Nedir.Org
Soru Tara Cevapla Giriş


Cevap Ara?

14.756.348 den fazla soru içinde arama yap.

Sorunu Tarat
Kitaptan resmini çek hemen cevaplansın.

Milli kültürümüze ait bir efsane araştır

Milli kültürümüze ait bir efsane araştır

Bu soruya 3 cevap yazıldı. Cevap İçin Alta Doğru İlerleyin.
    Şikayet Et Bu soruya 0 yorum yazıldı.

    İşte Cevaplar


    gokturk

    • 2020-10-31 18:56:29

    Cevap : Milli Kültürümüze ait bir kaç efsane paylaşıyorum. İlginizi çekeni kullanabilirsiniz. İyi dersler:)


    Albat Dağı Ejderhası

    Eteğinde Ortanca Çeşme’nin bulunduğu Albat Dağı’ndan, bir ejderha çıkmış. Çeşmeye kimsenin yaklaşmasına izin vermeyerek insanları susuz bırakmış.

    Halkın çaresizliğini gören şehrin beyi, eline iki tarafı da keskin bir kılıç alarak ejderhayı öldürmeye gitmiş. Şehrin beyi iki eliyle kılıcını kaldırmış ve tam ejderhaya sallayacakken ejderha burnundan alevler saçarak ve derin bir nefes alarak şehrin beyini içine çekip yutmuş. Sonra, şehrin beyi elinde tuttuğu iki tarafı keskin kılıcı ejderhanın içinde çevirmiş ağzından kuyruğuna kadar ikiye bölerek öldürmüş.

    Şehrin beyi evine döndüğünde, bahçesindeki havuzuna süt doldurup soyunarak içine girmiş. Havuzdaki süt ejderhadan bulaşan zehir yüzünden hemencecik kesilip çökelek halini almış. Bey, artık süt kesilmeyinceye kadar süt banyosuna devam etmiş ve böylece ejderhanın ölümcül zehrinden kurtulmuş.

    Suzan (Suzi) ve Kırk Azizler Dağı

    Diyarbakır’ın güneybatısında Dicle nehrinin kıyısında Kırk Azizler Dağıvardır. Bu dağın arkası Kırk azizlerin hac yeridir. Çocuğu olmayanlar buraya dilek tutmaya gelirler.

    Zengin bir Süryani ailesinin hiç çocuğu olmamış. Kadın bir dilek tutmaya gelmiş ve dileğinin gerçekleşmesi halinde bir adakta bulunmaya yemin etmiş. Sonra bir kızdoğurmuş.Adına Suzan (Suzi) konulmuş. Her yıl doğum gününde, annesi onu giydirip süsler ve Kırk Azizler Dağı’na götürerek bir hayvan kurban edermiş.

    Suzan çok güzel bir kız olarak büyümüş. Müslüman komşularının oğlu Adil ile birbirlerine âşık olmuşlar. Başka bir doğum gününde, annesi bir hayvanı kurban etmek için Suzan’ı hizmetkârlarıyla birlikte Kırk Azizler Dağı’na göndermiş. Adil onları gizlice arkalarından takip etmiş. Hizmetçilerin kurban kesme heyecanı sırasında bu durumdan yararlanarak Suzi ve Adil dağın arkasından dolaşarakbuluşmuşlar. Kırk Azizler bu davranışından dolayı Suzi’yi affetmemiş ve onu lanetlemiş. Suzi, On Göz Köprüsü’nden Dicle Nehri’ne düşmüş ve orada boğularak can vermiş. Suzi’nin ölümünden sonra Adil de aklını kaybetmiş.

    Bu efsane üzerine daha sonra bir türkü söylenmiş.

    Suzan – Suzi Türküsü

    Kırklar Dağı’nın yüzü

    Karanlık sardı düzü

    Ben öleydim

    Suzan-Suzi Ziyaret çarptı bizi

    Köprü altı kapkara

    Anne gel beni ara

    Saçlarım kumlara batmış

    Tarak getir de tara

    Köprünün orta gözü

    Sular apardı düzü

    Ben öleydim

    Suzan-Suzi Dicle ayırdı bizi

    Şah-ı Meran (Şahmeran) 

    Akdeniz Bölgesi’nin Tarsus ilinde yaşayan yılanlara Meran adı verilirdi. Barış içinde yaşayan bu yılanlar akıllı aynı zamanda şefkatliydi ve kraliçelerine Şahmeran denirdi. Şahmeran’ın vücudunun üst kısmı güzeller güzeli bir kadın, vücudunun alt kısmıysa yılan şeklindeydi. Onu gören ilk insan Cemşab, odun satan fakir bir ailenin oğluydu. Cemşab, arkadaşları ile bir mağaradan bal çıkarmak ister ancak arkadaşları daha çok bal alabilmek için Cemşab’ı mağarada bırakırlar. Cemşab, mağarada ışık sızan bir delik fark edince bıçağı ile bu deliği genişletir ve çok güzel bir bahçe görür. Bu bahçede eşsiz çiçekler, bir havuz ve birçok yılan vardır. Yıllarca burada yaşayan Cemşab, Şahmeran’ın güvenini kazanır ancak ailesini özler ve Şahmeran yerini kimseye söylememesi şartıyla onun gitmesine izin vereceğini söyler.

    Cemşab Şahmeran’ın yerini padişah hastalanıncaya kadar kimseye söylemez. Vezir, padişahın iyileşmesi için Şahmeran’ın etini yemesi gerektiğini söyleyince Cemşab Şahmeran’ın yerini gösterir ve Cemşab’ın aslında üzgün olduğunu gören Şahmeran onu kaynatıp suyunu vezire içirmesini, etini de padişaha yedirmesini söyler. Vezir ölür, iyileşen padişah ise Cemşab’ı veziri yapar. Efsaneye göre, Şahmeran’ın öldürüldüğünü bilmeyen yılanların bunu öğrendiğinde Tarsus’u istila edeceği rivayet edilir.

    Bir söylentiye göre Şahmeran’dan tıp bilimi ile ilgili birçok bilgi edinen Cemşab aslında Lokman Hekim’dir.

    Kız Kulesi (Battal Gazi)

    Battal Gazi askerleri ile birlikte İstanbul’u kuşatmaya gelir. Bu kuşatmadan bir sonuç alamayan Battal Gazi, Kızkulesi’nin önündeki kıyıya karargahını kurar ve burada yedi sene kalır. Anlatılan hikayeye göre Battal Gazi’nin yedi yıl Üsküdar kıyılarında kalmasının asıl nedeni, Üsküdar Tekfuru’nun kızına aşık olmasıdır.
    Üsküdar Tekfuru, Battal Gazi’nin korkusuyla kızını ve hazinelerini Kızkulesi’ne kapatır. O sırada Şam seferinde olan Battal Gazi, sefer dönüşünde kayık ile kuleye gelerek Üsküdar Tekfuru’nun kızını ve hazinelerini alarak, Üsküdar’a geri gelir. Üsküdar’dan atına atlayarak oradan uzaklaşır.

