Nedir.Org
Soru Tara Cevapla Giriş


Cevap Ara?

14.756.348 den fazla soru içinde arama yap.

Sorunu Tarat
Kitaptan resmini çek hemen cevaplansın.

İslamiyetin kabulünden sonra kurultayın yerini alan kurum

İslamiyetin kabulunden sonra kurultayin yerini alan kurumun adı nedir?

Bu soruya 4 cevap yazıldı. Cevap İçin Alta Doğru İlerleyin.
    Şikayet Et Bu soruya 0 yorum yazıldı.

    İşte Cevaplar


    birbilen

    • 2020-07-06 08:11:26

    Cevap :

    Türk-İslam Devletlerinde Şûra

    Şûra ilkesinde, devlet başkanı her ne kadar istişare sonucunda alınan kararları yürürlüğe koyup koymama hususunda birtakım yetkilerle donatılmış olsa da yönetim anlayışında meşveret prensibini ön plana çıkarması, demokratik bir yaklaşım içinde olduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Nitekim bu konuda müstakil bir eser telif eden Mehmet Saray; “...Bugünkü cumhuriyetlerin Türk halklarının ataları, diğer milletlerle mukayese edilemeyecek derecede meclis ve demokrasi fikrine sahip idiler. Hiçbir Türk devleti tek bir kişi tarafından yönetilmemiştir. Her Türk devletinin bir meclisi olmuş ve bu mecliste bazen halkın temsilcileri ve bazen de devletin yetkilileri ülke meselelerini enine boyuna tartışmışlardır...” (Saray, Mehmet, Türk Devletlerinde Meclis, s. V.) demektedir. Dolayısıyla Türk devletlerinde mevcut olan ve meselelerin ayrıntılı bir biçimde müzakere edilmesi, karşılıklı olarak fikir alışverişinde bulunulması gibi olgular Kur’an’da da önem verilen bir husustur. Kur’an’da, şûra ile ilgili olarak öncelikle Hz. Peygamber’e idari ve diğer işlerde ashabına danışması emredilmektedir. “...Onları affet, bağışlanmaları için dua et; (yapacağın) iş(ler) hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a dayan; çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmran 3/159.) buyurulmaktadır.  “...Onların işleri, aralarında danışma (şûra) iledir...” (Şûra 42/38.) mealindeki ayet ile şûranın insan hayatındaki önemi vurgulanmakta ve işlerini istişareyle yapan müminler övülmektedir.

    Karahanlılarda Şûra

    Karahanlı devlet teşkilatına dair bilgileri, Karahanlılar döneminde Yusuf Has Hâcib tarafından yazılan “Kutadgu Bilig” te bulmaktayız. Zira bu eser, “Karahanlı Devlet Teşkilatı” adı altında müstakil bir çalışma yapmış olan Reşat Genç’in de önemli bir kaynağını oluşturmaktadır. Karahanlı devletinde Türklerin ideal hükümdar tipi, onların erdem olarak kabul ettikleri yüksek ahlâkî değerleri şahsında toplayan kişidir. (Genç, Reşat, “Karahanlılar”; Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.VI, s.166.) Bu hükümdarlar, “Tonga, İlig, Buğra, Arslan, Tamgaç (Tafgaç, Tabgaç), Han, Hakan ve Terken” gibi unvanlar kullanmışlardır. Türklerin daha Hunlar zamanından beri tanıdıkları “Katun” tabiri Karahanlılarda da (çoğu defa Hatun şeklinde) kullanılmakta olup hükümdarın yanında yer alan “Hatun”, diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Karahanlı devletinde de mühim bir mevkie sahiptir. Yağru (vezir) esasında başvezir (sadrazam) makamını temsil eden en yüksek hükümet görevlisi olup, emrinde de günümüz kabinelerine benzeyen büyük bir “Divan” bulunmaktadır. Bu divanda, idari işler görüşülerek kararlar alınır ve bu kararlar hükümdara arz edilip onun onayı alındıktan sonra uygulamaya konulur. (Genç, Reşat, a.g.e., s. 170-174.)

    Selçuklularda Şûra

    Selçuklu devleti, Türk-İslam orijininden gelen “töre”, “kut”, “şûra” gibi kurumların birleşmesiyle meydana gelmiştir. (Turan, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, s.217.) Eski Türk devletlerinin, bir bakıma demokratik anlayışla örtüştüğü söylenebilecek ananesi olan “şûra”, Selçuklulara da intikal etmiştir. (Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, I, 122.) Zira, Büyük Selçuklu Devleti’nde “âlimler ve ihtiyarlar meclisi”, “müşavere meclisi” veya “meşveret meclisi” adını taşıyan bir kurumun oluşu (Taneri, Aydın, Türk Devlet Geleneği, s.237.) bu geleneğin devam ettiğini göstermektedir. Selçukluların danışmaya verdiği önemi daha iyi kavrayabilmek için Selçuklu vezirlerinden Nizamü’l-Mülk’ün (ö. 485/1092.) “Siyasetnâme” isimli eserini incelemenin yeterli olacağı kanaatindeyiz. Nizamü’l-Mülk bu eserinde, önemli problemleri danışmak suretiyle insanın fikir gücünü artırabileceğini belirtmektedir. Ona göre danışmak, bireyin tam fikir sahibi olmasını ve ileriyi görmesini sağlar. Nizamü’l-Mülk, şu dikkate değer fikirleri zikreder: “Devlet yönetimi hakkında bilginler ve cihan görmüş kişiler ile tedbir almak gerekir. Tedbir alan kişilerin sayısı ne kadar fazla olursa, gücü de o kadar fazla olur. On kişinin alacağı tedbir, üç kişinin alacağı tedbirden daha kuvvetli olacaktır.” (Nizamü’l-Mülk, Siyasetname (Siyeru’l-Mülûk), 133, 134.)

