Nedir.Org
Soru Tara Cevapla Giriş


Cevap Ara?

14.756.348 den fazla soru içinde arama yap.

Sorunu Tarat
Kitaptan resmini çek hemen cevaplansın.

Fikir yazısı örnekleri

Fikir yazısı örnekleri

Bu soruya 1 cevap yazıldı. Cevap İçin Alta Doğru İlerleyin.
    Şikayet Et Bu soruya 0 yorum yazıldı.

    İşte Cevaplar


    Admin

    • 2015-11-25 11:52:22

    Cevap : Fikir Yazısı Örnekleri
    Makale Örneği

    Küresel Çevre Kirlenmesi
    Günümüzün dünyasında çevre kirliliği tüm gezegeni kaplayan boyutlara ulaşmış durumda. Dünyanın birçok bölgesinde insanlar çevre felaketine karşı korumasıznükleer tehdit ve radyasyondan habersiz bir yaşam sürmektedir. Bilim adamları ise bu olumsuzlukların devamı halinde dünyadaki tüm canlıların ciddi biçimde tehdit altında olduğunu vurguluyorlar.

    Halbuki insanoğlunun gelişimi başlarda yaşam ve doğal çevre ile uyum içinde sürmüştür. Ancak dünyadaki toplumsal ve teknolojik gelişmelerin hızla artışı karşısında ekolojik sistemin bu hassas dengesi giderek bozulmuştur. Bu tehlikeli gelişmenin seyircisi durumunda olan insanlık ise dünyada dengeli bir çevrenin korunamaması halinde tüm canlıların varlığının sürmesinin olanaksızlığını acaba ne zaman anlayacak?

    Bu yılın yaz başlarında başlayan yağmur dönemi dünyayı etkisi altına aldı. Barajları setleri ve köprüleri yıkan seller ölümcül sonuçlara yol açtı. Bir süre önce Trabzon'da yaklaşık üç saat süren yağmur Sürmene ilçesi ve haritadan silinen Beşköy beldesinde büyük mal ve can kaybına neden oldu ocakları söndürdü...

    Yağışların etkili olduğu bir başka ülke olan Çin'in birçok bölgesinde barajlar yıkıldı. Harekete geçirilen askeri birlikler setleri yıkarak sel sularının kırsal kesime yayılmasını sağlamaya çalıştılar. Sel eylülün ortasında da Meksika'nın Chiapas eyaletinin Valdivia köyünü yok etti. Dünyadaki benzer sel baskınlarının verdiği zararlar ürkütücü boyutlara ulaştı. 240 milyon kişiyi etkilediği söylenen bu yazın selleri resmi açıklamalara göre şimdiye kadar 2 binin üzerinde insanın ve sayısı bilinmeyen diğer canlıların yaşamlarına mal oldu. Yaklaşık 14 milyon kişi evini terk etmek zornuda kaldı. Bu durum insana Çinlilerin "Su ile şaka olmaz" özdeyişini hatırlatıyor.

    Gün geçmiyor ki çevre felaketi haberlerde yer almasın. Büyük Okyanus'ta 30 metreye kadar yükselen dalgalar sahilleri yerle bir etti. Deniz dibindeki deprem ya da yanardağların patlamasından meydana geldiği söylenen bu dev dalgalara karşı uyarı ağları da para etmiyor.

    Hatırlanacağı gibu bu dev dalgalar 1993'te Endonezya'da bir adanın tamamını kapladı ve 2 bin kişinin yaşamını yitirmesine yol açtı. Yine Gine'de yaşamını yitirenlerin sayısı ise 3 bini aştı.

    Dev dalgalara yol açan depremin merkezi Büyük Okyonus'ta idi. Ama yer kabuğu dünyanın başka bölgelerinde harekete geçecek şekilde etki alanını genişletti. Örneğin haziran başında başlayan depremlerin dünyanın dört bir yanını salladığı ortaya çıktı. Ülkemiz de bundan nasibini aldı. Bu ve buna benzer felaketler bize geleceğimizi bu günden tahmin etmenin olanaksızlığını gösteriyor.