    Sıkça kullanılan “atı alan Üsküdar’ı geçti” sözü bu hikayeden gelir.

    Yabangülü (Ege’de Bir Çingene Efsanesi)

    Ege kıyılarında dünya çingenelerinin başı olan, bir büyük çeri yaşardı. Bu çerinin aşiretinde adı dillere destan olan bir kız vardı. Bütün çingene kızları gibi sıradan bir güzelliği olmasına rağmen, çok güzel sesiyle öyle danslar ederdi ki, ünü bütün dünyaya yayılmıştı.

    Yaşlı çeribaşı bu kızın cilve, işve ve danslarına kapıldığından her akşam Ege sahillerinde yaz eğlenceleri düzenlerdi. Bu eğlencelerde tahta fıçılarla, at arabaları dolusu şaraplar gelir, dünya çerileri arasından seçilmiş en iyi kemancılar, zurnacılar ve darbukacılar sahilde toplanırdı. Çok geniş dev halkalar oluşturulur, ortada çam odunlarından bir büyük ateş yakılırdı. Kuzular çevrilir, toprak testilerle şaraplar fıçılardan alınır, herkese dağıtılırdı.

    Herkes bir büyük merak içinde çingene kızının çıkmasını, ünlü büyülü danslarını yapmasını beklerdi. Sonunda güzel çingene kızı, saçlarına taktığı yaban gülü, parmaklarında zilleri, uzun eteği ve şuh edasıyla ortaya çıkardı. Bir anda bütün sesler kesilir, saz ekipleri en oynak parçaları çalmaya başlar, çingene kızı da kıvrak bedeniyle dans ederdi. Hızla döndükçe etekleri bir gül gibi açılır, güzel bacakları ay ışığında Venüs heykelleri gibi parlardı.

    İri kahve gözleri, can yakan endamı, şen şakrak neşeli sesi, zillerinin şıngırtısı bütün sahilde yankılanırken, toprak şarap testileri dolar dolar boşalırdı. Çingene kızının nereden geldiğini, kim olduğunu, hatta adını bile bilen yoktu. Ancak ipek saçlarına taktığı yaban gülü her zaman yerinde dururdu. Onu ne yatarken, ne dansederken, ne de bir başka zamanda gülsüz gören olmamıştı. Bu nedenle çingene kızına herkes Yaban Gülüm dediğinden adı Yaban Gülüm olmuştu. Bu da yetmemiş, çerinin adı da Yaban Gülüm Çerisi olarak ünlenmişti.

    Anadolunun içlerinde, Ege’nin karşı sahillerinde, hatta arap kıyılarında Yaban Gülüm’ün methini duymayan kalmamıştı. Uzak iklimlerden onu izlemeye gelenler çoğunluktaydı.

    Yaşlı çeribaşı sonunda sevdalandığı bu kıvrak çingene kızıyla hiçbir şeye aldırmadan kırk gün, kırk gece sürecek bir düğünle evlenmeye karar verdi. Düğünün her gecesi Ege sahillerinde şölen düzenlendi.

    Düğünün son gecesiydi. Eğlencede su gibi şarap aktı. Aşirette Yaban Gülüm’e aşık olanlar, çeribaşını kıskanmaktaydılar. Herkesin sarhoş olduğu bir anda, kir, pasak ve yama içindeki bir çingene genci, çeribaşına saldırarak, onu bıçakladı ve öldürdü. Akan kanlara dayanamayan Çingene kızı denize doğru yürümeye başladı, herkesin gözü önünde…

    Çingene kızı suya batmıyor, su yüzeyinde yürüyüp gidiyordu. Yürüdü, yürüdü, uzaklaştı, bir nokta gibi kaldı mavilerde ve kaybolup gitti.

    Efsaneye göre çingene kızı kendisini çok seven çeribaşının üzüntüsünden çirkinleşti o gece…

    Sadece her dolunayda eski güzelliği, eski endamı, eski yakıcılığıyla Ege sahillerine çıkar, görünmez sazların eşliğinde çingene danslarını yapar, sonra da geldiği denize yürür, suların üzerinde, mavilerde kaybolur gider.

    Bu yüzdendir ki, Ege sahillerinde yaban gülleri her dolunayda açar, ormanlardan çigan müziği sesleri gelir. Egenin sularında her günbatımındaysa, bir çirkin çingene kızının hayali belirir, ve bu hayal bulutlara vururdu…

    Karacadağ

    Diyarbakır Beyi’nin çok güzel bir kızı varmış. Bey’in kızının güzelliği dillere de destan. Bey’in her işi yerli yerinde, merhameti bol, sevgisi çokmuş. Ancak o yörede bir dağ varmış. O dağda bir ejderha yaşarmış. Her yıl yüzlerce insanı yermiş ejderha. Bey ne kadar adam göndermişse de baş edememiş ejderha ile. Başına keselerce altın koymuş. Nice yiğit düşmüş peşine ejderhanın, ancak kimse ejderha ile baş edememiş. Bey’in bir oğlu varmış, yiğit mi yiğit. En sonunda o düşmüş ejderhanın peşine. Dağa gitmiş, bir daha dönmemiş. Bir süre sonrada ejderhanın delikanlıyı öldürdüğünü öğrenmişler. Bey günlerce yas tutmuş. Eh ölenle ölünmezmiş. Bir süre sonra yine şehirdeki işlerine dönmüş.

    Bey’in yanında çalışan bir delikanlı varmış. Marangozluk işlerini yapan bu delikanlı işinin uzmanı, elleri hünerli imiş. Her gören onun ellerinin hünerine hayran kalır, yaptıkları aletleri eşyaları hayranlıkla izlermiş.

    Delikanlı günün birinde konakta pencere yaparken Bey’in kızını görmüş. Kız sanki bir ay parçası. Yüzü hiç hüzün görmemiş. Yanakları al al, hep gülüyor. O günden sonra delikanlının gözü Bey’in kızından başka bir şey görmez olmuş. Ne yana dönmüşse Bey’in kızını görmüş. Ne iş yapmışsa Bey’in kızının aşkına yapmış. Her geçen gün içine kapanan biri olmuş delikanlı. Kimse ile görüşmez, kimse ile konuşmaz olmuş. Öyle ki annesi ile günlerce tek kelime konuşmamış.

    Bir akşam annesi oğluna;

    “Oğlum ne oldu sana böyle? Sen hep gülerdin, herkesle konuşur şakalaşırdın. Bu halin nedir?” diye sormuş.

    “Hiç sorma ana…” demiş delikanlı. “Bana olanlar oldu.”

    Annesi çok üsteleyince açıklamış delikanlı derdini.

