Nedir.Org
Soru Tara Cevapla Giriş


Cevap Ara?

14.756.348 den fazla soru içinde arama yap.

Sorunu Tarat
Kitaptan resmini çek hemen cevaplansın.

Olay hikayesi örnekleri

olay hikayesi örnekleri

Bu soruya 4 cevap yazıldı. Cevap İçin Alta Doğru İlerleyin.
    Şikayet Et Bu soruya 0 yorum yazıldı.

    İşte Cevaplar


    Zeus

    • 2020-10-26 04:27:16

    Cevap :

    Olay Hikayesi Örnekleri

    Olay hikayesini edebiyatımızda en çok Ömer Seyfettin ve Refik Halit Karay kullanırdı bu nedenle ikisinden örnekler verelim. 

    Örnek 1: Kaşağı (Ömer Seyfettin)

    AHIRIN avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hüzünlü şırıltısını işitirdik. Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi. Annem, İstanbul’a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan’la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu, babamın seyisi, yaşlı bir adamdı. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En sevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh’la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, ne doyulmaz bir zevkti.

    Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşumuza gidiyordu. Hele tımar. Bu en zevkli şeydi. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı… tık… tıkı… tık… tıpkı bir saat gibi… yerimde duramaz,

    – Ben de yapacağım! diye tuttururdum.

    O vakit Dadaruh, beni Tosun’un sırtına koyar, elime kaşağıyı verir,

    – Hadi yap! derdi.

    Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdım.

    – Kuyruğunu sallıyor mu?

    – Sallıyor.

    – Hani bakayım?..

    Eğilirdim, uzanırdım. Ama atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.

    Her sabah ahıra gelir gelmez,

    – Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derdim.

    – Yapamazsın.

    – Niçin?

    – Daha küçüksün de ondan…

    – Yapacağım.

    – Büyü de öyle.

    – Ne zaman?

    – Boyun at kadar olduğunda….

    At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boyum atın karnına bile varmıyordu. Oysa en keyifli, en eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, “Höyt..” diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı. Ben bir gün yalnız başıma kaldım. Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh’un penceresiz küçük bir odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan baktım. Yok, yok! Yatağın altında, yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım. Az daha sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta önce İstanbul’dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu. Hemen kaptım. Tosun’un yanına koştum. Karnına sürtmek istedim. Rahat durmuyordu.

    – Sanırım acıtıyor? dedim.

    Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım. Dişleri bozulunca yeniden denedim. Gene atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabildiğim en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul’dan gelen, üstelik Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.

    Babam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün gene ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin’le kalmıştı. Babam çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü; Dadaruh’a haykırdı:

    – Gel buraya!

    Soluğum kesilecekti, bilmem neden, çok korkmuştum. Dadaruh şaşırdı, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babam bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh,

    – Bilmiyorum, dedi.

    Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan,

    – Hasan dedim.

    – Hasan mı?

    – Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.

    – Niye Dadaruh’a haber vermedin?

    – Uyuyordu.

    – Çağır şunu bakayım.

    Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan’ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı. Hasan’a dedi ki:

    – Eğer yalan söylersen seni döverim!

    – Söylemem.

    – Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?

    Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı! Sonra sarı saçlı başını sarsarak,

    – Ben kırmadım, dedi.

    – Yalan söyleme, diyorum.

    – Ben kırmadım.

    – Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür, dedi. Hasan inkârda direndi. Babam öfkelendi. Üzerine yürüdü “Utanmaz yalancı” diye yüzüne bir tokat indirdi.

    – Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma. Hep Pervin’le otursun! diye haykırdı.

    Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü. Artık ahırda hep yalnız oynuyordum. Hasan evde hapsedilmişti. Annem geldikten sonra da bağışlanmadı. Fırsat düştükçe, “O yalancı” derdi babam. Hasan yediği, tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu. “Aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın?” derdi.

    Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul’a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan’a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor geldi. “Kuşpalazı” dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu.

    Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.

    – Niye ağlıyorsun? diye sordum.

    – Kardeşin hasta.

    – İyi olacak.

    – İyi olmayacak.

    – Ya ne olacak?

    – Kardeşin ölecek! dedi.

    – Ölecek mi?

    Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin’in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz, Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor “İftiracı! İftiracı!” diye karşımda ağlıyordu.

    Pervin’i uyandırdım.

    – Ben Hasan’ın yanına gideceğim, dedim.

    – Niçin?

    – Babama bir şey söyleyeceğim.

    – Ne söyleyeceksin?

    – Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.

    – Hangi kaşağıyı?

