biçare kadın bir hafta zarfında o kadar gözyaşı döker ki artık guded-i ayniyesinde sermaye-i dümu kalmaz. Gözler kurur; fakat gelen kadınların tarz-ı taziyetlerine karşı ağlamamak mümkün değil ki.. O dilsuz suallere, firkat-i müebbedeye uğramış bir valideyi çıldırtacak neviden tesellilere mukabil ağlamamak kabil olamayacağını, kabil olsa da ayıp olacağını görür.

    Bu birinci haftada konunun komşunun taziyeti biter. Şimdi çocuğun vefatını geç haber alan uzaktaki ehibbaya sıra gelir. Baîd semtlerden, hattâ dehiz aşırı yerlerden her gün bir iki kafile kadın zuhur eder. Her ne kadar çocuğun vefatı üzerinden sekiz on gün geçmiş ise de son gelenler vakayı yeni duymuşlar... Onlar için hâdise taze demek... Ne kadar bağırır çağırırlar, izhar-ı teessürde ne derece şiddet gösterirlerse kendilerini o nisbette isbat-ı meveddet etmiş addiyle daha sokak kapısından girer girmez:

    —Gelemediğimiz için bizi affedin, vallahi yeni duyduk. Ah kardeş! O tombul oğlan, şuralarda koşup gezen o güzel Cemal, gitti ha! Aman, aman sus, söylemeğe insanın dili varmıyor. Vah, yavrum!

    Bu şiddet-i teessürün kalblerde uyandırdığı amîk bir rikkatle hanım hanımın, hizmetçi hizmetçinin boynuna sarılır. Gelenlerin derece-i hususiyet ve samimiyetlerine göre evvelâ bir matem öpüşmesidir başlar. Müteakiben gözyaşları birbirine karışarak vaveylaya girişilir. Bu sokak kapısı faslı... Bunun mâbad-i müessiri yukarıda itmam edilir. Birkaç gün de bu suretle geçer. Fakat artık Behiye Hanım’da ağlayacak hal kalmaz. Avurdu avurduna geçer. Biçarenin sıhhatinden validesi, zevci endişeye düşerler. Etibbaya müracaat olunur. Doktorlar Behiye’nin katiyen ağlatılmaması, gezdirilmesi, tahfif-i teessürüne uğraşılması, hasılı çocuğun acısını unutması esbabına tevessülü tavsiye ederler. Şekûre Hanım elân ardı kesilmeyen “ecir ve sabır”cıların önüne çıkarak, Behiye’nin yanında artık “ecir ve sabır” sözü etmemeleri, ölen çocuktan asla bahsolunmaması lüzumu doktorlar tarafından şiddetle ihtar edildiğini söyler, bu tenbih hilâfında harekette bulunacakların Behiye’nin yanına çıkmamalarını rica eder. Fakat kadınların hepsine söz anlatmak kabil mi? İkisi rica, istirham dinlerse, üçü kulak vermez. Yine bildiğini söyler. Böyle bin tenbih, istirham ve ihtar ile Behiye’nin, artık hasta düşen o zavallının yanına çıkarılan kadınlar Şekûre Hanım biraz odadan ayrılır ayrılmaz evvelâ birbirlerine:

    —Yavrucak tosun gibiydi. Acaba ne oldu? Hangi hastalığa tutuldu? Ah sormağa da bir türlü dilim varmaz ki... Ah nasıl varsın kardeş, öyle gürbüz çocuk... E, bir varmış bir yokmuş dünyası bu... Hastalık gelince cılıza, gürbüze bakar mı?

    Behiye, kurumuş dudaklariyle bu suallere cevap vermeğe uğraşarak:

    —Evet tosun gibiydi, şuralarda geziyor, koşuyordu. Bir akşam mektepten geldi. Başcağızını dizime dayadı. Baktım, yavrumun neşesi yok. O gece yemek yemedi. Anne, üşüyorum, dedi, örttük, bastırdık; sonra vücudunu bir ateş sardı, gaseyanlar başladı. Nesi varsa hanım başcağızında idi. Yavrucak hep başını, alnını gösteriyordu. Gözleri çakmak çakmak oldu. Aklımız başımızdan gitti. Hekim, hoca, buzlar, karlar, ilâçlar... Hastalığın haftasında mıydı ne idi, kardeş, bir akşam ağzına ilâç veriyordum, ah analar başından ırak, dostlarıma Allah göstermesin, düşmanlarıma da yazık. Yavrumun çehresi değişti. Ben ilâcı içiyor zannediyordum. Meğer o, çene atıyormuş. Uçtu, hanım, gitti yavrum. Ah Cemal’im.