    Ozondaki delinme ve hava kirliliğinin yaşamda olumsuzluklara neden olabileceği ve doğal yaşamın temellerini dinamitleyeceğini küresel gözlükle niçin göremiyoruz? Küresel çevre sorunlarının çözümü konusunda her ülkeninçağdaş yöntemlerle halkını bilgilendirmesi bir görev olmalıdır.

    Sanayinin kent içinden uzaklaştırılmasına ve milli parkların gereği gibi korunup doğal hali ile tutularak toplumun yararlandırılmasına öncelik verilmelidir. Üç binlinli yılların insanları için doğayla çok daha büyük uyum içinde yaşanacak rüzgârgüneş enerjisinden yararlanacak doğal konut yapımına geçilemez mi? Bu sahada yeni arayışlar içinde olmalıyız.

    Doğanın intikamının daha büyük olmaması ve acının yoksul ülkelere çektirilmemesi için insanların bir an önce kendilerine çeki düzen vermeleri gerekiyor. Ölümcül etkileri yıllardır sürmekte olan 'Çernobil' olayından kim sorumlu? Bugün 'Çernobil'den on misli daha tehlikeli olacak radyoaktif artıkların bulunduğu söylenen Sibirya'nın batısındaki Karaçay Gölü bir saatli bombadan farksızdır. Gölün altında yaklaşık yüz metre derinlikte beş milyon metreküp radyoaktif tozlardan oluşan kütlenin varlığı bilinmektedir.

    İnsanların yazgıları ile ilgili dehşet dolu olası tehlikelere karşı evrensel yurttaş girişimlerinin etkinliği attırılmalıdır. Hepimizin paylaştığı bu dünyayı bu gezegeni gelecek kuşaklara kirli ve çirkin bırakmaya hakkımız var mı? Geleceğe bir borcumuz yok mu? Hatalarımızın bedelini henüz doğmamışlara ödetmemeliyiz.

    Doğa ananın yasalarına yeterince duyarlılık göstermeli ve doğal afetlerini ciddiye almalıyız. Doğal zenginliklerle dolu olması gereken bir dünyadan daha fazla yoksun olmamalıyız.
    (Şaban Ali Yaşaroğlu Cumhuriyet 3 Ekim 1998)


    Eleştiri Örneği
    Yazınsal Yaratmada Bireyin İşlevini Nasıl Anlamalı?
    Bir yapıtın açıklanmasında yazarın yaşamöyküsü yapıtın anlaşılmasında temel bir öğe değildir; yazarın düşünce ve niyetlerinin bilinmesi de bu yapıtın anlaşılmasında temel bir öğe olamaz. Yapıt önemli bir yapıt olduğu ölçüdekendi gücüyle yaşar ve anlaşılır ve çeşitli toplumsal sınıfların düşüncelerinin çözümlenmesiyle de doğrudan doğruya açıklanabilir.

    Bir yazın ya da felsefe yapıtında bireyin işlevini yadsımak yadsımak mı demektir? Kuşkusuz hayır. Ne var ki bütün gerçekler gibi bu işlev de eytişimseldir (diyalektiktir) dolayısıyla onu neyse öyle anlayıp kavramaya çalışmak gerekir.

    Yazın ya da felsefe ürünlerinin yazarlarının yapıtları olduğunu yadsımayı kimse düşünemez; ne ki bunların da kendi mantıkları vardır dolayısıyle keyfe bağlı yaratmalar değillerdir hiç de. Yazınsal bir yapıtta hem kavramsal bir dizgenin iç bağlantısı hem de bir canlı varlıklar dizgesinin iç bağlantısı vardır; bu bağlantı bunların birtakım bütünler oluşturduğunu gösterir; bu bütünlerin parçaları birbirlerine göre birbirlerinin yardımıyle özellikle temel özleri yardımıyle anlaşılıp kavrayabilirler. Böylece bir yandan şu sonuç çıkar ortaya: Yapıt ne denli büyük olursa o denli de kişisel olur; çünkü ancak çok zengin ve güçlü bireylik henüz oluşmakta bulunan ve topluluğun bilincinde pek az belirlenmiş olan bir evreni düşünüp görebilir ve son ayrıntılarına dek bunu yaşayabilir. ama bir yandan da şu sonuç çıkar ortaya:

