Nedir.Org
Soru Tara Cevapla Giriş


Cevap Ara?

14.756.348 den fazla soru içinde arama yap.

Sorunu Tarat
Kitaptan resmini çek hemen cevaplansın.

MEMDUH ŞEVKET ESENDAL Uğursuzluk kitap analizi incelemesi

MEMDUH ŞEVKET ESENDAL uğursuzlukkitap analizi incelemesi

Bu soruya 1 cevap yazıldı. Cevap İçin Alta Doğru İlerleyin.
    Şikayet Et Bu soruya 0 yorum yazıldı.

    İşte Cevaplar


    esoes

    • 2021-02-03 19:16:04

    Cevap :

    Memduh Şevket Esendal’ın “Uğursuzluk” adlı Öyküsünün İncelenmesi

    Öykü ve roman sanatının özelliklerinden biri, insanın dış görünüşü kadar iç dünyasını, duygu ve düşüncelerini de aynı rahatlıkla anlatabilmesidir. “Uğursuzluk” adlı öyküde olduğu gibi, insan aslında iyi olduğu halde, bazen başkaları tarafından kötü olarak tanınabilir. O zaman insan hakkında doğru hüküm verebilmek için onun içini de bilmek gerekir. “Uğursuzluk” öyküsü işte böyle bir durumu, dış görünüş ile iç arasındaki tezadı ele alıyor.

    Öykü kahramanı Hayri Efendi “gayet terbiyeli bir memur”dur. Amirleri tarafından takdir edilmek için can atar. Fakat son derece çekingendir. Bu çekingenlik yüzünden yaptığı bir hata onu günlerce bunalım içinde yaşatır. Burada Hayri Efendi’nin mizacı kadar çevrenin de büyük rolü vardır.

    Bürokrasi, kendine özgü kuralları olan sosyal bir çevredir. Orduda olduğu gibi burada da üst ve ast vardır. Memur, amirine karşı saygılı olmak zorundadır. Bürokraside de yapılan işler birbirine bağlıdır. Bir yerde yapılan hata ya da yanlış anlaşılma işi aksatabilir. Bundan dolayı konuşmaya ve yazışmaya dikkat etmek gerekir.

    Fakat bürokraside astları üstler karşısında korkutan hatta ezen etkenlerden biri, özellikle Türkiye’de devlet otoritesinin, devlet amir ve memuruna, görülen işin çok üstünde bir manevi güç vermiş olmasıdır.

    Müdür, Hayri Efendi’yi “Devlet memuriyetidir bu, şakaya gelmez.” diye korkutur. Aslında müdür de Hayri Efendi gibi kendi pozisyonundan korkar. Bunun bir nedeni küçük düşmek, itibarını kaybetmekse de en önemli etken işinden olmaktır. Memuriyet de diğer işler gibi bir ekmek kapısıdır. İşinden atılan memur sadece sosyal itibarını kaybetmez, aç da kalabilir.

    Yazgısının amirine ve çevresine bağlı olduğunu bildiği için memur işine bağlı, terbiyeli, nazik olmak zorundadır. Bu durum bazılarını dalkavukluğa kadar sürükler.

    Memduh Şevket Esendal, “Uğursuzluk” adlı öyküsünde bir küçük memurun psikolojisini, tavrı, jesti, konuşma ve üslubunu en küçük ayrıntısına değin betimler. Saygınlığını ve memuriyetini yitirmek korkusu, yanlış anlaşılmaktan doğan mahcubiyet Hayri Efendi’nin uykularını kaçırır.

    ***

    Öyküde olaylar oluş sırasına göre anlatılmıştır. Hayri Efendi’nin müsteşara evrak imzalattırırken neden olduğu yanlış anlama öykünün giriş kısmını oluşturur. Bunu müdürün müsteşara çıkması, Hayri Efendi’yle konuşması izler. Hayri Efendi müsteşar karşısında kendini savunmak için mektup yazmaya kalkar, sonra bundan çekinir, bir sabah işe giderken müsteşarla konuşmak ister, beceremez. Bütün bu olaylar Hayri Efendi’nin dünyasını karartır. Bunun nedenini araştırır ve kendince sebepler bulur: Bir hafta önce yatağının yerini değiştirmiştir. “Bu uğursuz gelmiş olacak!” der, odasını yeniden şekle sokar ve böylece huzura kavuşur.