    Hikâyenin bu noktasında gûya Cemal o dakikada yeniden teslim-i ruh etmiş gibi yine vaveylâ başlar. Şekûre Hanım odaya koşar ama, ekseriya kızını bayılmış bulur.

    Behiye’nin validesi böyle rica ve istirhamla kadınlara söz anlatmak kabil olamıyacağını görerek son tedbir olmak üzere gelenleri Behiye’nin yanına sokmadan evvel ölen çocuktan bahsetmiyeceklerine dair birer ikişer defa yemin ettirmek çaresine baş vurur. Fakat maatteessüf bu tedbiri de müsmir olmaz.

    Böyle yeminler, ahitlerle takdiyen Behiye’nin yanına salıverilenler meyanında ahit-şikâne harekete cüret ederler, yemin bozanlar eksik olmadığı gibi sözünü tutacak kadar metanet gösterenler de, ölen çocuğa dair cehri değil fakat zımnî beyan-ı teellüm etmekten, kaşla gözle olsun o “ecir ve sabır” mânâsını ithamdan kendilerini bir türlü alamıyorlar, her halde Behiye’yi ağlatıyorlardı.

    Hâdise-yi vefatı en geç haber alanlar ecir ve sabır versin demeğe şitabta teehhür etmiş olduklarım ahbaplık, dostluk şanına bir türlü vermeyerek bu teehhürlerini affettirecek bir istical ile taziyete koşuyorlar. Sokak kapısından girince bunların istikbaline çıkan Şekûre Hanım felâketdide kerimesi Behiye’nin keyifsizliğinden, binaenaleyh cennet kuşu Cemal’in hatırası fart-ı teessürünü mucip olduğu için artık onun yanında çocuğun vefatına dair kelime-i vâhide ağza alınmaması hakkındaki etibbanın tenbihat-ı müekkide ve katiyesinden bahsederek gelenleri maalkasem birer birer zabt-ı lisana bil-icbar kızının yanına sokuyordu. Odaya girip de Behiye bu kadınlarla karşı karşıya gelince misafirler şu ziyaretten maksatları Allah ecir ve sabır versin demek olduğunu kalen değilse de hâlen pekâlâ anlatıyorlardı. Behiye’ye initaf eden ilk nazarlariyle:

    —Vah zavallı kadın, ne kadar bozulmuşsun? Hani yavrucağın? Çocukcağız şimdi senin âğuş-ı nermin-i nüvazişine bedel siyah katı topraklara mı gömüldü?

    Evet sakin bir çehre ile bu meal-i müthişi pek âlâ ifham ediyorlardı. Behiye onların, onlar Behiye’nin yüzüne bakarak mânidar, mağmumâne nazarlarla bir kere bu tefhim ve tefehhüm vuku buldu mu firkatzede valide artık dayanamıyor, mukaddime-i girye olan ufaktan bir “hı hı” salıveriyor. Bu “hı hı”ya misafirler tarafından “öhö, öhö, öhö”lerle mukabele ediliyor. Sonra mendiller çıkıyor, iş fitili alıyor, bayağı küçük bir matem ediliyor. Artık limonlar, çiçek suları, kordiyaller teskin-i yeis ve helecanda bî-tesir kalıyordu. Hem bu matem bir matem-i zımni sayılıyor, sarihi değil, çünkü Cemal’in ismi hiç kale alınmadı. Güya misafir hanımlar nakz-ı ahd etmediler. Yeminlerini bozmadılar. “Allah ecir ve sabır versin” sözü alenen söylenmedi. Fakat ölmüş çocuğun bütün mehasini, ahval ve ef’ali yegân yegân tadat olunaydı elem-dide validesi işte ancak bu kadar ağlayabilirdi.