    “Canım oğlum” demiş kadın, “Çok zor bir dert seçmişsin. Anne olarak başka bir şey desen ne eder ne yapar sana getirirdim. Ama bu bey kızı. Ne ona ulaşacak kanadım var, ne de kolum o kadar uzun. Gel bu sevdadan vazgeç”. “Sen ne diyorsun ana. Bu sevdadan ancak beni ölüm vazgeçirir.” demiş. Ana oğul saatlerce konuşmuşlar. Delikanlı anasına o kadar yalvarmış ki… Kadın söyleyecek bir söz bulamamış. Oğluna çok acımış. “Anlaşıldı oğlum. Yarın gider Bey’den kızını isterim ama hiç ümidim yok. Bey bize kızını vermez.” demiş.

    Ertesi gün gitmiş Bey’in kapısına. Bey bakmış ki fakir bir kadın. Meramını sormuş. Kadın sözünü dolandırmış, en sonunda; “Bey kızını oğluma istiyorum.” demiş. Bey annesinden oğlunu sorunca; “Sizin marangozunuz.” demiş. Bey kadını kırmak istememiş. Dahası marangoz delikanlıyı da çok severmiş. Onu da küstürmek istememiş.“Bak ana,” demiş. Bir süre soluklanmış. Birkaç kez ah çekmiş. Başını sallamış üzüntüsünü belli edercesine. “Benim de bir oğlum vardı. Hem de çok severdim onu. O benim her şeyimdi. Şehrimizin başına bela olan ejderhayı öldürmek için bir gün dağa gitti yanına da ata yadigârı olan kılıcı alıp götürdü. Günler sonra öldüğünü öğrendik. O günden beri yarım yaşıyorum. Oğlumun acısı hiç dinmedi. Eğer senin oğlun gider o ejderhayı öldürür ve o kılıcı alıp gelirse; o zaman kızımı ona veririm.” demiş.

    Ana üzüntü içerisinde, eve gelmiş. Oğluna Bey’in dediklerini anlatmış. “Gel vazgeç bu sevdadan oğlum.” Demiş, içi yanarak.

    Delikanlı ejderhayı öldürmek için hazırlık yapmaya başlamış. Keskin bir kılıç bulmuş, yanına bir gürz almış. Annesi ile helalleşip düşmüş yollara. Marangoz delikanlı saatlerce yürümüş. Hiç mola vermeden. Çünkü bir an önce sevdiği kıza kavuşmak, acısını dindirmek istiyormuş. Sonunda varmış dağa. Dağdaki ejderhayı aramaya koyulmuş.

    Bir ara, kayaların arasından karşısında kocaman ejderhayı görmüş. Daha kılıcına davranmadan, ejderha ağzından ateşler püskürterek delikanlıyı yakmış. Delikanlının kılıcı elinden düşmüş. Sırtındaki gürzüne eli varamamış. Derin bir “Ahhhh” çekmiş ta içinden. Bu ah tüm gökleri kaplamış. Öyle yüksek bir ah çekmiş ki delikanlı, evinde anası duymuş. Anası oğlunun öldüğünü anlamış.

    “Allahım,” demiş kadın. “Benim oğlumu yakan ejderhayı da yak, karataşlara döndür”.

    O anda büyük bir patlama olmuş. Ejderha yanarak parçalanmış. Parçaları dağın her tarafına dağılmış karataş olarak. Dağ tamamen kararmış. O günden sonra buraya Karacadağ denilmeye başlanmış…

     

    Malhan Hazinesi

    Bayındır Han zamanında Ahlat’ta fakir bir aileye mensup bir ana ile oğlu yaşarmış. Bu ailenin geçimini, çobanlık yapan oğul sağlarmış. Bir gün Ahlat’ın meydanlık mezarlığı semtinde hayvanlarını yaydıktan sonra vakit de öğlen olduğundan, yemeğe oturur. Yemeğini yedikten sonra eline aldığı bir küçük ağaç parçasıyla vakit geçsin diye toprağı eşmeğe başlar. Toprağı eşerken ufak bir delik açılır. Bunu merak eden çoban, deliği genişletmeye başlar. Bir müddet sonra genişleyen delik, kuyu halini alır. Kuyudan aşağıya doğru bir merdivenin indiğini gören çoban, korku ve heyecan içinde merdivenden aşağıya iner. Aşağıya inen çoban kendisini bir salonun içinde bulur. Salona açılan birçok odalar ve odaların kapılarının üzerinde anahtarlar görür. Anahtarları alıp odaların kapılarını açan çoban, çeşitli süs eşyalarıyla altınla dolu bir hazine görür. Hemen dışarıya çıkarak deliğin ağzını kapatır, yeri belli olsun diye bir işaret bırakır.

    Akşam eve gelen çoban, annesine Bayındır Han’ın kızını istemesini söyler. Hayrete düşen anne oğluna, böyle bir şeye nasıl cesaret ettiğini söylerse de çoban isteğinde diretir. Sonunda ısrarlar karşısında mecbur kalan anne, Bayındır Han’a giderek kızını oğluna ister. Bu isteğe gülen Bayındır Han işi şakaya dökerek; “benim sarayım gibi bir saray yapar, bir altın mutfak takımı, bir altın kahve takımı, bir altın beşik ve çeşitli altından süs eşyalarını getirir, bütün ülkenin davet edildiği, kırk davul ve kırk zurnanın çalındığı, kırk gün kırk gece süren bir düğün yapılırsa kızımı oğluna veririm” der. Kadın Bayındır Han’ın bu şartlarını oğluna iletir. Oğlu da şartsız olarak Bayındır Han’ın isteklerini kabul eder.

    Kadın oğlunun, ileri sürülen şartları kabul ettiğini Bayındır Han’a bildirir. Daha evvel şaka yoluyla da olsa söz veren Bayındır Han’da istemeyerek kabul eder. Çoban Bayındır Han’ın bütün isteklerini yerine getirir, düğün yapılır. Bayındır Han bu çobanın büyük bir hazine bulduğuna inandığından, kızından hazinenin yerini öğrenmesini ister. Evlendikten sonra kadın kocasına bu kadar altını nereden bulduğunu sorduğunda kocası; büyük bir hazine bulduğunu söyler. Kadın hazineyi merak ettiğini, mutlaka görmek isteğini söyleyince; kocası kadının gözlerini bağlayarak hazinenin olduğu yere götürür. Gözleri açılan kadın hayretler içinde hazineyi seyretmeye başlar. Bu arada dışarıdan bazı seslerin geldiğini duyan kadın, kocasına bu seslerin nereden geldiğini sorar. Kocası da; “Bu sesler su içmeye giden babanın atlarının sesidir.” der. Çoban, karısının gözlerini tekrar bağlayarak eve getirir. Kadın da olup bitenleri babasına anlatır.

    Sonunda Bayındır Han damadını saraya davet ederek hazinenin bulunduğu yeri söylemesini ister. Damat gelmeden önce cellat başını çağırarak; damadı korkutmasını, başını taşa bırakarak keser gibi yapmasını bildirir. Bayındır Han’ın bütün ısrarlarına rağmen damat hazinenin yerini söylemez. Sonunda sinirlenen Han, daha önce cellat başıyla anlaştığı gibi damadın kafasını kesmesini ister. Emri yanlış anlayan cellat başı, gerçekten damadın kafasını keser. Olaya çok üzülen Bayındır Han, cellat başının kafasını kestirir.