    Bir yapıt ne denli büyük bir düşünür ya da yazarın kaleminden çıkmışsa o denli de kendi gücüyle kendini anlatabilir; dolayısıyle tarihçinin yapıtı yaratanın yaşam öyküsü ya da düşüncelerine baş vurmasına hiç gerek kalmaz. En güçlü kişilik düşünsel yaşamla en iyi özdeşleşen kişiliktir toplumsal bilincin etken ve yaratıcı bütün temel güçleriyle en çok özdeşleşen kişilik. Bir yapıtın güçsüz ve tutarsız yanlarını anlamak söz konusu olduğunda ancak yazarın kişiliğine ve yaşamının dış koşullarına baş vurmak zorunluluğu doğar çok kez.

    Böylece Goethe'nin pek yazınsal bir değer taşımayan bir sürü benzetme oyunları hatta Faust'un birtakım cılızgüçsüz yanları yazarın Weimar sarayında karşı karşıya bulunduğu zorunluklarla açıklanabilmektedir. Ama Goethe artık kendine yaraşır düzeyde bulunmadığı andadır ki Weimar bakanı yapıtta ön sıraya geçip varlığını duyurur.

    Demek toplumla bireyi tinsel değerlerle toplumsal yaşamı birbirine karşıt görmek şöyle dursun gerçek bunun tam tersidir. Toplumsal yaşam yaratma gücünün en son noktasına eriştiğinde her ikisi de en yüce biçimleri içinde birbirleriyle kaynaşmış olurlar; yazın alanında bu böyledir felsefede siyasal alanında da böyle. Racine ya da Pascal'ı Port-Royal'dan nasıl ayırabilirsiniz. Munzer'i Köylüler Savaşından Luther'i din devriminden Napoléon'u imparatorluktan ve Fransız Devrimiyle eski rejim arasındaki sürekli kavgadan?

    Tersine topluluk ortaklığa dönüştüğünde birey güçsüzleşip göze batar duruma geldiğinde aradaki karşıtlık iyice derinleşir. Ama o zaman da yazınsal yaratma tarihinde derin bilginleri çok ama yazınsal düşünce tarihçisini pek az ilgilendirebilecek olan yazılarla karşı karşıya bulunuruz artık..

    ( Lucien Goldmann. Matérialisme dialectique et histoire de la littérature
    Çeviren: Tahsin SARAÇ Türk Dili Dergisi Eleştiri Özel Sayısı  Mart 1971)


    Söyleşi Örneği
    Sözden Söze
    Mektuptan açılmış talihim bir tane daha geldi. Öteki gibi değil bu. Bir kere yazan gizlemiyor kendini kim olduğunu söylüyor: İsmet Zeki Eyüboğlu adında bir genç. İstanbul Bilim-Yurdunda yani Üniversitesinde okuyormuş. Sonra da benimle eğlenmiyor alaya almıyor beni över gibi gözüküp alttan alta iğnelemeğe kalkmıyor. Çıkışıyor banaçıkışıyor ya haklı olarak çıkışıyor. Eski yazılarımı şu öz-Türkçe yazılarımı beğenirmiş yenilerine sinirleniyor şöyle diyor:

    "Geçen günkü Nokta dergisinde Ulus'tan aktarılmış bir yazınızı okudum. Ne çok üzüldüm bilseniz! Yoksa sizi de mi elden kaçırdık? Nerde o eski güzelim öz-Türkçe sözler nerde o yazınızdaki edebiyat ahlâk hak sanat merak şiir gibi tatsız-tutsuz Osmanlıca sözler için şunun bunun sözüne bakıp da düşüncelerimizi değiştiriyorsunuz? O yeni sözleri beğenmeyenler var diye mi yazmak istemiyorsunuz? Günün birinde bir kişi çıkıp size: "Beğenmedim bu sesinizi" dese ona bakıp da sesinizi değiştirecek misiniz? Ne derse desin el gün. Biz yolumuza bakalım.