    – Geçen yılki. Hani babamın Hasan’a darıldığı…

    Sözümü tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin’e anlattım. Şimdi babama söylersem, Hasan da duyacak belki beni bağışlayacaktı

    – Yarın söylersin, dedi.

    – Hayır,. şimdi gideceğim.

    – Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da uyuyor. Onu öpersin, ağlarsın, seni bağışlar.

    – Pekala!

    – Haydi şimdi uyu!

    Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırdım. Kalktım. Ben içimdeki zehirden vicdan azabını boşaltmak için acele ediyordum. Yazık ki, zavallı suçsuz kardeşim, o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh’u ağlarken gördük. Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı.

    Örnek 2: Gözyaşı (Refik Halit Karay)

    Yeni tuttuğu hizmetçi kadına dedi ki:”Dilin Anadolulu’ya benzemiyor. Rumeli’li misin sen?” “Erfiçe köylerindendim. Alnımın yazısı imiş, buralara düştüm.”   Anlıyor ki önceleri sarışın imiş, mavi gözlü imiş.

    Şimdi saçlar küçük aktar dükkanı bebeklerinin ne kıla, ne de ota benzeyen, dokunsanız hışırdayacağını sandığınız cansız, kuru, soluk rengini, şeklini almış. Gözleri eski şekerlenmiş şuruplar kadar donuk, cansız, katı, suyu çekilmiş… Dibe çökmüş bir tasa, kaygı tortusu. Bu kadar kuru, kabuğa benzeyen göze hiç rastlamamıştı. Belli ki bu kadın akşam rakısı, zamanında, onun ağız tadını kaçıracak. İçinden: “Bir başkasını bulunca savarım!”Balkan Savaşı kopunca, hududa çok yakın olan köyde, bir akşamüstü şu korku yayılmış: Düşman geliyor! Müslüman erkeği süngüleyecek ve Müslüman kadınını kirletecek. Bütün köy halkı mal, mülk ne varsa bırakıp kaçmaya karar veriyor; bir anda at, öküz, araba, kaçış için ne taşıt varsa hepsi hazır oluyor.

    Dul Ayşe de hazırdır; bir atın üstündedir. Terkisinde, beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eğere bağlı, kucağında bir yaşına basmayan yavrusu uykuda…

    Tepelerden, ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyor; kış başlangıcı yağmuru… Biliyorlar ki bu böylece sürerse ovayı su basacaktır; çaylar kabaracak, nehirler taşacak, köprüler çökecek, yol, iz kalmayacaktır. Islak gece içinde, sırsıklam bir kafile, kimi atla koşuyor, kaçıyor.

    Öndeki ümit, ordumuza yetişmek, arkadaki korku düşman ordularına çiğnenmek!

    Öne bakıyorlar: Çamur, yağmur, karanlık… Şimşek bile çakmayan koyu, değişmez bir karanlık. Arkaya bakıyorlar: Gene öyle bataklıklar, su katmanları, gece… Dinliyorlar: Uzaklarda kabaran derenin yüklü uğultusu ve yakınlarda çamura batıp çıkan ayakların boğuk hışırtısı…Ayşe, beline dolanan ufak kolların ara sıra gevşediğini, duruyor.”Uyuma Ali, diyor, uyuma!”Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor:”Uyuma Ali, diyor, uyuma!”Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor:”Uyuma Emine’m, diyor uyuma!”Sonra kucağında kıpırdamalar başlayıp hafif ağlamalar işitince:”Uyu ciğerim, diyor, uyu Osman’ım!

    At ikide bir sürçüyor, kapanıyor, soluyor, kendisini toparlıyor; gömülüyor, gene silkiniyor, gene ilerlemeye çabalıyor. O, yaşlı, romatizmalı, yılgın bir beygirdir. Toprak ise gittikçe vıcık bir hale gelmektedir. Yağmur kesilmek bilmediğinden saplanıp kalmaları veya taşan bir ırmağın akıntısına kapılarak boğulmaları olasılığı çoğalıyor.

    Ayşe, yavrularına sarılarak ölmeyi, artık, atın ve kendisinin güçsüzlüğüne bakarak kötü kötü düşünmektedir. İçindeki en ürkütücü korku şimdi şudur: Atından ayrılarak üç canlı yükü ile yayan kalmak.

    Önce çöken, sonra da başını uzatıp yan üstü uzanan, bir türlü kalkmak gücünü bulamayan attan iniyorlar; çarçabuk iniyorlar. Çünkü durmadan ilerleyen felâket topluluğundan ayrı düşmek Ayşe’ye her şeyden daha korkunç geliyor.