    Gerek atların su içmeye gittiği yön ve gerekse kızının anlattıklarından hazinenin Mal Han isimli hanın yakınlarında olduğu tahmin edilir. Bütün aramalara rağmen hazinenin yeri bulunamaz. Halen Ahlat’ta bu hazinenin varlığına inanılmaktadır.

    Ferhat ile Şirin

    Genç Ferhat, Amasya Sultanı Mehmene Banu’nun kız kardeşi Şirin’e tutulmuştur ilk gördüğünde. Yiğittir, delikanlıdır, söz dinlemezdir. Mesleği de nakkaşlıktır. Yani dönemim saray ve dini yapılarının duvar süslemelerini yapar. Onun süslediği saraylar için Şirin’e olan aşkından dolayı güzel oldukları söylenir.

    Ferhat, zamanı geldiğinde Şirin’i istemeye gönderir ailesini. Mehmene Banu, Şirin’den önce görmüştür Ferhat’ı ve aşık olmuştur. Kız kardeşini de çok sever, onun üzülmesini de istemez ama aşkı kardeş sevgisinden güçlüdür. Kız kardeşini vermek istemediği için, Ferhat’ın yapamayacağını düşündüğü bir şey ister. Der ki; “Şehir’e suyu getir, kızı vereyim”. Delikanlı hiç iki bir etmez, alır eline kazmasını, düşer yollara. Fakat suyu şehre yönlendirebileceği en uygun yer bugün Şahinkayası olarak bilinen yerdir ve çok da uzaktadır.

    Ferhat yine de gider ve vurur kazmayı. Kayalar kırılır, ufalanır. Taş taş üstünde bırakmaz Ferhat. Koca dağı yararak ilerler. Zamanla yol verir dağ, suya. Bu durumu öğrenen Mehmene Banu, bir cadı buldurur ve ondan Ferhat’ı durdurmasını ister. Cadı düşünür taşınır ve bir yolunu bulur. Gider genç delikanlının yanına. Kazmasını kayalara vurmakta olan Ferhat’a seslenir; “Ne vurursun kayalara böyle hırsla.. Şirin’in öldü, bak sana helvasını getirdim”

    O anda aşk ateşiyle yanıp kavrulan Ferhat, beyninden vurulmuşa döner, “Şirin yoksa bu dünyada yaşamak bana haramdır” der ve kazmasını fırlatır göğe doğru. Kazma da döner gelir, düşer Ferhat’ın başına. Son nefesini veren gencin bedeni, şehre getirmeye çalıştığı sularla birlikte dökülür kayalıklardan.

    Bunu duyan Şirin de gelir kayalıklara. Bakar ki sevdiğinin bedeni suyun içinde cansız yatıyor. O da atar kendini kayalıklardan. Uzanır, yatar Ferhat’ın yanına.

    Su şehre gelmiştir ama iki seven yoktur artık. Ahali iki sevdalının bedenlerini yanyana mezarlara gömer. Rivayet odur ki, her mevsim 2 mezarda da 1’er gül açar bütün ihtişamıyla. Ama 2 mezar arasında da bir kara çalı çıkarmış sevenleri ayırmak için…

    Pamukkale Travertenleri

    Denizli’nin Çökelez Dağı’nda yamaçlarda yaşayan çok fakir bir oduncu ailesi varmış. Bu oduncu ailesinin bir tane de çok ama çok çirkin bir kızları varmış. Bu kız o kadar çirkinmiş ki anneler oğullarını uyarırlarmış aman böyle bir kızı gelin getirme diye. Hatta anneler bu kızı yolda görseler bizi görmesin diye yollarını değiştirirlermiş. Bu kız için para hiç dert değilmiş ve dalga geçenlere hiç aldırış etmiyormuş ama çirkinliğini yüzüne vurmaları artık canına tak etmesine neden olmuş. Bir gün bu çirkin kız dağın tepesine çıkmış ve kendisini aşağıya doğru bırakmış.

    Fakat bu kız biraz şanslıymış ve içi su ve tortuyla dolu bir su birikintisine düşmüş. Buraya düşünce bilincini kaybetmiş ve suların içinde baygın bir şekilde bir süre kalmış. Fakat bu su kızın cildine o kadar iyi gelmiş ki adeta harika bir kız yapmış. Burada baygın şekilde yatarken, Denizli Beyi’nin yakışıklı oğlu buradan geçiyormuş ve kızı farketmiş. Kızı hemen sırtladığı gibi atının üstüne almış ve köyüne götürmüş. Köyde kıza çok iyi bakılmış ve kız iyileşmiş. Daha sonra Denizli Beyi’nin oğlu ile zamanında çirkin olan bu kız evlenmişler. O günden sonra kızın burada güzelleştiğini duyan kadınlar buradaki termal sulara girmeye başlamışlar.

    Anavarza Efsanesi

    Vaktiyle Anavarza, yiğit insanların ve güzel kızların yaşadığı büyük bir şehirmiş. Dıştan gelecek tehlikeye karşı koyabilecek durumdaymış. O zamanlarda şehirde yaşayan taş ustaları, taştan oymalarla evleri ve meydanları süsler, insana şaşkınlık verecek, hayranlık duyulası eserler yaratırlarmış. Gündüzleri, halk kentten çıkar, tarlada-bayırda işini görür, akşam olduğunda ise kente geri dönermiş. Halk, bu güzel kentte huzur içinde yaşarmış. Akşamları her ev, kahkahayla dolarmış, ağıtlar şarkı diye söylenirmiş. Halk mutluymuş, günler böyle gelir geçermiş. Anavarza Kralı’nın akıllı mı akıllı, güzel mi güzel bir kızı varmış. Birgün Sis Kralı’nın elçisi, Anavarza Kralı’na gelmiş ve “Ulu Sis Kralı adına, yüce Anavarza Kral’ına saygılarımı sunarım.” demiş. Söyle bakalım, ne diler kralın bizden?” deyince elçi: “Kralım kızınızı oğlun ister.” demiş Sis kralının elçisi ve kentin huzuru kaçmış. Kral “Ya istediğini kabul etmezsem?” demiş. Elçi “Kızınızı kralımın oğluna vermezseniz, krallığınıza savaş açılacağını bildirmekle de görevli bulunuyorum.” demiş.
    Sis Kralı’nın elçisi gidince, bu defa da Misis Kralı’nın elçisi kapıya dayanmış. O da kızını Misis Kralı’nın oğluna istemeye gelmiş. O da aynı istek ve tehditlerde bulunmuş. Anavarza Kralı, çok halim selim, iyi yürekli bir insanmış. Ne yapacağına karar verememiş ve kara düşüncelere dalmış. Kızını bu krallardan hangisinin oğluna verse, diğeri yine kendi halkına savaş açacak, belki de ülkesi elden gidecekmiş. Hiçbirine vermezse, bu defa da iki ülke halkı ile savaşmak zorunda kalınacakmış. Kara kara düşünüp durmuş.
    Kız, babasının haline çok üzülmüş. Kara düşüncelere dalan babasına, “Bana derdini niçin açmazsın?” diye kahırlanmış. Kral, “Kızım, güvercin topuklu yavrum, Sis Kralı elçi göndermiş, oğluna seni ister. Misis Kralı da elçi göndermiş. O da oğluna seni ister. Vermezsem savaş açılacak, hangisine tamam desem, yine de olacağı bu. Ne yapmalı, bilemedim!” demiş.
    Kızı gülmüş ve “Ondan kolay ne var, babacığım!”, demiş. “Şeytan bile çözemez bu düğümü kızım?” demiş kral.
    Kızı da “Kral babam, bundan kolay bir şey yok! Dersin ki onlara ‘Ben kızımı veririm, veririm ama, bir şartım var. Anavarza’nın suyu az. Buraya bol suyu önce kim getirirse, onun oğluna kızımı veririm.’ Onlara öyle söyleyin siz. Gerisine karışmayın.” “Bak işte bunu hiç düşünmemiştim. O zaman savaşsız çözeriz bu işi.” demiş kral. “Elbette babacığım. Halkımız rahat, huzur içinde yaşıyor. Onların benim yüzümden acılara katlanmalarını, ölmelerini istemem hiç.” demiş kız.