    Daha böyle çok şeyler söylüyor. O mektubu okurken tatlı bir duygu sardı içimi "mektup" değil de "beti" dediğim günleri andım. Doğru söylüyor iyi söylüyor o genç. Utandım kendi kendimden inandığım yoldan dönmenin yeri mi vardı? Bu çıkışmalarına karşılık ne diyeyim de bağışlatayım suçu mu? Var benim de bir özrüm gelgelelim gençler anlamaz anlamamaları daha da iyidir. Gene söyleyelim ben.

    A çocuğum ben yaşlandım kocadım da onun için saptım yolumdan. Bilin ki sevinerek olmadı bu. Gene durup durup o yola özlemle bakıyorum. Bir sevgilinin bir daha evine varamayacağınız bir sevgilinin yoluna nasıl bakılırsa öyle bakıyorum. Biliyorum ki doğru oradadır; güzel oradadır ancak ben yoruldum dizlerim kesildi. Bir de o işi başaramayacağımı anladım. Yalnızdım pek yalnız kaldım. Beni tutanlar benim o yolda gitmemi dileyenler vardıuzaktan seslenmekle yetiniyorlardı. Beni özendirmek istemelerine ne denli sevinirsem sevineyim yanımda kimseyi görememek üzüyordu beni.

    Doğrusu büsbütün de bırakmadım o yolu. Böyle Arapça Farsça tilcikleri kullandığım yazılarımda gene o sevdiğimkimini de kendim uydurduğum tilciklere yer veriyorum. Biliyorum yetmez bu en doğrusu gene eskisi gibi öz-Türkçe yazmaktır. Onu yakında bir dergide gene deneyeceğim.

    Çok sevindim o mektuba. Birkaç yıl benim yürüdüğüm bir yolu bırakmak istemeyenler olmasına çok sevindim. Gençler unutsun benim emeklerimi onları hiçe saysınlar Arapça Farsça tilciklerden kaçınmadığım bir suda sevgiliden geliverecek bir esenleme gibi yüreğimi aydınlatır güneşler doğurur gönlümde.

    İtalyan yazarı Luigi Pirandello'nun bir iki oyununu görmüşsünüzdür hikâyelerini okudunuz mu? Bay Feridun Timur onlardan otuz altısını dilimize çevirmiş Millî Eğitim Bakanlığı da bastırmış. Hepsini okumadımsa da okuduklarım çok hoşuma gitti diyebilirim ki o yazarın oyunlarından daha çok beğendim hikayelerini. Oyunlarında yüksekten atmayı andırır bir hal vardır. Hikâyeleri öyle değil Pirandello onlarda kişilerini daha iyi gösteriyor canlandırıyor. Oyunlarında hep bir görüşü savunmak okuyanları yahut seyircilerini düşündürmek ister. Hem de çözümlenemeyeceğini söylediği meseleler üzerinde düşündürmek ister. Bir gerginlik vardır oyunlarında hikâyeleri ise öyle değil onlardaki kişiler daha canlı okuyana daha yakın. Herhalde bana öyle geldi.