    Fakat geride kaldığını anlayıp bir süre sıkı yürüyünce artık bu üç çocuğu birden taşımak, sürüklemek olanağı kalmadığını görüyor, hem koşuyor, hem düşünüyor: İkisini olsun kurtarmak için birini feda etmek, hafiflemek gerekir.

    Hangisini?

    Ayşe, yanında diz kapaklarına kadar çamurlara bata çıka yürümeye çalışan Ali’nin minimini elini bırakmak istemiyor. Boynuna dolanan güçsüz kolları da çözmeye cesareti yoktur. Kucağındaki ıslak, kımıltısız, sessiz bohça ona zaten cansız gibi görünüyor. Belki kendiliğinden, soğuktan, sudan, havasızlıktan, ezilmekten ölmüştür. Ananın bir ümidi budur: Yaşamadığını anlayarak, acı çekmeden, kundağı bir tarafa, en az çamurlu, en az batak yere bırakıvermek…Bütün o kıyamet içinde, elinden tuttuğunu ve omuzlarında taşıdığını sürüklerken kucağındakine eğiliyor, dinliyor… Ses işitmemek, hareket duymamak ümidiyle dinliyor ve yavrusunun kısık kısık, ılık ılık ağladığını duyuyor, “eyvah!” diyor.

    Bu sırada, ilerleyen kafile, selin batıra çıkara, vura çarpa sürüklediği bir yıkıntıdan başka bir şey değildir. Karanlığın içinde düşerek çamurlara gömülenler, üstüne basılarak ezilenler çoktur. Ayşe, hâlâ yükünü atmaya razı olamıyor. Yüzü ve vücudu belki de, yağmurdan fazla döktüğü soğuk terle ıslanmıştır. Soluk soluğadır. Dizlerinde, ayaklarını çamurdan çekebilecek güç gittikçe azalıyor, kollarında ve boynunda öyle bir kesiklik, bir uyuşma, bir karıncalanma, sonunda bir duyumayış var ki… Gözlerini kapıyor, sol kolunun açılıp yükünü, kendiliğinden bıraktığını ancak yarı anlayabiliyor.

    Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, daha ağır fakat daha sıcak, daha canlı, soluyan ve sarılan birini duyuyor: Ali, gemi azıya almış, bir atın arkasından, özengiye takılı çekilen bir ceset gibiydi, yürümüyordu, yüzükoyun, elinden anasına bağlı sürükleniyordu. İşte o, şimdi, bağrının üzerindedir. Uzun bir özlemden sonra birbirlerine kavuşmuşlar gibi sokuluyorlar, belki seviniyorlar. Kaçma süregitmede, yağmur ve çamur da beraber…

    Böyle birkaç saat mi, yoksa birkaç dakika mı gene koşuyoruz sanıyorlar. Ayşe tükeniyor, demin yolda bıraktıkları at gibi yere uzanıvereceğini anlayarak, haykırmak, birini imdadına çağırmak istiyor. Gene koşuyor ve birden, şaşılacak bir hafiflik, bir canlılık duyuyor, ileriye atılıyor.Neden sonra anlıyor ki boynundan sarılan zayıf ufak kollar artık yoktur: Emine de dökülmüştür.

    Çık sırtıma Ali, diyor, iyice sarıl, sıkı sarıl, sakın gevşeme!

    Ve böyle, kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, gene kalkarak, gene yuvarlanarak yağmur, ter, gözyaşı yüzünü yıkaya, sürekli, mola vermeden, yürüyor. Ali’sini kurtarmış olmak sevinciyle. Öbür felâketlere katlanıp ümit içinde yürüyor, kafileye yetişiyor, kafilenin önüne geçiyor, kafileyi geride bırakıyor ve tan ağarırken ay yıldızlı bir ıslak bayrak çekili küçük bir kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstüne indiriyor:”Kurtulduk Ali, diyor. Kalk Ali!”Ali kalkmıyor, kımıldamıyor. Ayşe saatlerden beri bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak istemiyor, hâlâ: “Kalk Ali, kurtulduk Ali.”Diyor, gülümsüyor, kesintisiz, geceki yağmur gibi dökülen coşkun gözyaşları içinde gülümsüyor. Hizmetçi donuk, cansız, katı, suyu çekilmiş kuru böcek kabuğu gözlerini işaret etti:

    -Bey, dedi, işte o günden beri ben ağlayamam,ağlamak istesem de bilmem ki neden gözlerimden yaş gelmiyor! …



    Diğer Cevaplara Gözat
    Tugcedogus1 Takipçi
    Cevap Yaz Arama Yap

    Zeus

    • 2020-10-26 04:32:44

    Cevap :

    ZİNCİR

    Refik Halid Karay, Gurbet Hikâyeleri

    İşsiz, güçsüz kaldığım gurbet ellerinde köşe pencerem, kendimce Abdülhak Hamid’in “Kürsü-i temaşa”sı yerine geçerdi.