    ***

    Yazarın üzerinde durduğu noktalardan biri Hayri Efendi’nin uğura/uğursuzluğa inanmasıdır. Onun uğurlu saydığı ve bir ayet gibi tekrarladığı dizeler vardır. Hayri Efendi geceleri tırnaklarını kesmez, sağdan ve soldan kalkmasına göre gününün iyi ya da kötü geçeceğine inanır. Bunlar onun tarafından deneyimlenmiş şeylerdir. Mantıksal hiçbir düşünüş bu kanıyı asla sarsamaz.

    Küçük memurun batıl inançlara sahip olması gelenek ve göreneklerle izah edilebilir ancak asıl neden onun daimi bir korku ve endişe içinde yaşaması, kendine güvenmemesidir. Korkan insanlar böyle şeylere kolayca inanırlar.

    ***

    Yazar, öyküsünde kısaca da olsa Hayri Efendi’nin hata yapmasında içinde bulunduğu özel duruma, zaman ve mekâna işaret etmiştir. Hayri Efendi müsteşarın yanına gittiği zaman ikindi güneşi odanın içinde kaynar ve “sigara dumanlarıyla oda hamam halvetleri gibi insanı terletir.” Müsteşar, Hayri Efendi’nin uzattığı evrakı imzalarken bir yandan terini siler bir yandan konukların konuşmalarına kulak verir. Hayri Efendi, müsteşarın sorusuna “Hayır efendim, gönderildi.” diyecekken araya başka konuşmalar karıştığı için sadece “Hayır…” diyebilmiş ve hadise de bundan çıkmıştır. Yazarın hadiseyi zaman, mekân ve durumla açıklamasına karşılık Hayri Efendi’nin uğursuzlukla açıklamaya kalkması birbirine zıt iki görüş oluşturur. Yazarın dünyaya bakış tarzı gerçekçidir. Hayri Efendi ise batıl inançlara bağlıdır. Yazar, Hayri Efendi’ye bakış tarzını açıkça belli etmez, anlatış tarzıyla sezdirir.

    ***

    Bürokrasi dünyasında ast-üst ilişkisi jest ve tavırlar kadar konuşma ve yazma biçemini de etkiler. Yazar bu konuyu yine kendisini gizleyerek anlatımıyla çok güzel belirtir. Hayri Efendi müsteşarın kapısını yaklaşırken göğsünü ilikler, kapıya korkudan “iki üç işitilmez darbecik” vurur. Evde, müsteşardan özür dilemek için odasına girmeyi tasarlarken de yerinden kalkar, ceketini kavuşturur gibi entarisini iki tarafından çeker.

    Ast-üst ilişkisi asıl etkisini yazı ve konuşma üslubunda gösterir. Hayri Efendi müdür beyle konuşurken bile eski Osmanlı geleneğine uyarak ona “zatıalileri, bendeniz” diye hitap eder. Müsteşara yazmayı düşündüğü mektupta ona karşı duyduğu saygıyı ve kendi ast durumunu belirtmek için sözcük bulamaz. “Muhterem müsteşar beyefendi hazretleri” ona pek soğuk, “huzur-ı alileri, zat-ı şahaneleri” gibi laflar “odun gibi” gelir.

    Öykü 9 Mart 1924 tarihlidir. Bu tarihte Türkiye’de rejim değişmiştir ama amir-memur ilişkisi, bürokrasi ve bürokratik üslup değişmemiştir. Bu da bize gösterir ki rejim değişse de sosyal ilişkileri düzenleyen devlet, bürokrasi ve onların yarattığı üslup ve zihniyet değişmez. 1924’ten sonra dildeki sadeleşmeye koşut olarak bürokratik dil de sadeleşmiş ancak resmiyet kendisine özgü yeni ifadeler yaratarak manevi otoritesini devam ettirmiştir. Bugün bile devlet dairelerinde eskiden kalma saygı ve tevazu ifade eden Osmanlıca sözcükleri sıkça duyarız.