    Her iki kralın elçileri, Anavarza Kralı’nın kararını öğrenmek üzere Anavarza’ya gelmişler. Kral onlara “Anavarza’ya bol suyu ilk getirenin oğluna kızımı vereceğim. Kararımı krallarınıza böyle iletiniz.” Demiş. Elçiler, bu kararı hemen kendi krallarına iletmişler. Bunun üzerine, Sis Kralı yukarıdan, Misis Kralı da aşağıdan başlamış su yolunu yapmaya. Sis Kralı su yolunu yontma taşlardan, çok güzel, sağlam biçimde yaptırmaya uğraşırmış. Bu yüzden işi gecikirmiş. Misis Kralı da kerpiçten yaparmış su yolunu. Bu yüzden Misislilerin su yolu çabuk ilerlemiş. Misislilerin su yolunun kente yaklaşmakta olduğunu gören kızı almış bir üzüntü. Meğer içten içe yiğitliğini duyduğu Sis Kralı’nın oğlunu severmiş. Ona adamlar göndermiş: “İyiye kötüye bakma. Elini çabuk tut, su yolunu bir an önce bitir!” demiş. Ama taş yol bu peynir değil ki, doğrana; çamur değil ki, sıvana. Sonunda Misislilerin yolu bitmiş. Su gelmiş kentin kapısına dayanmış. Dayanmış dayanmasına, ama kız buna dayanamamış. Sevmediği biriyle evlendirilmektense, canına kıymaya karar vermiş ve kendisini kayalıklardan aşağıya atmış.
    Derler ki, Anavarza o günden sonra bir daha şenlik nedir bilmemiş.
    Neşe dolu kahkahalar, kentin evlerinden bir daha hiç yükselmemiş…

    Ali Göl Efsanesi

    Eski devirlerde Elbistan’a hakim olan iyi idaresi ile ün salmış bir bey vardı. Bey, kendinden sonra beyliğin devamı ve bekâsı için kız ve erkek çocuklarının yetişmesine son derece önem verir, onları idârî, siyâsî ve askerî alanda yetiştirmeğe çalışırdı.

    Bu nedenle üç kızı ehliyetli kişilerden ders alır, savaşın bütün inceliklerini öğrenerek iyi ata biner ve güzel kılıç kullanırlardı. Babaları, bazı savaşlara tecrübeleri artsın diye beraberinde götürürdü .İşte böyle bir savaş anında, askerler içerisinde yiğitliği ve kahramanlığı ile ün salan bir asker, tehlikeli durumda beyin’in küçük kızını kurtarmış ve savaş dönüşünde ilişkileri devam ederek aşık olmuştu. Gel gör ki “Bey kızı, bey oğluna layıktır.” Fakat aşk, ferman dinlemez. Çeşitli aracılarla beyin gönlü hoş edilir. Kız, evet demesine der, ama bir de evleneceği kişinin bütün oba halkına yiğitliğini, cesaretini duyurmasını ister ve şu şartı ileri sürer. Der ki: “Nurhak dağında gölün yakınında bir mağara vardır, benimle evlenecek kişi o mağarada kırk gün beklemeli.”

    Bunu duyan yiğit delikanlı, atıyla beraber mağaraya varır. Hâlen mevcut olan mağarada ancak otuz iki gün kalabilir. Kırk gün geçtikten sonra dönmeyince aramaya çıkarlar ve mağarada atıyla birlikte ölüsünü bulurlar. Neden öldüğü uzun süre araştırılır. Nihayet mağara kapısında bulunan taşta şu yazıya rastlanır “BEN VE ATIM NE AÇLIKTAN NE KORKUDAN ÖLDÜK, BİZ İNİLTİDEN ÖLDÜK.” Sözü geçen mağara, hâlen mevcut olup, sonuna kadar gidilememekte ve kulakları tırmalayıcı bir uğultu, sonuna gitmeye engel olmaktadır. Halk, bu mağaraya inleyen mağara demiş ve çevre köyler tarafından kutsal sayılmıştır.

    İnanışa göre mağaranın önündeki oyuk taş Ali’nin atının yemliğidir. O günden sonrada mağaranın yakınındaki göle ALİ GÖL’ü denir.

     



    Diğer Cevaplara Gözat
    Cevap Yaz Arama Yap

    Tugcedogus

    • 2020-10-31 18:56:29

    Cevap :
    Bulmacada 'Milli kültürümüze ait bir efsane araştır' sorusunun cevabı olan 'efsane' kelimesinin sözlükte eş anlamı nedir:
    1. Eğer bulmaca cevabınızdaki boşluk 8 harfli ise cevaba Söylence yazabilirsiniz.
    Cevap Yaz Arama Yap

    Tugcedogus

    • 2020-10-31 18:56:29

    Cevap :
    Sözlükte efsane Nedir:

    Efsane Nedir (Özet)

    Türkçe: «Söylence»; Arapça: «Ustüre» (cem’i: esatir); Farsça: «Fesâne, efsâne»; Yunanca : «Mitos, mit» kelimeleri ad olarak verilmiştir. Tabiat üstü özellikler gösteren kişilerin hayatlarının ve olayların anlatıldığı hikayeler.

    Efsane halkın hayal gücüyle yarattığı "ideal insan tipi"ni verir ve nesilden nesile anlatılır. Efsane ile masallar arasında uygunluk vardır. İki türde de olağanüstü olaylar işlenir. Yalnız efsane daha inandırıcıdır. Bu yönüyle hikaye ve destana yaklaşır.