    Bay Feridun Timur da iyi çevirmiş dilimize. Belli ki İtalyanca cümleye bağlı kalmak istememiş her yerde değilse bile çok yerde: "Bizim dilimizde nasıl söylemeli?" diye düşünmüş. Örneğin bir yerde: "Don Lollo hiddetten küplere biniyordu." diyor. "Küplere binmek" deyimi sanmam ki İtalyancada olsun. Daha böyle çok buluşlar var Bay Feridun Timur'un çevirisinde. Ama belli ki daha genç bir yazar o cesareti daima gösteremiyor bazan acemiliklere düşüyor. İşte bir örnek: "Don Lollo bu sözlere olmaz diyordu. Nafile; olan olmuştu; fakat nihayet kabul etti ve ertesi sabah şafakla beraber âlet ve edevat torbası sırtında olduğu halde Zi Dima Locası Primosole'ye geldi. Nihayet kabul etti." den önce bir "fakat" koymanın ne yeri var?

    Hele: "avandanlığı sırtında" demek dururken "âlet ve edevat torbası sırtında olduğu halde" demenin cümleye bir ağırlık verdiğini nasıl anlamıyor? Daha böyle kusurlar var Bay Feridun Timur'un çevirisinde "haykırmak" sözünü çok kullanıyor hem de "bağırmak" yerine kullanıyor. Gene o hikâyenin bir yerinde: "Küpten olmamak için ihtiyarı orada mevkuf mu tutacaktı?" diyor. Burada "mevkuf" sözü hiç yakışıyor mu? "kendisi küpten olmasın diye ihtiyarı hürriyetinden mi edecekti" diyemez miydi?

    Bir de şunu söyleyelim. "Ciddi Bir Şey Değil" adlı hikâyede şöyle bir cümle var: "Her defasında bir daha aynı hataya düşmeyeceğine dair yemin üstüne yemin ediyor ahdü peyman ediyor yeniden âşık olmamak için kahraman bir deva araştıracağını söylüyordu." Bay Feridun Timur böyle konuşmaz elbette "düşmeyeceğine yemin etti ."der. Düşmeyeceğine dair yemin etti." demez. Belki İtalyanlar öyle der biz demeyiz. "Kahraman deva" da ne oluyor? belli Fransızların "remède hèroique" dedikleri İtalyancada tıpkısı olabilir Türkçede öyle denmez başka bir şey arasın.

    Luigi Pirandello'dan "Seçme Hikâyeler" de böyle ufak tefek kusurlar var gene de o kitap tatlı tatlı okunuyor Bay Feridun Timur'u iyi çevirmenlerimizden yani mütercimlerimizden sayabiliriz. Hele bir şeye çok sevindim: ikinci ciltte dil birinci cilttekinden çok daha iyi. Demek ki Bay Feridun Timur'un çevirileri günden güne iyileşecek. Ben adını yeni duyduğuma göre kendisinin bir genç olduğunu sanıyorum bundan sonraki çevirileri elbette daha kusursuz olur. Siz de okuyun o hikâyeleri eğlenirsiniz hele ikinci cildin başındaki Donna Mimma'dan başlarsanız bütün kitabı okumak hevesi uyanır içinizde.

    (Nurullah ATAÇ. Söyleşiler TDK 231 Ankara 1964 )



    Gezi Yazısı Örneği
    Kırıkkale'ye Giderken
    Ankara kalesi telsiz direkleri ve bir tünel... Yarım dakika karanlık. Ankara geride kaldı. Bu yol bütün bozkırı geçerKaradeniz'e dek ulaşır.

    İsmet Paşa yıllardır fikir döktü ray döşedi. şimdi ben bu ray üstünden fikir taşıyan kültür savaşının zırhlı trenine yetişmek için kilometrelerin sekişini sayıyorum. Tren yolunda... Gezici eğitim sergisi Kırıkkale istasyonunda...

    Tren yolunda dediğim zaman dudaklarımızda yabansı bir kıvrıntı seziyor gibiyim. Sezmeye de gerek yok gerçekten:

    "Tren yolunda da laf mı a canım." diyebilirsiniz.
    Eğer siz bir zamanlar Yahşıhan'a dek böyle gidip gelen eski tren bozuntusunu anımsarsınız hiç de böyle düşünmezsiniz.