    ***

    Esendal’ın öyküsünde konuşma geniş bir yer tutuyor. Yazar, kişilerin mizaç, kişilik, zihniyet ve ruh durumlarını onları konuşturarak veriyor. Bu konuşmalar son derece ölçülüdür. Yazar bazı öykücü ve romancılarda görüldüğü gibi konuşmayı gereksiz yere uzatmıyor, kendisini taklidi üslubun kolay komiğine kaptırmıyor. Hareketleri ve psikolojik analizleri betimlerken de yalın ve kısa cümleleri yeğliyor.

    “Hayri Efendi ayakta bekledi, müsteşar kağıdı okudu, levazım müdürüyle konuştu. Bir derkenar yazacak oldu ancak ona da karar veremedi, nihayet kağıdı yarına bıraktı. Ve levazım müdürü çıktıktan sonra Hayri Efendi’ye baktı.”

    Bu cümlelerde çıkarılabilecek fazlalık bir tek sözcük yoktur. Yazar, öyküsünde yoğunluğa önem verdiği için Hayri Efendi’yle ilgili motifleri geliştirmemiştir. Mesela öykünün daha başında onun “30-35 yaşlarında, bekar, üstü başı temiz” olduğu söylenir. O dönemde bir erkeğin 30-35 yaşlarında bekar olarak yaşaması küçük memur statüsüyle olduğu kadar mizacıyla da ilgilidir. Korkak ve çekingen mizaçlı Hayri Efendi’nin 30-35 yaşına kadar bekar kalması hiç de yadırganacak bir şey değildir. Üstünün başının düzgün olması da memuriyet hayatı ve itibarını kaybetmeme duygusuna bağlanabilir. Esendal’ın öyküsünde en küçük ayrıntı bütüne, bütünsel anlama bağlıdır. Bu da yazarın ustalığını gösterir.

    Memduh Şevket Esendal’ın “Uğursuzluk” adlı öyküsü

    Beşinci şubeden Hayri geldi; 30-35 yaşlarında, bekar, üstü başı düzgün, biraz saf, gayet terbiyeli bir memur; elinde imzalanacak evrak, göğsünü ilikleyip müsteşarın kapısına yaklaştı.

    — Beyefendinin yanında kim var? diye hademeye sordu. Hademe dışardaymış, yeni gelmiş, o da arkadaşına seslendi:

    — Kim var Hasan?

    — Ben bilmem, ben görmedim, Ali’ye sor.

    Ali de ortada yok! İçeride kim olduğu anlaşılamadı. Hayri Efendi bir lahza tereddüt etti, sonra kapıya büsbütün yaklaşıp iki üç işitilmez darbecik vurdu ve cevap beklemeyerek dikkatle, yavaşça tokmağı çevirdi.

    Odada iki misafir ile bir de levazım müdürü varmış, misafirler bir köşede yavaş sesle sohbet ediyorlar, levazım müdürü de müsteşarın önünde ayakta duruyor, bir kağıt okutuyordu.

    Hayri Efendi ayakta bekledi, müsteşar kağıdı okudu, levazım müdürüyle konuştu. Bir derkenar yazacak oldu ancak ona da karar veremedi, nihayet kâğıdı yarına bıraktı. Ve levazım müdürü çıktıktan sonra Hayri Efendi’ye baktı.

    İkindi güneşi odanın içinde kaynıyor, sigara dumanlarıyla oda hamam halvetleri gibi insanı terletiyordu. Müsteşar terini silerek Hayri Efendi’nin uzattığı kağıtları birer birer okuyup imzalamaya başladı. Hayri Efendi imzalanan evrakı kurutup dosyasının üzerine bırakıyor ve müsteşara yeni bir kağıt uzatıyordu. Son kağıdı verirken müsteşar sordu:

    — Kitapçının parası gönderilmedi mi?

    Hayri Efendi anlayamadı.

    — Efendim? diye sordu.

    — Kitapçının parası gönderilmedi mi?

    “Hayır efendim, gönderildi.” diyecekti. Fakat birdenbire beceremedi. Yalnız:

    — Hayır efendim, dedi. Ve o esnada müsteşar, konuşan misafirlerin sözlerine kulak misafiri olup lakırdılarına karıştığı için sözünü bitiremedi.

    — Müdür beyi gönderiniz.

    — Peki efendim.