    Efsane Nedir? (Detay)

    Efsane ya da söylence, yıllarca gerçekten olmuş gibi kuşaktan kuşağa aktarılan öykülerdir. Efsanelerde anlatılan olaylar bazen gerçeküstü olabilir; ama çoğunlukla gerçek olaylara ve gerçekten yaşamış kişilere dayanır. Bu öykülerin çoğu kahramanca işler yapmış kişilerle ilgilidir. Eski Yunanlı şair Homeros, İlyada ve Odysseia adlı destanlarında krallara ve kahramanlara ilişkin söylencelerden yararlanmıştır. Kral Arthur ve şövalyeleriyle ilgili birçok öykünün kaynağı söylencelerdir.

    Efsaneler Çeşitleri

    1. Yaradılış efsanesi (dünyanın yaradılışı, tabiat varlıklarının meydana gelişi, kıyamet günleri.)
    2. Tarihi efsaneler.
    3. Olağanüstü kişiler, varlıklar ve güçleri konu alan efsaneler.
    4. Dini efsaneler.

    Türk efsanelerinde kahramanlık, fedakarlık, cesaret, ahlaki davranışlar, sosyal düzene bağlılık, ahlah’ın kudretine iman, doğruluk, cömertlik, samimiyet gibi konular yer alır. Genç osman, boş beşik, çakıcı efe, çoban çeşmesi, gelin kaya, cennet dağı, kan kuyusu, yusufçuk kuşu gibi efsaneler halk arasında söylene gelmektedir.

    Söylence (Efsane/Menkıbe) Nedir ?

    Söylence ya da efsane, yıllarca gerçekten olmuş gibi kuşaktan kuşağa aktarılan öyküler. Söylencelerde anlatılan olaylar bazen gerçeküstü olabilir; ama çoğunlukla gerçek olaylara ve gerçekten yaşamış kişilere dayanır. Bu öykülerin çoğu kahramanca işler yapmış kişilerle ilgilidir. Eski Yunanlı şair Homeros, İlyada ve Odysseia adlı destanlarında krallara ve kahramanlara ilişkin söylencelerden yararlanmıştır. Kral Arthur ve şövalyeleriyle ilgili birçok öykünün kaynağı söylencelerdir. Gerçek bir kişinin yaşamına dayanan Köroğlu adlı halk öyküsü de çeşitli söylencelere karışmıştır. Söylenceler bir bölge ya da halkın kültüründe önemli yer tutar bunun yanı sıra mitolojiyle de yakından ilişkilidir.

    İlk devir insanları -bugün okumamış zümrelerde görüleceği üzere- tabiat hâdiselerinin sebeplerini bilemiyorlardı. İnsanın nereden gelip nereye gittiği, hayatla ölümün mâhiyeti, yıldızların hareketi, denizin yükselmesi, yağmurun yağması; hayvan, bitki, toprak, orman, dağ, ateş, mâden vb. gibi hâdise ve maddelerin teşekkül ve icadı onları hayret, korku, heyecan veya memnunluk içinde birtakım hayaller kurmaya yöneltti. Bu hayaller, insanın kendi ruhunu, hayatını eşyaya, tabiata aksettirmesinden ibaret olan düşünce tarzını doğurdu.

    İşte canlı-cansız varlıklarla tabiat hâdiseleri karşısında kurulan hayal, tasavvur ve düşünceler henüz müsbet (pozitif) zihniyete ulaşamamış toplulukların doğru, yalan şeklinde kabul ettikleri iptidâi bilgileri teşkil etmiştir. Kuvvetli bir anane bağı içinde yaşayan ilk devir, mitos devri, hatta ortaçağ insanları inandıkları bu bilgilerle kâinatta Tanrı, iyi ve fena ruh, kıyamet, melek, şeytan, cin, peri, gök, dağ, su ya da (yağmur) taşı, büyücü vb. gibi üstün saydıkları maddi manevî kudretlere umumiyetle teşhis ve intak yolu ile (canlandırarak veya konuşturarak) birtakım masallar uydurmuşlardır. Bugün masal sayılan mahsullerden ayrı olarak düşün düğümüz cemiyetin ortak malı bu eserler, sonraları yeni din, kültür ve ekonomi şartlarının ve alışverişinin hazırladığı muhit içinde az-çok târihî gerçeklerle beslenerek yazılı kaynaklara geçen efsâne ve menkabelere örnek (model) olmuşlardır Türklerin hayatında şaman, alperen, peygamber, halife, padişah, şeyh, şeyhülislam, asker vb. gibi otoriteler etrafında veya şehirler, saraylar, camiler, mezarlar, türbeler, adaklar… üzerine doğmuş masallar ve menkabeler bu mahsuller arasında yer alırlar.

    Eski cemiyetlerde ve bugün bâzı kapalı, muhafazakâr zümrelerde, mukaddes sayılan dağ, orman, mağara vb. gibi yerlerde belli zamanlarda, çocuk, kadın ve yabancılar dışında anlatılan efsâneler;
    1 – Teogoni (Tanrıların nereden geldikleri) ,
    2 - Kozmogoni (kâinatın nasıl meydana geldiği),
    3 - Antropogoni (insanın teşekkülü),
    4 - Eskatoloji (insanla dünyanın geleceği) gibi dört ana kolda toplanmaktadır.

    Bugün, ilk devirlerden zamanımıza kadar teşekkül etmiş efsâneleri araştıran disiplin veya ilme «esâtîr-mitoloji» adı verilmektedir.

    Türk Efsaneleri

    Karacaoğlan Efsanesi
    Ay Atam Efsanesi
    Tufan Efsanesi
    Yaratılış Efsaneleri
    Leyla ile Mecnun Efsanesi
    Ferhat ile Şirin Efsanesi
    Kerem ile Aslı Efsanesi
    Kız Kulesi Efsanesi
    Balıkesir Efsanesi
    Sarıkız Efsanesi

    Efsanesi Örnek ve Özetleri

    Balıkesir Efsanesi

    Tarihçilere göre Balıkesir adı, Bizans imparatoru Hadrianus'un av partilerinde kullanmak için yaptırdığı Paleo Kastro (Eski Hisar) sözcüğünden kaynaklanmaktadır. Tarihî bir gerçekliği de bulunan bu ad, daha sonra halk etimolojisi sayesinde değişik rivayet ve yorumlara da konu teşkil etmiştir. Biz bu rivayetlerden birkaçını kısaca anlatmak istiyoruz.

    Balıkesir adı daha çok bal, balık, kesir ve hisar kelimeleri üzerinde yapılan oynamalarla izah edilmektedir. Bir rivayete göre Balıkesir'in adı eskiden Balık Hisar şeklindeymiş. Buradaki balık sözü Eski Türkçe'de şehir, kale veya saray anlamı taşımaktaymış. Kale Şehri anlamını veren bu rivayete göre bu ad, XI. yüzyıldan sonra kullanılmaz olmuştur. Gerçekten de Orta Asya'da Beşbalık gibi bazı Uygur devrine ait yer isimlerinde balık kelimesinin şehir anlamında kullanıldığı dikkati çekmektedir.