    Nizamü’l-Mülk’ün bu uyarılarının lafta kalmadığını, Selçuklu devlet mekanizması içerisinde uygulandığını da kaynaklardan öğreniyoruz. Zira meşveret ilkesinin uygulandığına dair en önemli gösterge, Selçuklu devlet yönetiminde “Divan-ı Saltanat/Büyük Divan” adı verilen bir meclisin bulunmasıdır. (M. A. Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, III, 157-187; Kafesoğlu, İ, “Selçuklular”, İA, X, 388-399.) Bu meclisin çalışmaları hükümet başkanı olan büyük vezirin riyasetinde yapılmaktadır. Meclisi oluşturan üyeler ise şunlardır: İçişleri, dışişleri, maliye, askerî eğitim ve donatım, adalet işlerinden sorumlu olan vezirler ile ordu komutanları, şehzadeler, onların yetişmesinden sorumlu olan ata-beglerdir. Ülkenin çözüm bekleyen problemleri bu divanda tartışılmakta ve alınan kararlar devletin başı olan Selçuklu sultanı tarafından genellikle kabul edilmektedir. Bununla birlikte, nadiren de olsa meclisin almış olduğu bu kararları Selçuklu hükümdarı değiştirebilmektedir. Bütün bu bilgilerden anlaşılan odur ki Selçuklu Devletinin başındaki hükümdar, devleti, meclisin aldığı kararlar çerçevesinde idare etmiştir. Selçuklu Devletinde gelişen bu meclis sistemi Anadolu Selçuklularında da biraz değişikliğe uğramakla birlikte aynı şekilde devam etmiştir. Bu küçük değişiklik, özellikle Anadolu Selçuklularının Moğollara mağlup olmasından sonra ortaya çıkmıştır. Moğol istilasından sonra, Anadolu Selçuklularının meclisi teşkil eden divana ve onun yan kuruluşlarına nezaret etmekle yükümlü bir Moğol Naibliği ilave edilmiştir. Bu naiblik, meclisin diğer işlerine karışmamakla birlikte vergi ve maliye işlerine müdahalelerde bulunmuştur. Anadolu Selçuklu devletindeki kısmen değişmiş meclisin adı “Divan-ı Saltanat/Divan-ı A‘lâ”dır. Bu divan, bazen hükümdarın bazen “Sahib-i A‘zam” denen vezirin başkanlığında toplanan en büyük karar ve müzakere organıdır. (Saray, M., a.g.e., s.16,17.)

    Osmanlı Devletinde Şûra

    Osmanlı Devletinde, idari yapı tesis edilirken oldukça zengin bir “yönetim geleneği” mirası hazır bulunmuş ve bu zengin mirastan engin basiret ve firaset ile yararlanılmıştır. Osmanlı Devletinin idari teşkilatı, en azından başlangıçta İslamiyetten önceki Türk devletleri ile İslamiyetin kabulünden sonra kurulan Türk devletlerinin deneyim ve birikimlerinin bir sentezidir.

    Osmanlı Devletinde “devlet teşkilatı”nın kuruluşu Orhan Bey (ö.761/1360.) ile birlikte gerçekleşmiştir. Orhan Bey zamanında (1326-1359) ilk vezir tayin edilmiş ve bir bakıma meşveret meclisinin prototipi olan “Divan-ı Hümayun”, klasik dönemdeki biçimiyle olmasa bile toplanmaya başlamıştır. (Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, “Osmanlılarda İlk Vezirlere Dair Mütalaa”, Belleten, III, 99 vd.) Osmanlı padişahlarının hassasiyetle gözettikleri ve kendi icraatlarının Divan-ı Hümayunda tartışılmasından ne kadar çok hoşlandıklarını dile getiren H. A. Johnstone’un: “... Hükümdarların hiçbir icraatı yoktu ki şûradaki manevî sultan tarafından sorgulanmasın. Osmanlılarda da var olan bu millî müessesenin üzerine gitmek mümkün değildi...” (Johnstone, H. A., Türkler, 30.) dediği bu divana, kuruluşundan Fatih Sultan Mehmed’e (ö. 886/1481.) kadar geçen devirde Osmanlı padişahları  başkanlık etmişlerdir. İstanbul’un fethinden sonra büyük bir imparatorluk haline gelen Osmanlı devleti, daha komplike problemlerle karşı karşıya kaldığı için padişahın meşguliyeti artmış ve onun yerine Sadrazam Divan-ı Hümayuna başkanlık etmeye başlamıştır. (Saray, M., 27.) Selçuklulardan intikal eden istişare müessesesi olan Danışma Kurulu, Osmanlı İmparatorluğunda “Meclis-i Meşveret” adı ile devam etmiştir. Hatta bu kurum zamanla önemini kaybeden Divan-ı Hümayunun yerini almış ve yetkisi genişlemiştir. XVIII. yüzyılın sonlarında III. Selim (ö.1223/1808.) devrinde (1789-1807.) devlet işlerinin görüşülmesi için “meclis-i meşveret” sık sık toplanmaya başlamış ve eskiden Divan-ı Hümayuna giren devlet ileri gelenleri bu defa meclisi teşkil etmişlerdir. Savaş konuları görüşüldüğünde Yeniçeri ocağı erkanı da toplantılara alınmıştır. Padişah dilediği zaman bu toplantılara katılmıştır. (Taneri, A., 238.)