    Hayri Efendi, müsteşarın emrini müdüre söyledi ve gidip yerine oturduysa da kendisinden pek memnun değildi, müsteşarın sözlerini tekrar ettirmişti. Yeni gelen kağıtları dalgın dalgın karıştırmaya başladı. Müdür yukarı çıkmıştı fakat durmayıp avdet etti ve kızgın bir çehreyle Hayri Efendi’ye hitap edip:

    — Kitapçının parasını postaya vermediniz mi? diye sordu.

    — Verdik!

    — E niçin yukarıda “Vermedik!” diyorsunuz? Bir gün beni bu adamla kavga ettireceksiniz. Nerede makbuzu?

    — Bende.

    — Veriniz bana!

    Hayri Efendi donup kalmıştı. Müsteşarın sorusu hala kulaklarındaydı, o “Gönderilmedi mi?” diye sormuştu. Ona cevap olarak “Hayır!” demişti, bundan gönderilmediği manası çıkmaz ki! “Hayır efendim, gönderildi.” deseydi elbette daha açık olurdu. Fakat araya lakırdı karıştı. Demek müsteşar noksan anlamış, noksan değil, büsbütün yanlış anlamış ve müdürü çağırıp ihtimal ağır söylemiştir. Ancak şimdi makbuzu gösterip beraat edince ikisi de kabahati Hayri Efendi’ye yükleyecek. Onun dikkatsizliğine, onun işe ehemmiyet vermediğine hükmedecekler. Gördün mü belayı! Zaten bir haftadan beridir bütün işleri böyle aksi gidiyordu. “Yanlışlıkla acaba sol taraftan mı kalktım?” diye diye düşünmeye başladı. Ve kendince uğur denediği bazı beyitleri okudu. Müsteşara kendi cevabının doğru olmadığını nasıl anlatmalı? Şimdi yukarıda şüphesiz onun aptallığından ve unutkanlığından, sersem ve işe yaramaz bir memur olduğundan bahsediyorlardı. Böyle beceriksiz ve zavallı olmak onu öldürüyordu. Hayata karşı kalbinde derin bir infial duyuyordu. Şu dakika her şeyden soğumuş, her şeyden bizardı. Hiçbir şeyin faydası yok. Bütün hayat boş, lüzumsuz.

    Müdür ile müsteşar hazır aynı yerdeyken gidip anlatsa… Müsteşara sorusunu ve ona kendi verdiği cevabı hatırlatsa… Fakat odaya nasıl girmeli? Ne demeli?

    Dalgın dalgın kapıya yürüdü. Belki bu dalgınlıkla yukarı da çıkacaktı. Fakat kapı açıldı, müdür girdi, onu görmemiş gibi gidip yerine oturdu ve evrakla meşgul olmaya başladı. Çehresinden dargın olup olmadığını anlamak mümkün değildi. Hayri Efendi dersini hiç olmazsa müdüre olsun anlatmalıdır, artık bu kadar da olmaz, bir kabahati olsa neyse… Hiç günahı yokken…

    Dudakları arasından, uğurlu saydığı mısraları alelacele tekrar edip müdürün masasına yaklaştı:

    — Müsteşar bey, size “Para gönderildi mi?” diye sormuşlardı. Bendeniz “Hayır efendim, gönderildi.” diyecek yerde her nasılsa yalnız “Hayır efendim.” demişim. Mamafih zatıalileri de teslim buyurursunuz ki yine bendenizin cevabı doğrudur. Bundan, gönderildi manası hiçbir vakit çıkmaz.

    “Onun için… Ben zatıalilerinin ve müsteşar beyefendinin… Teveccühlerini kaybetmek istemem.” diyecekti fakat sözünü bitiremedi. Müdür bey cevap verdi:

    — Müsteşar bey size “Kitapçının parası gönderilmedi mi?” diye sormuş. Siz de “Hayır efendim!” diye cevap vermişsiniz. Artık bunun şöylesi böylesi yok. Dikkatsizlik ediyorsunuz, sonra tamire kalkışıyorsunuz. Ne olacak? Bir gün bir mafevk [üst, yukarı] yanında mahcup düşeceğim. Ama ben yalnız sizin için söylemiyorum. Bütün bizim kalem böyle, geçen gün de Sıtkı Efendi o kör herifin istidasını [dilekçe, müracaat] kaybetti. Müsteşar bey bana söylemedik söz bırakmadı. Bugün de siz parayı kendi elinizle verdiğiniz halde vermedik deyip çıkıyorsunuz. Artık ben ne diyeyim?