    Diğer bir rivayete göre ise Balıkesir adı, balı kesir, yani balı çok, bol anlamındaki söz grubundan gelmektedir. Buna göre Balıkesir'in balının bol ve lezzetli oluşu bu adı almasına sebep olmuştur.

    Başka bir rivayet ise Balıkesir'in ilk kurulduğu yıllarda buraya gelen bir yabancının iyi muamele görmemesi üzerine balı keser, yani hatır, gönül tanımaz adını verdiği şeklindedir. Buna göre bal, Arapça'da hatır, gönül anlamını taşımaktadır.

    Bunların dışında bölgede bir süre hakim olan İran hükümdarı Balı Kisra veya civardaki Yılanlı Dağ'ın eski adı olan Balcea ya da Pelecas'ın Balıkesir adının ilk şekli olduğu ileri sürülmektedir. Fakat bunlar uzak ihtimaller olarak değerlendirilmektedir.

    Bütün bu rivayetler içinde en mantıklı olan, buraya yerleşen Türk oymaklarının Orta Asya hatıralarını canlı tutmak için koymuş olabilecekleri Balık Hisar adıdır.

    İlimizin Balıkesir dışında tarihte daha çok anılan bir adı daha vardır. Bu ad yörede bir süre hakim olan Karesioğulları Beyliği'nin kurucusu Karasi Bey'den kaynaklanan Karesi adıdır. İlimiz gerek beylik, gerekse Osmanlı sancaklığı döneminde daha çok bu adla anılmıştır. Bir rivayete göre de Karesi beyinin oturduğu kaleye Beylik Hisar adı verildiği için bu ad değişerek bugünkü Balıkesir şeklini almış olduğu söylenir.

    Sarıkız Efsanesi (En meşhur Türk Efsanesi)

    Marmara ve Ege bölgelerini birbirinden ayıran ve genç dağlar grubuna giren Kazdağları'nın en yüksek tepesine Sarıkız Tepesi adı verilmektedir. Bu tepenin adı hakkında pek çok efsane anlatılmaktadır.

    Çok eski zamanlarda Güre köyünde çok güzel bir kız varmış. Bu kızı köyün bütün gençleri sever ve evlenmek isterlermiş. Adı Sarıkız olan bu güzel kızın babası ise bin bir zahmetle büyüttüğü kızını, talip olan gençlerin hiç birine vermezmiş. Bunun üzerine gençler Sarıkız'a iftira etmişler. Köylüler de Sarıkız'ın babasına giderek:

    "Kızın kötü yola saptı. Ya kızını öldürürsün ya da buralardan çekip gidersin" demişler.

    Düşünüp taşınan baba, kızını öldürmeye kıyamaz; ancak köylülerin yüzüne bakabilmek için Sarıkız'ı gözden uzak tutmak gerektiğini düşünür.

    Kızını yanına alan baba, Kazdağı'nın zirvesine çıkar ve güttükleri kazlarla birlikte kızını bırakıp geri döner. "Kurt kuş yerse de gözüm görmesin, yaşarsa da herkesten gizli yaşasın" demiş.

    Kazdağı'nda kalan Sarıkız ölmemiş ve kazlarını gütmeye devam etmiş. Hatta yolunu, izini kaybedenlere yardımcı olmuş. Bu durum kısa zamanda babasının kulağına gitmiş.

    Kızının ölmediğini öğrenen baba, Kazdağı'na kızının yanına çıkmış. Dağda kaz çobanlığı yapan Sarıkız, babasını görünce sevinmiş, ona yemek ikram etmiş. Yemek sırasında babası kızından su istemiş. Sarıkız elini uzatarak kilometrelerce aşağıdaki Güre çayından su alarak babasına vermiş. Babası kızının ermiş olduğunu görünce pek sevinmiş.

    Sarıkız'ın öldüğü ve bugün kabrinin bulunduğu yere Sarıkız Tepesi, babasının öldüğü yere ise Babatepe veya Kartaltepe adı verilmektedir.

    Kültürümüzün en renkli kaynaklarından olan efsanelerimiz unutulmamak için çoğu zaman bir maddi ize veya mekana bağlanır. Sarıkız efsaneleri de böyledir. Kaz dağlarının zirvesindeki Sarıkız Tepesi ve bu tepenin üzerindeki kabir, Sarıkız efsanelerinin günümüze kadar ulaşan izleridir. Şimdi anlatacağımız efsane ise farklı bir Sarıkız efsanesi olarak dikkati çekmektedir. Ancak bağlı bulunduğu iz yine aynıdır.

    Delikanlının biri güzeller güzeli bir kıza aşık olmuş. Kız, evlenme şartı olarak, delikanlıdan gücünü ispatlamasını istemiş. Bu şarta göre delikanlı sırtına yüklenen tuz çuvallarını taşımak zorundadır. Delikanlının sırtına tuz çuvalları yüklenmiş. Yamaçtan tırmanırken çuvallar dengesini kaybetmiş ve delikanlı yuvarlanarak göle düşmüş. Tuzlar ıslandıkça çuvallar ağırlaşmış ve delikanlıyı suyun derinliklerine çekmiş. Köy halkıbu acıya sebebiyet verdiği için kıza öfkelenmişler. Ona yumurtalar atmışlar. Sarı Kız adı da buradan kalmış.

    Öfkeleri yatışmayan köylüler babasına giderek kızını şikayet etmişler ve onu yok etmesini istemişler. Babası yumurtalara bulanmış kızını alıp tepeye çıkmış. Kızını öldürmeden önce abdest alıp namaz kılmak isteyen baba kızından su bulmasını istemiş. Kız delikanlının boğulduğu gölün suyundan getirmiş. Su tuzlu olduğu için babası yeniden tatlı su bulup getirmesini istemiş. Bunun üzerine kız ayağını yere vurmuş, o anda yerden bir kaynak suyu fışkırmaya başlamış. Durumu gören babası kızının ermiş olduğunu anlamış ve onu öldürmekten vazgeçmiş. Kimsenin zararı dokunmasın diye de suyun etrafını taş duvarla çevirmiş.

    Kaz dağlarının zirvesindeki bu kaynak, bugün hala yörede şifalı olarak bilinmektedir. Ayrıca hem Sarıkız'ın, hem de babasının öldükleri yerler kutsal sayılmaktadır. Babasının öldüğü ve bugün kabrinin bulunduğu kabul edilen yere Kartaltepe veya Babatepe; Sarıkız'ın kabrinin olduğu tepeye ise Sarıkız Tepesi adı verilmektedir. Bu tepelerin ermiş bir kız ile babasına izafe edilmesi ise elbetteki eski Türk inanışlarındaki dağ kültünün bir yansımasıdır.