    Hele benim gibi Yahşıhan yolunda tuhaflıklara tanık olmuşsanız... Size istasyonların kimi bodurumsu kimi kavaklar gibi birbirlerinin sırtından sırıtan uzun dallı ağaçlarından çeşmelerinden bayrak direklerinden makaslarındantelgraf direklerine tünemiş güvercinlerinden yol kenarında doygun doygun treni seyreden öküzlerden özgür ve neşeli sıpalardan söz edeceğimize bizim orta Anadolu'ya kültür ve yeninin aşkını taşıyan trene rast gelinceye dek bugünkü güzel trenin yerindeki o eski tren ve ray bozuntusundan söz edeyim her halde canınız sıkılmaz.

    Yıl 1921 İnönü ile Sakarya savaşının araları... Ankara'dan Kayseri'ye doğru bir akın var.

    Kağnı kağnı kağnı..... Yollardan dağlardan taşlardan gıcırtıdan geçilmiyor.

    Mumyalanmış bir eşeğe benzeyen cılız sanki tenekeden yapılma bir lokomotif ince uzun hörgücünü kaldırmışbitkin develeri anımsatan vagonlar da bunların arasında Kayseri yolunu tutuyor.

    Her nedense o zaman burada işleyen dekovilde sudan geçmeyen hayvanın inadına benzer bir inat vardı. Zaman zaman tutarağı tutardı. Bakarsınız tıpış tıpış giderken birdenbire zınk yerinde sayar. Bir ses duyulur:

    "Lokomotifin suyu tükendi. Allah'ını seven su getirsin!..."

    Kovalarla ibriklerle testilerle bir sürü halk su aramaya çıkar su bulunmayan bir yerde ise herkes mataralarındakitestilerindeki teneke ya da toprak ibriklerindeki suları lokomotife boşaltırlar. Mübarek yürümeye başlar. Ama yürüyüş de ne yürüyüş!...

    Trenin üstünde pinekleyen ihtiyarlar kimi zaman şöyle konuşurlardı:

    "Tren giderken indim aptes bozdum elimi yudum trene bindim."

    "Aptes tazeledim yine geldim yetiştim."

    Yokuş bir yere gelindi mi bir ses yükselirdi:

    "Allah'ını seven vagonları ardından itsin!"

    Yüzlerce adam trenden iner trenin durduğunu gören köylüler de gelir. Helesa yelesa ile treni yürütürlerdi. Trenin kömürü tükenip yöreden çalı çırpı topladığımızı da ben bilirim. Bunları söylerken sadece bir anıyı anlatıyorum. Dün süngüsünü tüfeğine çaputla bağlayıp düşmana saldıran bir ulusun o günü böyle geçerdi.

    Şimdi İsmet Paşa'nın döşediği raylar üstünde fikir gibi hızlı düzenli ve rahat trenle Kırıkkale'ye yaklaşıyoruz.

    Makinenin tekniğin dokunduğu yer çölün ortasında bile olsa yepyeni bir uygarlığı fışkırtıveriyor. Kırıkkale işte böyle bozkırın ortasında baca fabrika asfalt geometri boyalı ev sağlam tavan iş gömleği giyen alın terli insan demektir. Kırıkkale bana kopmuş bir film parçasının sarı bakkal kâğıdına yapıştırılması etkisini yaptı. Kırıkkalebaşlı başına minnacık bir fabrika yuvasıdır. Sağı solu önü arkası bozkırdır.

    İstasyon kalabalık... Siyahlar giyinmiş öğretmenler iş gömlekli işçiler ustalar mühendisler bereli kadınlar irili ufaklı çocuklar vagonların çevresinde toplanıyorlar...

    [Sadri Etem (Ertem). "Kırıkkale'ye Giderken"Türk Dili Dergisi Gezi Özel Sayısı  

    Diğer Cevaplara Gözat
    Cevap Yaz Arama Yap

    Cevap Yaz




    Başarılı

    İşleminiz başarıyla kaydedilmiştir.