    Padişahların, “müşir” diye bilinen ve on kişiden teşekkül eden devlet vezirleri olup bu vezirler “Meclis-i Şûra” adı verilen mecliste Sadrazam başkanlığında, Şeyhülislam ve yüksek dereceden iki memurun da hazır bulunmasıyla toplanmışlardır. (Ubıcını, H.A., Osmanlı’da Modernleşme Sancısı, 40.) Bu mecliste harp ilanı, sulh akdi veya yabancı devletlerle anlaşma yapılması gibi önemli kararlar alınmıştır. Oy birliği ile karar vermek mecburiyetinde olan bu meclisin aldığı kararların uygulanması sorumluluğunu ise padişaha karşı sadrazam üstlenmiştir. (Taneri, A., 238.)

    Divan-ı Hümayunun aldığı kararların büyük çoğunluğu padişah tarafından onaylanmıştır. Padişah, ender denilebilecek kadar çok az sayıda alınan kararın yeniden görüşülmesini istemiştir. Neticede, Divan-ı Hümayunun aldığı kararlar, en kısa zaman içinde yürürlüğe girmiştir. Genellikle Divan-ı Hümayunda alınan kararlar padişahlarca kabul edildiğine göre, Divan-ı Hümayunun padişahın otoritesini sınırlandırıcı bir işlev gördüğünü söylemek mümkündür. (Okandan, Recai Galip, Umûmî Amme Hukukumuzun Ana Hatları, 37.) Ne var ki, Osmanlı devletinin zaafa düştüğü XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Divan-ı Hümayun toplantıları da bozulmaya başlamıştır. XIX. yüzyılın ilk çeyreği sonlarında II. Mahmud (ö.1255 /1839.) zamanında yapılan reformların içine, Meclis (Divan-ı Hümayun) reformu da dâhil edilmiştir. (Mumcu, Ahmet, “Osmanlı Devletinde Meşveret Yöntemi Demokratik Bir Gelişme Sağlayabilir Miydi?”, 3-23.) Osmanlı Devletindeki meclis sistemi en büyük değişikliğe 1856 Tanzimat Fermanı ile uğramıştır. Tanzimat dönemi, Osmanlı devletinin Avrupalılara benzemeye çalıştığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde Osmanlılar, pek çok konuda olduğu gibi meclis meselesinde de Avrupaya benzemeye çalışmışlardır. Bu şekilde Avrupalıyı taklit etmek, bazen lehimize bazen de aleyhimize olmuştur. Bu dönemde, daha önce var olan “Meclis-i Hass-ı Vükelâ”ya ilave olarak “Meclis-i Âli Tanzimat” ve “Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye” kurulmuştur. Fakat bu iki meclis birleştirilerek “Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliyye” şekline dönüştürülmüştür. Ne var ki bu birliktelik de uzun sürmemiş ve özellikle işlerin sevk ve idaresinde daha pratik yollara gidilmesini sağlamak maksadıyla hukuki konularla ilgili meclis tanzim edilmiştir. 1867’de “Divan-ı Ahkâm-ı Adliyye” ve “Şûra-yı Devlet” olmak üzere bu meclis ikiye ayrılmıştır. Bir süre sonra da “Divan-ı Ahkâm-ı Adliyye” bugünkü “Yargıtay”ı, “Şûra-yı Devlet” ise “Danıştay”ı oluşturmuştur. (Saray, M., 29, 30.)

    1860’lı yıllarda ortaya çıkan Yeni Osmanlı hareketi, modern Batının ortaya attığı problemlere karşılık bulmak; Batının yaydığı evrensel değerlerin yerine geçebilecek, yeni kavram ve kurumlara geçmişten karşılıklar bulmak çabasında olan bir hareket olmuştur. Bu çabaların merkezinde ise “demokrasi” yer almıştır. Yeni Osmanlılar, demokrasiyi “meşveret”; parlamentoyu “şûra”, modern kamuoyunu “ehl-i hall ve’l-‘akd” gibi kavramlarla karşılayarak bu kavramları Müslüman toplumda yerleştirmeye çalışmışlardır. Nihayet Osmanlı devleti çökerken, diğer kurumlara paralel olarak “danışma” kurumunun da bozulduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı devletinin kuruluşundan yıkılışına kadar geçen tarihî süreçte, “şûra” ve “meşveret” ilkesi zaman zaman gereği gibi tatbik edilmiş olsa da özellikle devletin son dönemlerinde bu ilkenin uygulamadan ziyade sembolik olarak algılandığını görmekteyiz.

    Türk devlet geleneğinin en önemli yönetim ilkelerinden birisi kökleri tarihî derinliklere kadar uzanan “şûra”dır. Türkler zaten kendi geleneklerinde var olan bu ilkeyi, İslamiyeti benimsedikten sonra dinin içerisindeki istişare ile mezcetmişlerdir.