    Yabancı memleketlerde bir kasabaya sokulup uzun müddet yaşamaktaki azabın ne olduğunu bilir misiniz? Beş on gün çarşı sokak gezdikten sonra, tanıdık çehre, alışabileceğiniz yer bulamamaktan bezer, odanıza girer, yalnızlığın içine sinersiniz.

    Çam dallarında sallanan bir tırtıl torbası gibi kafanızın içi mütemadiyen, gece gündüz kıvrılıp bükülen soğuk temaslı düşüncelerle dolu, hareketli, ağır, yüklüdür.

    Can sıkıntısının bir sesi vardır; bunu ancak, böyle bir zamanda, o gurbet odasında duyarsınız: Eski mobilyaların tahtalarını dişleyen gizli kurtların biteviye çıkardığı kemirici, işleyici ses… Birden eskiyiveren gönlünüzde bu kurdu ve bu sesi işitirsiniz ve oyduğu delikten incecik tozların içinize biriktiğini duyarsınız.

    Şayet iradesiz bir adamsanız az zamanda çürüyüp çökmeniz pek mümkündür.

    Ben çökmemek için köşe penceresinden ayrılmazdım; köşe penceresinden dünyayı seyrederdim.

    Köşe penceresinden seyretmek insana mübalağalı bir fikir gibi görünür. Bir pencere, nihayet bir sokağı, birkaç sokağı görebilir. Bir sokak ise dünyanın kaç milyarda biridir?

    Fakat böyle düşünmemeli: Büyük Okyanus’tan aldığınız bir bardak su, o geniş denizin tirilyonda biri değildir; ama bütün o ummanda mevcut unsurların bu minimini kadehte tam bir terkibi mevcuttur. Hatta kadehe de lüzum yok… Bir damlası bile deniz hakkında bize ilmi bir fikir vermeye yetişir.

    Başka cihetten düşünülürse, Okyanus’u bir bardak veya kaşık içinde daha fenni, daha sahici olarak görebiliriz: Azı ve ufağı incelemek elbette çoğu ve büyüğü tetkikten kolaydır; kolay ve doğrudur.

    Köşe penceresini, işte, ben, bu itibarla insan çevresinin bir damlası üstüne çevrilmiş bir mikroskop camı sayarım. Baktığınızı sanki büyütür. Rasathaneler nasıl gökleri ve yıldızları temaşa için havaya uzanmış birer fen gözü ise köşe pencereleri de yeri ve yerde yaşayanları seyre yarar, zemine eğilmiş birer tecrübe gözlüğüdür.

    Onun içindir ki, penceremden sokağa kendimize bakmayı, göğe dalıp kalmaya tercih ederim. Bu basit teleskobun önüne geçip insanlarla hayvanları tetkik en hoşlandığım eğlencelerin başında gelir.

    Karşıdaki komşum yabancı subayın buldok cinsi bir köpeği vardı. İri kafalı, koca enseli, iki dişi daima meydanda, yanakları kof ve sarkık, burnu çökük, aksi bir köpek… Bana buldok suratı; bütün dişleri söküldükten sonra acemi bir dişçiye tam takım diş yaptırıp da çene kemikleri çökerek çehresi tanınmayacak şekle giren eski somurtkan (…) tiplerini hatırlatır.

    Zincir - Refik Halid Karay, Gurbet Hikâyeleri

    Buldok, değişiklik olsun diye, sanki asıl yüzüne korkunç, gamlı, bedbin bir karnaval maskesi geçirmiş bir köpektir. Dikkat ederim, bu iğreti kara suratı düşürmemek ister gibi boynunu dimdik tutar.

    Komşunun buldoğu suratına, gördüğüm maskelerin en sertini, en titiz gösterişlisini asmıştı. Dünyaya parçalanıp yok edilecek lüzumsuz, zararlı, iğrenç bir şeymiş gibi kin ile, anarşist gözü ile bakıyordu.

    Günde iki kere Senegalli izbandut bir nefer -kardif kömüründen halkolmuş, et ve adalesi ziftle yoğrulmuş bu yarı insan- onu zincirinden sıkı sıkı tutup hava aldırmaya çıkarıyordu.

    Fakat ne zorlukla… O köpek, koskoca, simsiyah adamı, adeta, iri şilepleri çekip götüren römorkörler gibi sürüklüyordu.