    Şekûre Hanım, bu suretle de matemin önünü almak kabil olmadığını görünce gelenlere kapıyı açmamağa karar verdi. Aşçı kadın, küçük hizmetçi kız ve evde bulunan sairelerine, evvelâ pencereden bakarak gelenlerin ecir sabırcı olmadıkları anlaşılmayınca kapıyı açmamalarını sıkı sıkı emir ve tenbih eder. Fakat küçük evlerde böyle bir emrin infâzı hükmü ne kadar müşküldür. İçeride cıvıl cıvıl kalabalık kaynarken kapıyı çalana o hâneyi boş zannettirmek kabil olur mu? Aşçı, hizmetçi makulesi kadınlar bu emrin hükmünü yerine getirebilmek için bir iki defa eser-i kiyaset gösterirlerse, üçüncüsünde emri de, tenbihi de yerli yerince unutarak bakmadan kapıyı açıverirler. Korkulan şeyin vukuundan sonra akıllan başlarına gelir… “A, ben kapıyı açmayacaktım; ama unuttum” derler. En büyük medar-ı mazeretleri de işte bu sözlerden ibaret olur.

    Biçare Şekûre Hanım ne yaptı, nasıl hareket ettiyse kızını bu ecir sabırcıların derd-i tesliyetinden kurtaramadı. Behiye’nin her gün ayıla bayıla hali gittikçe vehamet peyda etti. Nihayet çocuğun vefatından bir buçuk ay kadar sonra o hâneden bir ikinci tabut daha çıktı ki bu da ecir ve sabrını yavrucağının karib-i lahdinde aramağa giden, daha doğrusu taziyetçilerin ağlata ağlata öldürdükleri valide-i bedbaht idi.

    Cenaze evden çıkar çıkmaz Şekûre Hanım odunluğa iner. Kızının vefatından dolayı kendine en evvel ecir sabıra gelecek en hatırşinas dostuna acısına sabrolunmaz bir yara açmak için boylu boslu bir meşe sopası intihap eder.

    —Hani senin Behiye’n! Anasını, kocasını bırakıp da nerelere gitti? Ah kara toprak neler alıyor! Zavallı Şekûre!.. Ne talihsiz başın varmış! Dayanılacak şey değil... Allah sana, sabırlar versin! Ağla, ağla, içinin zehri aksın!

    Feryad-ı taziyetiyle kapıdan içeri girenlerin başına gözüne indirerek bir kaçını ağırca yaralar.

    Torununun, müteakiben kızının gaybubeti fart-ı teessürüyle Şekûre Hanım’ın tecennün ettiğine hükmolunur. Ertesi günü mahallece lâzım gelen ilmühaber bittanzim biçare kadın darüşşifaya gönderilir.

    Şekûre Hanım’ın darbe-i intikamından tadacak kadar erken davranmağa muvaffak olamayarak uzaklardan gelen taziyetçiler o hânede Allah ecir sabır versin diyecek, uzun uzadıya ağlatacak kimse bulamadıklarına çok meyus olurlar. Mahzunen avdet ederler.

    Henüz Behiye’nin vefatını işitemeyerek hâlâ mı hâlâ Cemal’in ecri sabrı için gelenler vardı.

    Bunlardan Behiye’nin vefatını, Şekûre’nin felâketini haber alanlar:

    —Vah vah! Behiye ölmüş, anası da acıdan tımarhaneye gitmiş, acaba evde başka kimse yok mu? Bari aileden birini bulup da, “Mevlâ ecir sabır versin” diyeydik...

    Zemininde beyan-ı teessüf edenler de çok oldu. El’an taziyetçilerin arkası kesilmediğini zavallı Şekûre Hanım tımarhaneden duyarak fart-ı hiddetle sonradan sahiden çıldırdı. Buna da kimse şaşmadı. Herkes hatuna hak verdi.

    Kaynak: Mehmet Kaplan, Hikâye Tahlilleri, (3. baskı), İstanbul: Dergâh Yayınları, 1986, ss. 26-31.



    Diğer Cevaplara Gözat
    Cevap Yaz Arama Yap

    Cevap Yaz




    Başarılı

    İşleminiz başarıyla kaydedilmiştir.