    Türk devlet yönetiminin temel dinamiklerinden biri olan “şûra”, gereği gibi uygulandığı takdirde gerek birey gerekse topyekûn bir millet olarak isabetli ve başarılı adımlar atılmasını sağlar. Şûraya sadece devlet yönetiminde değil hayatın her aşamasında ihtiyaç vardır. Şûra, bilgi birikimi ve tecrübesi olan kişilerle yapılan bir faaliyet olduğuna göre, bireyin hata yapmasını büyük ölçüde önleyen bir ilkedir.



    Diğer Cevaplara Gözat
    Zeus1 Takipçi
    Cevap Yaz Arama Yap

    Tugcedogus

    • 2020-07-06 09:08:20

    Cevap :
    Sözlükte ŞURA Nedir:
    (anlatana veya söyleyene göre biraz uzakta olan bir yeri belirtmek için kullanılır) şu yer.
    Cevap Yaz Arama Yap

    Tugcedogus

    • 2020-07-06 09:08:20

    Cevap :
    Sözlükte DİVAN Nedir:

    Divanın Sözlük Anlamı Nedir

    » Büyük meclis.
    » Yüksek düzeydeki devlet adamlarının kurduğu büyük meclis.
    » Divan edebiyatı şairlerinin şiirlerini topladıkları eser.
    » Sedir

    Osmanlı İmparatorluğunda Divan Teşkilatı

    Asil Üyeler : Padişah, Sadrazam, Kadıasker (Kazasker), Defterdar, Nişancı.
    Üyeler : Rumeli Beylerbeyi, Kaptan-ı Derya, Yeniçeri Ağası. (Üyedirler ama her zaman katılmazlar)
    Üye olmayan : Şeyhülislam (İhtiyaç olursa çağırılır üye değildir).

    Divanı-ı Hümayun (Özet)

    Divana üç sınıf katılır. Bunlar; Seyfiye Sınıfı, İlmiye Sınıfı ve Kalemiye Sınıfı.
    1. Seyfiye Sınıfı : Sadrazam, Kubbealtı Vezirleri, Yeniçeri Ağası, Kaptanı-ı Derya.
    2. İlmiye Sınıfı : Kazaskerler, Şeyhülislam.
    3. Kalemiye Sınıfı : Nişancı, Defterdar, Reisülküttap.

    Divan-ı Hümayun Nedir

    Kuruluş dönemi Osmanlı divanı her gün sabah namazından sonra padişahın huzurunda toplanarak görevinin gerektirdiği işleri yapardı. Divan toplantılarında üyelerden her birinin kendisini ilgilendiren vazifeleri vardı. Her üye kendini ilgilendiren vazifeleri ile meşgul olurdu. Padişahı bir tarafa bırakacak olursak kuruluş döneminde divanda vezir-i âzam kadıasker defterdar ve nişancı gibi asil üyeler bulunuyordu. Bunların yanında vezir rütbesinde bulunmak şartıyla kaptan-ı derya ve yeniçeri ağası yine merkezde bulundukları taktirde vezir rütbesi olan Rumeli Beylerbeyi de divan üyeleri arasında yer alabilmekteydiler. Şeyhülislam Divân-ı Hümâyun üyesi değildi; ancak kendisinden bilgi alınmak üzere divana çağrılabilirdi. Şimdi Divân-ı Hümâyun üyelerini kısaca tanıtalım.

    VEZIR-I AZAM VE VEZIRLER (Kubbealtı Vezirleri)

    Osmanlıların ilk dönemlerinde divanda sadece bir vezir bulunuyordu. O da ilmiye sınıfına mensuptu. Daha sonra vezir sayısı artınca birinci vezire "Vezir-i Âzam" denildi. Vezir-i âzam (bugünkü başbakan konumunda) padişahtan sonra devletin en büyük reisi ve hükümdarın mutlak vekili olduğundan sözü ve yazısı padişahın iradesi ve fermanı demekti. Ayrıca bütün işlerde birinci merci vezir-i âzamdı.
     
    Vezir-i âzam padişah fermanıyla atanır ve hükümdarın mutlak vekilidir. İcabında padişah adına Divân-ı Hümâyuna başkanlık ederdi.. O gelmeden divan toplantısı yapılamazdı. Herhangi bir sebeple divan toplantısına katılamayacaksa veya serdar-ı ekrem olarak ordunun başında bulunuyorsa vekili olan "sadaret kaymakamı" Divân-ı Hümâyun toplantısına başkanlık ederdi.Pâdişahın elips şeklindeki altın bir mührü vezir-i âzamlığın alameti olarak yanlarında bulunurdu. Vezir devlet işlerinde bütün salahiyet ve mesûliyetlere sahip olduğu gibi bütün azil ve tayin işleri de onun isteği ve yetkisi ile olurdu. Bu dönemlerde hükümdarlarca hiç bir taleplerinin reddedilmemesi âdet haline gelmişti.
     