    Kazdağı'nın zirvesinde bulunan Sarıkız'ın kabri bugün de yöre halkı tarafından ziyaret edilmektedir. Her yıl 14-16 Temmuz tarihleri arasında Akçay'da yapılan Zeytin Festivali'nde Sarıkız da temsil edilmektedir. Ayrıca Sarıkız'ın kabri başında herkesin dileğini yazabildiği büyük bir dilek defteri bulunmaktadır.

    Karacaoğlan Efsanesi

    Yukarı Karacasu Köyünün sınırları içinde, Karacaoğlan tepesinde, moloz taslarla üçgen seklinde yapılmış bir mezar vardır. Halkın “Karacaoğlan ziyareti” diye adlandırdığı ve adaklar adandığı bu ziyaretin efsanesi şöyledir.

    Rivayete göre Karacaoğlan bir ağanın kuzu çobanıdır. Vaktin birinde ağa hacca gider. Yolda giderken cani helva çeker ve “su bizim hanimin helvası olsa da yesem” der. Ağa bunları hac yolunda düşüne dursun, Diger tarafta Karacaoğlan ağanın evine gelip ağanın karısına “ağam helva istedi, yapta götüreyim” der. Ağanın karisi içinden “ağa hacda, çobanın cani helva çekti, bana da söylemeye kıyışamadı. Böyle bir yalan söyledi” diye geçirir. Helvayı yapar bir tasın içine koyup çobana verir.

    Ağa yolda giderken bir bakar ki kendisine bir tasın içinde helva uzatılıyor. Ağa tası alır, bakar ki bu tas evindeki tastır. Ağa olup bitenlere bir anlam veremez ama helvayı da yer. Helvayı yedikten sonra tası çantasına koyup yoluna devam eder. Ağa hacca gider, görevini yapar ve köyüne geri döner. Evine geldiğinde hanımına yolda kendisine gelen tası sorar. Hanımda Karacaoğlan ile arasında geçen konuşmayı anlatır ve “Tası ona vermiştim, daha getirmedi” der. Bunun üzerine ağa kendisini ziyarete gelenlere dönerek “keramet Karacaoğlan ‘dadır. Gidin onun elini öpün “ diye söyler. Böylece Karacaoğlan yörede “keramet sahibi “ olarak tanınır.

    Karacaoğlan bir gün yine kuzuları otlatmak üzere dağlara doğru gider. Ancak ecel, Karacaoğlan bir tepenin üstünde yakalar. Karacaoğlan öldüğü tepede defnedilir. Karacaoğlan tepesi ve ziyareti bundan sonra halk arasında kutsal kabul edilir Olur yöresinde Karacaoğlan ile birlikte “Sari Baba” ve “Horasan Baba“ ziyaretleri de halk arasında adakların adandığı yerlerdir. Hatta bu üç şahsın birbirleriyle kardeş oldukları söylenir. Bunların bulunduğu bölgeye “Üç ziyaretler“ denir ve kutsallığına inanılır.

    Ferhat ile Şirin Efsanesi

    Ferhat, nakkaşlık yapan, Şirin’e sevdalı yiğit bir delikanlıdır. Saraylar süsler, fırçasından dökülen zarafetin Şirin’e olan duygularının ifadesi olduğu söylenir.

    Amasya Sultanı Mehmene Banu’ya, kız kardeşi Şirin için, dünürcü gönderir Ferhat. Sultan; Şirin’i vermek istemediği için olmayacak bir iş ister delikanlıdan. “ Şehir'e suyu getir, Şirin'i vereyim” der, demesine de su, Şahinkayası denen uzak mı uzak bir yerdedir.

    Ferhat'ın gönlündeki Şirin aşkı bu zorluğu dinler mi? Alır külüngü eline, vurur kayaların böğrüne böğrüne. Kayalar yarılır, yol verir suya. Zaman geçtikçe açılan kayalardan gelen suyun sesi işitilir sanki şehirde.

    Mehmene Banu, bakar ki kız kardeşi elden gidecek, sinsice planlar kurarak bir cadı buldurur, yollar Ferhat’a. Su kanallarını takip edip, külüngün sesini dinleyerek Ferhat’a ulaşır. Ferhat’ın dağları delen külüngünün sesi cadıyı korkutur korkutmasına da, acı acı güler sonra da. “Ne vurursan kayalara böyle hırsla, Şirin'in öldü. Bak sana helvasını getirdim” der. Ferhat bu sözlerle beyninden vurulmuşa döner. “Şirin yoksa dünyada yaşamak bana haramdır” der. Elindeki külüngü fırlatır havaya, külüng gelir başının üzerine bütün ağırlığıyla oturur. Ferhat'ın başı döner, dünyası yıkılmıştır zaten “ŞİRİN !” seslenişleri yankılanır kayalarda.

    Ferhat'ın öldüğünü duyan Şirin, koşar kayalıklara bakar ki Ferhat cansız yatıyor. Atar kendini kayalıklardan aşağıya. Cansız vücudu uzanır Ferhat'ın yanına.

    Su gelmiştir, akar bütün coşkusuyla, ama iki seven genç yoktur artık bu dünyada. İkisini de gömerler yan yana. Her mevsim iki mezarda da birer gül bitermiş, sevenlerin anısına, ama iki mezar arasında bir de kara çalı çıkarmış. iki sevgiliyi, iki gülü ayırmak için.

    Kız Kulesi Efsanesi

    Kızkulesi Adası, Kubadabad Saltanat Kentinin haremliğiymiş. Ada da çevresi sularla çevrili bir kale ile, birbirinden güzel köşklerin ortasında yüksek bir kule varmış.

    İşte bu kölede cariyeleri ile birlikte Selçuklu Sultanının güzeller güzeli biricik kızı yaşarmış .

    Sultan, düşünde (başka bir rivayete göre falında) sevgili kızının yılan sokması sonucu öleceğini görmüş. Yaptırdığı ve Kaleye ve içinde kuleye kızını bunun için kapatmış. Öyle ki, kuleye yılan girmesinde diye beton borularla Anasmaslar’dan Adaya su ve süt akıtılmış. (Anılan iki sıra beton boruların kalıntıları günümüze kadar gelmiştir.)

    Böylece yıllar yılları kovalamış ve günlerden bir gün güzel Sultan ateşlere düşüp hastalanmış. Ülkenin en ünlü hekimleri zor bulmuşlar devasını. Sevgili Sultan yeniden sağlığına, mutluluğuna kavuşmuş. İyileşmesini kutlamak için armağanlar yağmaya başlamış kuleye. Yaşlı bir köylü kadında bir sepet üzüm getirmiş. Meğer üzümlerin içinde bir küçük yılan varmış.

    Yılan o gece uykuya dalan güzel Sultanı sokup öldürmüş.
    Cevap Yaz Arama Yap

    Cevap Yaz




    Başarılı

    İşleminiz başarıyla kaydedilmiştir.