    — Fakat müdür beyefendi…

    Müdür sözüne devam ederek:

    — Sinek bir şey değil fakat mide bulandırır. Bunun bugün elbette bir ehemmiyeti yok fakat yarın mühim bir şey de olabilir. Ve o zaman ne deseler hakları var. Asıl lakırdının ağırını size değil, bana söylüyorlar. Adama zaten bir şey söylemek lazım değil, mahkum ederler. Devlet memuriyetidir bu, şakaya gelmez.

    — Fakat müdür beyefendi…

    Müdür yine sözüne devam ederek:

    — Ben de sizin gibi madun [ast] oldum. Fakat hayatta bir defa amirlerime söz getirecek harekette bulunmadım. Bizim bildiğimiz memuriyet böyledir, arkadaşlık böyledir.

    Müdür işi nasihate döktü, bütün kalem dinliyordu. Hayri Efendi, müdürün önünde ayakta ne bir şey söyleyebiliyor ne dönüp yerine oturabiliyordu. Artık iş nasihate döndükten sonra tekrar işi tazeleyip beraat etmeye uğraşmak olmayacaktı. Fakat nihayet, sanki haksızmış gibi mahkum oluyordu. Müsteşar nazarında, müdür ve bütün kalem mahkumdu. Kendi sersemliğiyle kendi arkadaşlarına da söz getirmiş oluyordu.

    Müdürün uzun bir nasihatinden sonra vakıa onunla barışılmış oldu ve müdür de uzun bir nasihat verdiğine memnun olup yüzü gülmeye başladıysa da hata, üzerine yamandı kaldı. Fazla olarak müsteşar da onu kabahatli görecekti.

    Kalemde neyse… Fakat müsteşar yanında böyle kalmak onu üzüyordu. Kendinden bizar, dünyadan, insanlardan, her şeyden bizar, eve döndü. “Acaba bunu düzeltmeye imkan yok mu?” diye düşünüyordu. Müsteşarın yanına çıkıp meseleyi izah etmeye ne mani var? Bir memur için amiri nezdinde böyle lekeli kalmaktansa büsbütün kovulmak elbette hayırlıdır. Sabah daireye erken gidecekti, müsteşarı odasında yalnız bulacak ve ona kendi sorusunu hatırlatacak, verdiği cevabın noksan olduğunu itiraf ile beraber yanlış olmadığını da söyleyecek. Bunları düşünürken yerinden kalkıyor, ceketini kavuşturur gibi gecelik entarisini iki taraftan çekiyor, kapıyı vuruyor, topu çevirip içeri giriyor. Ve mırıldanarak “Bir şey arz etmek için müsaade-i alilerini rica ederim, geçen gün evrak imza ettirmek için nezd-i alilerine geldiğim vakit kitapçının parası için sual buyurulmuştu…” diye başlayıp işi izah ediyor fakat ifadenin pek uzun olacağını görüp bitirmiyor, tekrar yerine oturup düşünmeye başlıyordu.

    Şifahen söylemektense müsteşara bir mektup yazmak daha kolay olacağı hatırına geldi. Mektubu yazıp odacıya verecek ve neticesine muntazır [bekleyen, gözleyen] olacaktı. Elbette müsteşar mektubu okuyunca onu çağıracak, o zaman gidip etekleyecek, maksadını izah edecek, kendi hatası olmadığını ispatlayacak, amirlerine sadakat ve merbutiyetini gösterecek, müsteşar onu taltif edecek, sonra kaleme gelip arkadaşlarının nezdinde de beraat etmiş olacaktı. Bu çareyi düşünebildiğine çok memnun oldu. Hemen müsteşara yazacağı mektubun müsveddesini yapmaya başladı:

    “Muhterem müsteşar beyefendi…” yahut daha resmi olmak için “Muhterem beyefendi hazretleri…” Pek soğuk! Daha uygun bir giriş yapmalı, mektubun etkisi seslenişindedir. “Arz-ı naçizidir!” Bu da adeta bir arkadaşa mektup yazar gibi.

    Bir türlü bir karar verip mektuba başlayamıyordu.