    Kanunnâme metinleri incelendiğinde vezir-i âzamlar padişahın vekili olarak büyük ve geniş yetkilere sahip olan kimselerdi. Herkes onun emirlerine itaat etmekle yükümlü görünmektedir. Çünkü o padişahı temsil etmekteydi. Vezir-i âzam (Kanunî döneminden itibaren) sadrazamlar padişahın yüzük şeklindeki tuğralı altın mührünü taşırlardı. Vezir-i âzamların diğer vezirlerden farkları "mühr-i hümâyun" denilen bu mühür ile olup hükümdarlık salâhiyetinin icrasına ve padişahın kendisini vekil ettiğine dâir bir delil olduğu için onlar bu mührü örülmüş bir kese içinde koyunlarında taşırlardı. Vezir-i âzamın görevden alınması veya ölümü halinde "mühr-i hümâyun" ikinci veya üçüncü vezire verilirdi. Mühr-i hümâyun ya divana gönderilmek veya vezir-i âzam olacak kimsenin huzura kabul edilmesi sûretiyle verilirdi.
     
    Osmanlı Devleti'nde XVIII. asrın ilk yarılarına kadar yalnız devlet merkezinde bulunup divân-ı hümâyuna katılmakla görevli (bugünkü devlet bakanları konumunda)"kubbealtı veziri" veya "kubbenişîn" denilen vezirler vardı. Bunların sayıları(en fazla 7) pek fazla değildi. Kubbealtı vezirleri divanda kıdem sırasına göre otururlardı.
     
    Fatih Sultan Mehmet'ten itibaren hükümdarlar Divan-ı Hümayun toplantılarına katılmayı terk edip divan başkanlığını sadrazama bıraktıktan ve XVI. asrın ikinci yarısında bu toplantılar haftada dört güne düşürüldükten sonra hükümdarlar kafesli bir pencerenin ardından divanı izler; arz odasında sadrazamın verdiği bilgi ve açıklamaları dinleyerek görüşmelerden haberdar olurdu.

    KADIASKER (Kazasker)

    Osmanlı Devleti'nde askerî ve hukukî işlerden sorumlu olan(bugünkü adalet bağanlığı gibi) kadıaskerlik teşkilâtı gerek kelime gerekse meslek olarak uzun bir geçmişe sahiptir. Hz. Ömer tarafından ordugâh şehirlerine tayin edilen kadılar sivil olmaktan ziyade askerî bir hüviyet taşıyorlardı. Bu sebeple kadıaskerliğin Hz. Ömer tarafından kurulduğu belirtilmektedir. Abbasîlerde de görülen bu mansıb (makam rütbe) Harzemşahlarda Anadolu Selçukluları’ nda Eyyûbîler'de Memlûklülerde ve hatta Karamanlılarda da vardı.
     
    Kadıaskerlik Osmanlı ilmiye teşkilâtı içinde önemli bir mevki idi. Kadıasker terkibindeki "asker" kelimesi müessesenin özelliği açısından önem taşır. Zira Şeyhülislâmlıktan takriben bir asır kadar önce (80 sene) kurulmuş olan müessesenin kuruluşunda devletin asker ve onların ihtiyaçlarını karşılamada titizlikle hareket ettiğini göstermektedir. Bununla beraber Divân-ı Hümâyun âzâsı olan kadıaskerin vazifeleri sadece askerî saha ile sınırlı değildi. Kadıaskerler aynı zamanda bütün sivil ve adlî işlere de bakıyorlardı. Onlar belli seviyedeki bazı kadı ve nâiblerin tayinlerini de yapıyorlardı. Divan toplantılarında vezir-i âzamın sağında vezirler solunda da kadıaskerler yer alırdı.
     
    Fâtih Sultan Mehmet’in son senelerine kadar yalnız bir kadıaskerlik vardı. Hududların genişlemesi ve işlerin çoğalması yüzünden 1481 yılında biri Rumeli diğeri Anadolu olmak üzere ikiye ayrıldı ve Osmanlı saltanatının sonuna kadar devam etti.
     Protokole göre daha üstün addedilen Rumeli kadıaskerleri ile daha aşağı bir mevkide bulunan Anadolu kadıaskerinin vazifeleri kanunnâmelerle belirlenmişti. Buna göre Anadolu'da bulunan müderris ve kadıların tayini Anadolu kadıaskerinin Rumeli'de bulunan müderris ve kadıların tayini de Rumeli kadıaskeri tarafından yapılmaktaydı. Görüldüğü gibi müessesenin görevleri eğitim ve yargı teşkilatının idaresi ordu ve askerî zümrenin gerek barış gerekse savaş sırasında hukûkî ihtilaflarının (ayrılık) giderilmesi ve davalarının görülmesi şeklinde iki ana grupta toplanabilir.
     
    Divân'daki davaları dinleyen kadıaskerler Salı ve Çarşamba hariç olmak üzere her gün kendi konaklarında divân kurup kendilerini ilgilendiren şer'î ve hukukî işlere bakarlardı. Kadıaskerlerden her birinin tezkireci rûznamçeci matlabçi tatbikçi mektupçu ve kethüda olmak üzere yardımcıları bulunurdu. Ayrıca her birinin davalı ve davacıyı divâna getiren yirmişer yardımcısı bulunmaktaydı.
     
    Padişah sefere çıktığı zaman kadıaskerler de onunla birlikte giderlerdi. Padişah sefere gitmediği takdirde onlar da gitmezlerdi. Bu durumda şer'î muameleleri görmek üzere onların yerine "ordu kadısı" tayin edilip gönderilirdi. Aynı şekilde padişahlar Edirne'ye gittikleri zaman onlar da padişahla birlikte gider ve akdedilen divân oturumlarına iştirak ederlerdi.
    Bu müessese Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar devam etmiş Osmanlı hükümeti ile birlikte o da tarihe mâl olmuştur.

    DEFTERDAR

    Defter ile dâr kelimelerinin birleşmesiyle oluşan "defterdâr" "defter tutan" demektir. Doğudaki Müslüman devletlerin "müstevfi" dedikleri görevliye Osmanlılar defterdâr diyorlardı.Defterdâr Divan-ı Hümayun'un aslî üyelerinden birisiydi ve Osmanlı Devleti'nin malî işleriyle ilgilenirdi. Defterdârlık bir bakıma günümüzdeki Maliye bakanlığı mânâsını gelir. Osmanlılar XIV. asrın son yarısında ve Sultan I. Murat zamanında maliye teşkilâtının
    temelini atıp onu tedricen(aşama aşama) geliştirmişlerdir. Buna bakarak Osmanlıların daha kuruluş yıllarından itibaren maliye işleri üzerinde önemle durdukları söylenebilir.
     
    Fâtih Sultan Mehmet tarafından ilan ettirilmiş olan Kanunnâme-i Âl-i Osman ile diğer kanunnâmelere göre defterdâr padişah malının (Devlet hazinesi) vekili olarak gösterilmektedir. Dış hazine ile maliye kayıtlarını ihtiva eden devlet hazinesinin açılıp kapanması defterdârın huzurunda olurdu. Başka bir ifade ile hazinenin açılmasında hazır bulunmak defterdârın vazifeleri arasında bulunuyordu. Divân’ın aslî üyelerinden olan defterdâr sadece salı günkü divan sonunda arza girer ve kendi dairesi ile ilgili bilgiler verirdi. Bununla beraber padişahın huzurunda okuyacağı telhîs(özet) hakkında daha önce vezir-i âzamla görüşür ve onun görüşünü ve onayını alırdı. Bayram tebriklerinde padişah vezirlere olduğu gibi defterdarlara da ayağa kalkardı.
     
    Genel olarak devlet gelirlerini çoğaltmak gerekli yerlere harcamak ve fazla olanı da muhafaza altında bulundurmak vazifesi ile yükümlü bulunan defterdâr Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında bu görevleri yerine getiriyordu. Devletin kuruluş yıllarında bir defterdâr varken daha sonra yeni yeni yerlerin fethedilmesi ve ihtiyaçların çoğalması sebebiyle sayıları artırıldı. Bunlar II. Bayezid dönemine kadar Rumeli'de hazineye ait işlere bakan Rumeli defterdârı veya baş defterdâr ile Anadolu'nun malî işlerine bakan Anadolu defterdârı olmak üzere iki kişi idi. Sefer esnasında baş defterdâr(Rumeli Defterdârı) ordu ile gittiği zaman Anadolu defterdârı onun yerine vekâleten bakardı.
     
    Defterdârlar kendilerini ilgilendiren malî işlerdeki şikâyetleri Defterdar Kapısı’nda kurulan divanda dinler ve gerek görülürse "tuğralı ahkâm" verirlerdi. Zaten kanunnâmeye göre kendilerine bu salahiyet verilmiştir. Her defterdâr kendi dairesinden çıkan evrakın arkasını imzalardı. On yedinci asrın ortalarından itibaren bütün maliye hükümlerinin (tuğralı ahkâm) arkalarına kuyruklu imza koyma hakkı baş defterdâra verildi. Bundan başka baş defterdâr divan kararı ile malî tayinlere ait kuyruklu imzası ile "buyruldu" yazmakla birlikte bunun üst kenarı sadrazamın buyruldusuyla tasdik olunurdu. Defterdâr sadrazama müstakil olarak yazdığı veya havale edilmiş bir muameleli kağıt üzerine cevap verdiği zaman kuyruklu imza koymaz topluca bir imza koyardı.
     
    Baş defterdâr rütbe ve itibarda "nişancı" gibidir.Padişahın malının vekili odur. Vezir-i âzam ise onun denetleyicisidir.Maliyeye ait davaları dinler. Maliye tarafından hüküm verirdi. Kanunnâmede belirtildiği üzere devlet gelir ve giderleri ile ilgilenen defterdârların vazifeleri sadece devlet hazinesini zenginleştirmek değildir. Onlar devlet hazinesine haram malın girmesine engel olmak zorunda oldukları gibi yetim malı dahi sokmayacaklardır.
     
    İcraat ve tahsilatta defterdârın icra memuru olarak emri altında farklı vazifeleri bulunan beş görevli bulunurdu. Bunlardan ilki başbakıkulu denilen devlet gelirlerinin birinci tahsil memurudur. Defterdârlıkta bunun bir dairesi olup emri altında bakıkulu ismiyle altmış kadar mübaşir vardır. Bunlar hazineye borcu olup vermeyenleri hapis ve sıkıştırma ile tahsilat yaparlardı. Bu yüzden maliyeye borcu olanlar başbakıkulu hapishanesinde tutuklanırlardı.
     