    “Girişini sonra yazarım.” dedi ve mektuba başladı. “Bundan birkaç gün mukaddem bendeleri bazı evrak imza ettirmek bahanesiyle huzur-ı alilerine dahil olmuş idim. İmzayı müteakip zatıalileri kitapçının paralarının gönderilip gönderilmediğini sual buyurmuşlardı.”

    Bu kadar yazdıktan sonra okudu, beğenmedi. “Odun gibi bir ifade, damdan düşer gibi yazılır mı? Derdimizi anlatalım derken bir de bu mektupla bir suitesir [yanlış etki] uyandıracağız.” diye düşündü ve evvela bir mukaddime yapmak istedi:

    “Zatıalilerine karşı bendelerinin hulus ve ubudiyet derecesini ancak Cenabıhak bilir.”

    Olmadı.

    “Geçenlerde huzur-ı alilerinde cereyan eden bir mesele hakkında zatıalilerine bazı güna izahat itidasına…” “Müsaade-i devletlerini, mi demeli? Kendimi mecbur görüyorum, gibi bir şey mi yazmalı?”

    Tereddüt etti. Sesleniş gibi buna da karar veremiyordu. Ve yazarken, okur, düşünür ve gezerken kendisince uğursuz bellenilmiş şeyleri yapmamaya çalışıyordu. Bugün sabahtan beri pek ziyade korkak ve mütereddit [tereddütlü] olmuştu. İkide birde kendi mukaddes mısralarından birkaçını okuyordu.

    Zihni çok karışmış, vücudu yorulmuştu. Hiçbir şey yazamayacağını görüp yatmaya karar verdi. “Yarın kalem vaktinden önce kalkıp bir şey düşünürüm.” diyordu. Fakat ertesi gün de hiçbir şeye karar veremedi. Ve sabahleyin daireye giderken ölüme gider gibi derin bir üzüntü, bir korku hissediyordu. Artık kalemi, işleri, hepsi ona yabancıydı. Artık müsteşara evrak imzalatmaya gidemiyordu.

    Aradan henüz üç beş gün geçmişti ki bir gün evden daireye giderken müsteşarı önünde gördü, o da daireye doğru gidiyordu. Birden içinden gelen bir cesaretle sokuldu. Selam verdi. Müsteşar dalgın gidiyormuş, adeta korkar gibi oldu, sonra vakarını takınıp yoluna devam etti. Hayri Efendi de onun bir adım gerisinden gidiyor ve birkaç günden beri zihninden geçen şeyleri mırıldanıyordu. Müsteşar döndü ve:

     

    — Bir şey mi söylüyorsunuz? dedi.

    — Maruzatım vardı da…

    — Acele mi? Dairede söyleseniz olmaz mı?

    — Baş üstüne, emredersiniz, dedi fakat çok mahcup oldu, ezildi.

    O gece oturup bütün bir haftadır başına gelen bu mahcubiyetlerin, bu üzüntülerin sebebini düşünmeye başladı. Hele birkaç gündür sağ taraftan kalkmadığında bir şüphe yoktu. Buna dikkat ediyordu. Tırnaklarını gece kesmemişti. Kendince uğursuz saydığı türkülerden hiçbirini işitmediğine, hatta hatırına bile getirmediğine emindi. O halde bir şey kalmıyor. Bir hafta önce yatağının yerini değiştirmişti. Bu uğursuz gelmiş olacak! Bu kadar gündür nasıl olup da bunu düşünemediğine şaştı. Ve hemen masayı, sandalyeleri kaldırıp, duvara yapıştırdığı resimlerin yerlerini değiştirip yatağını eski yerine çekti. Bunlar onca tecrübe edilmiş şeylerdi, mantıki hiçbir mülahaza bu kanaati sarsamazdı. Odasını eski haline koyup her şeyi yerli yerine astıktan ve taktıktan sonra, yarın baht ve talihinin değişeceğine, bir haftadan beridir onu üzen, öldüren uğursuzlukların zail olacağına kani olarak büyük bir ümit, büyük bir istirahatle yatıp uyudu.



    Diğer Cevaplara Gözat
    Cevap Yaz Arama Yap

    Cevap Yaz




    Başarılı

    İşleminiz başarıyla kaydedilmiştir.