    İkinci icra memuru cizye başbakıkuludur. Bu da cizye sebebiyle hazineye borcu olanları takip eder. İltizama verilen cizyelerin mültezimlerinden henüz borcunu ödememiş veya yatırmamış olanları takip ederdi. Defterdârın üçüncü icra memuru tahsilat ve ödemelere ilgilenen veznedar başıdır. Bunun da maiyetinde dört veznedar vardı. Baş defterdârın icra memurlarından dördüncüsü sergi nâzırı beşincisi de sergi halifesi olup her ikisi de hazine ile ilgili işlerin defterini tutuyorlardı.
    Defterdâr tabiri 1838 senesinde ilân edilen Hatt-ı Hümâyun gereğince terk edilerek yerine "Mâliye Nezâreti" tabiri kullanılmıştır.

    NİŞANCI

    Osmanlı devlet teşkilâtında Divan-ı Hümâyunun önemli vazifelerinden birini yerine getiren görevli için kullanılan bir tabirdir. Nişan kelimesinden türetilmiş olan "Nişancı" ferman berat mensûr nâme mektup ahidnâme(sözleşme) hüküm gibi devletin resmî evrakının baş tarafına padişahın imzası demek olan nişanı koyardı. Bu görevliye nişancı muvakkî tevkiî ve tuğraî gibi isimler de verilirdi.Nişancı ayrıca yardımcıları vasıtasıyla:Divanda yapılan görüşmelerin kayıtlarını tutarak Mühimme Defteri’ne(Divan Defteri) kaydetmek Ferman berat gibi belgeleri hazırlamak Sadrazam ve padişah arasındaki ve dış ülkelerle olan yazışmaları hazırlamak Tapu kayıt defterlerini tutmak gibi görevleri de üstlenmişti.
    Osmanlı devlet teşkilâtında XVIII. yy. başlarına kadar önemli bir makam olan nişancılık daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardı.
     
    Bunun için Osmanlı Devleti'nin merkez teşkilâtı içinde önemli bir yeri bulunan divanın azalarından biri de "Nişancı" adını taşıyan görevli idi. Divan-ı Hümayun çalışmalarının hazırlanması ve yürütülmesi ile ilgili çok önemli bir görevi yerine getiren nişancı bizzat padişah tarafından atanırdı. Önemli hizmeti bulunmasına rağmen nişancılığın Osmanlılar'da hangi tarihlerde kurulduğu kesin olarak tespit edilebilmiş değildir. Bununla beraber bazı araştırıcılar bu kuruluşu Osmanlı Devleti'nin ikinci hükümdarı olan Orhan Gazi dönemine kadar çıkarırlar. Çünkü bu döneme ait fermanlarda tuğra bulunmaktadır. Kısaca nişancılığın Fâtih'ten önce mevcut olduğu fakat Fatih zamanında tam anlamıyla geliştiği bilinmektedir.
     
    Divan-ı Hümâyunda vezir-i âzamın sağında ve vezirlerin alt tarafında oturan nişancı önemli bir hizmeti yerine getiriyordu. Nişancılar görevleri icabı bazı özellikleri taşıyan kimseler arasından seçiliyorlardı. Nişancı olacak kimselerin inşa(güzel yazı yazma) konusunda maharetli olmaları gerekirdi. Görevleri icabı olarak inşa konusunda maharetli olmaları devlet kanunlarını iyi bilerek yeni kanunlar ile eskiler arasında bağ kurup onları telif etme kabiliyetine sahip bulunmaları gereken nişancıların ilmiye sınıfına dahil ve sahn-ı semân(üniversite) müderrisleri(hocaları)nden seçilmesi kanundu.
     
    Nişancılar XVI. asrın başlarından itibaren Divân-ı Hümâyunun kalem heyeti arasında bu vazifeyi yerine getirebilecek olan reisü'l-küttâblardan seçilmeye başlanmıştır. Fâtih döneminde müesseseleşerek kurulduğunu gördüğümüz nişancılık Osmanlı Divân-ı Hümâyunun dört temel rüknünden(gereğinden) birini oluşturuyordu. Fâtih kanunnâmesinde de belirtildiği gibi bu dönemde vezirlik kadıaskerlik ve defterdarlıktan sonra en önemli vazife nişancılıktı.
     
    Nişancı Divân-ı Hümâyun üyesi olmasına rağmen vezir rütbesine sahip ve hâiz değilse kanun gereği arz günlerinde padişahın huzuruna kabul edilmezdi. Sadece nişancılığa tayin edildiği zaman bir defa padişahın huzuruna girip tayinlerinden dolayı teşekkür ederdi.
     
    Nişancılık XVI. asrin sonlarından itibaren yavaş yavaş önemini kaybetmeye başladı. XVII. asrın ortalarında nişancılık adeta kuru bir ünvan haline geldi. XIX. yüzyılın başlarına kadar ismen de olsa varlıklarını devam ettiren nişancılar eski önemlerini tamamen kaybettiler. Bu sebeple nişancılık 1836 yılında tamamen kaldırılarak vazifeleri "Defter eminine" verilmiştir. Bu tarihten sonra önemli işlere dair fermanların üzerlerine Bâbıâlî diğerlerine de defter eminleri tarafından tayin edilen ve tuğranüvis denilen memurlar tarafından tuğra çekilirdi. 1838'de tuğra-nüvislik görevi de kaldırılıp Bâbıâlî ile defter eminliği tuğracılığı birleştirildi. Böylece bu hizmetin Bâbıâlî’de görülmesi kararlaştırıldı.
     
    Divân-ı Hümâyunda yukarıdaki asil üyelerin dışında şunlar da zaman zaman divan üyeliği yapmışlar divan toplantılarına katılmışlardır:

    Rumeli Beylerbeyi

    Beylerbeyi hem askeri hem de idarî amir olarak bulunduğu eyalette padişahın temsilcisidir.
    İlk beylerbeylik Orhan Bey zamanında ortaya çıkmış Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi olarak ikiye ayrılışının Çelebi Mehmet zamanında gerçekleştiği tahmin edilmekle beraber kesin tarihi bilinmemektedir . Rumeli Beylerbeyi daha kıdemlidir. Rütbeleri yükselince kubbealtı vezirliğine atanıyorlar ve Divan-ı Hümayun'un üyesi oluyorlardı. 1536 tarihinden itibaren vezirlik rütbesi olan Rumeli Beylerbeyi Divan-ı Hümayun üyesi olarak merkezde bulunduğu zamanlarda divan toplantılarına katılmıştır. Bu tarihten önce Rumeli Beylerbeyi Divan-ı Hümayun üyesi değildi .

    Kaptan-ı Derya

    Osmanlı Devleti'nde bahriye(deniz Kuvvetleri) teşkilatının en büyük amiri ve donanmanın başkumandanıdır. Denizciliğin gelişmesi ile vezirlik verilen kaptan-ı derya Divan-ı Hümayun üyesi olarak merkezde bulunduğu zamanlarda divan toplantılarına katılmıştır. Divan-ı Hümayun'da kendisine havale olunan bahriye teşkilatı ile ilgili meselelerle ilgilenirdi.Bahriye teşkilatındaki tayinler kaptan-ı derya tarafından yapılırdı. Önemli işleri vezir-i âzama arz ederdi. Bahriye ile ilgili işler için hüküm yazmaya ve tuğra çekmeye yetkisi vardı.

    Yeniçeri Ağası

    Yeniçeri ağası yeniçeri ocağı ve acemi ocaklarından sorumlu tek kişidir. Yine divanda görevli olan rikâb-ı hümayun ve özengi ağaları denen ağaların reisidir. Böylece Divan-ı Hümayun toplantılarının teşrifatında çok önemli bir rolleri vardır. Yeniçeri ağası vezirlik rütbesi olursa Divan-ı Hümayun üyesi olarak toplantılara katılabilmekteydi. Yeniçeri ağasının arza çıkma yetkisi vardı. Eğer vezirlik rütbesi varsa divan üyeleri arasında arza iki kez çıkma imkanına sahip tek kişi oluyordu. Divan toplantılarında ocağa ait işlerle ve İstanbul'un asayişi ile ilgili konularla ilgilenirdi.

    DİVAN-I HÜMAYUNUN GÖREVLERİ İŞLEVİ

    Divân-ı Hümâyun devlete ait siyasî idarî malî ve zamanla askerî işlerin görüşüldüğü incelenerek karara bağlandığı devletin en yüksek mercidir.
     
    Divân-ı Hümâyunda yetkiler şu şekilde temsil edilmektedir: Vezir-i âzamın padişahın vekili olarak devletin egemenlik hakkını kadıaskerlerin yargıyı defterdarların maliyeyi nişancının ise örfî hukuku temsil ettiğini görmekteyiz. Yine yürütme gücünün diğer temsilcileri kubbealtı vezirleri Rumeli beylerbeyi kaptan-ı derya ve yeniçeri ağasıdır. Devletin merkez örgütündeki ana bölümleri temsil eden en yetkili kişilerin toplandığı bir kurul olarak Divan-ı Hümayun padişahın bütün yetkilerinin bir arada bulunduğu üstün bir organdır. Böyle bir gücü bünyesinde bulunduran Divan-ı Hümayun devletin iç ve dış siyasetinin belirlendiği bir kuruldur.
     
    Osmanlı tebaasının emniyet ve asayişini yöneten ve yönetilen kesim arasında işlerin dengeli bir şekilde yürütülmesini merkez ile taşra arasındaki ilişkilerde dengeleri bozmadan çalışmayı sağlamak Divan-ı Hümayun'un görevidir.
    Devletin dış siyasetinin belirlenmesi ve dış ilişkilerin takibi; savaş ve barış şartlarının belirlenmesi divanın işidir.
    Divân-ı Hümâyun aynı zamanda adlî ve idarî yüksek bir mahkemedir. Fertlerin divana yapılan müracaatlarını inceleme hukukî anlaşmazlıkları çözüme kavuşturma yargılamalar sonucu cezaların uygulanması ve infazı divanın görevleri arasındadır.
    İktisadî-malî alanda oldukça geniş görevleri vardır. Devletin vergi politikasının belirlenmesi mirî vakıf ve mülk toprakların statülerinin belirlenip korunması para politikasının belirlenmesi vb. birçok görev Divân-ı Hümâyunun işlevleri ve görevleri arasındadır..


    Cevap Yaz Arama Yap

    Zeus

    • 2020-07-06 09:08:20

    Cevap : X
    Cevap Yaz Arama Yap

    Cevap Yaz




    Başarılı

    İşleminiz başarıyla kaydedilmiştir.