    Hayvan, daima, soluk soluğa, kulaklar dimdik, gözler fırıl fırıl ve çehre hiddetinden karmakarışık, bumburuşuk!

    Zincirden boşanıverse, şüphesiz, önüne insan ve hayvan ne gelirse, neresi gelirse, hemen mengene gibi tuttuğunu bırakmaz, sert yaylı, çenesinde parçalandığını, koptuğunu göreceğiz. Hele bir kedi, bir köpek geçmiyor mu, Juju hırsından boğuluyor. Ne havlamalar, ne ulumalar, ne inlemeler!

    Zavallı Senegalli, bir türlü söyleyemediği “j”leri değiştirerek:

    “Susu! Susu!” diye ne kadar bağırsa, hatta belindeki kayışla vursa nafile…

    Juju kıyamet koparıyor, hırlıyor, eşiniyor, atılıyor, zapt edilmez bir hâle geliyor. O zaman, çaresiz, çeke çeke, koparır gibi tekrar eve sokuyorlar. Balkondan uzanan penyuvarlı ve dağınık saçlı bir Frenk karısı, ıslak köpek tüyü gibi koktuğu vehmini veren etekleri havalanarak iltifat ediyor:

    “Juju! Juju! Şeri…”

    Ve sokağın sükûneti de geri geliyor.

    Kendi kendime soruyorum:

    “Bir gün, zinciri kopuverince ne olacak? Acaba ne kıyametler kopacak?”

    Nihayet, bir gün, bu korktuğum, beklediğim, merak ettiğim hadise vuku buldu; Juju’nun zinciri, zencinin elinde kaldı. Köpek mancınıktan kurtulan bir taş gibi fırlamış, bir an içinde gözden kaybolmuştu. Arkasından yetişemediler, gittikçe uzaklaşan ve sokaklar arasında gittikçe sönerek akseden havlamalar, o kadar!

    “Buldok” kasabayı altüst etmeye gitmişti; kim bilir ne facialar işitecektik?

    Hâlbuki öyle olmadı:

    İki gün sonra Juju’yu zincirinde çok sakin gördüm. Demek ki dönmüş veya bulunmuştu ve muhakkak ki daha azılı yerli köpeklere rast gelmiş, el sillesini tatmış, yersiz, yurtsuz kalmış, Hanyayı Konya’yı öğrenmiş, açlığı denemiş, Senegalli bekçisini, Penyuvarlı gözcüsünü arkasında bulamayınca bütün azgınlığını, kaba sığmayan öfkesini bırakmış, sünepeleşmişti.

    Hava almaya çıkardıkları zaman, artık, hürriyet eskisi kadar ona cazibeli görünmüyordu; zinciri tahammül edilmez bir yük gelmiyordu.

    Hatta, daha sonraları, neferin yanında bağsız dolaşmaya koyuldu; ayakları dibinde zincirsiz ve uslu yürüyor, dünyaya filozof gözüyle, hiddetle değil, düşünceli bakıyordu. Bu gözler, anlamaya başladığı dünyayı artık tartıyordu.

    O eski korkunç mahluk, zinciri çıkınca, basbayağı bir köpek olmuştu. Evvelce yanına yaklaşamayan mahalle çocukları, etrafını sarıyorlar:

    “Susu! Susu!” diye alay ediyorlardı.

    Aldırmıyordu bile… Zira bütün heybetini, kahramanlığını o kopmayacak sandığı zincire borçlu idi.

    Eminim ki Juju’nun gamlı gözlerinden ara sıra, uzak, şanlı bir hatıra gibi bu zincir geçiyor, köpek, zincirini arıyordu.

     

    Tugcedogus1 Takipçi
    Cevap Yaz Arama Yap

    Zeus

    • 2020-10-26 04:30:08

    Cevap :

    Olay Öyküsü Örneği, Olay Hikayesi Örneği

    087956’nın SIFIRI (Tarık BUĞRA)

    Fatih taraflarında -amca derim- bir uzak akrabam oturur. Hali vakti yerindedir. Üstelik bir radyosu, küçücük, bebek yastığı gibi bir kedisi ve on altı, on yedi yaş-lannda da bir kızı vardır: Kumral saçlı, taptaze, kadife tenli, iri, yeşil gözlü, canlı, cana yakın bir şey. Adı da Ic-lâl.

    Bana gelince, ben işte böyle, yirmi üç yaşımda, bütün varlığı ve avuntusu sık saçlar, sağlam dişler ve kırmızı bol, kocaman düğümlü kravatı olan, pansiyoner bir tıp talebesiyim. Akraba canlısıyım; bu yüzden de sık sık amcamlara taşınınm.
    Bu ziyaretlerimden birisinde ve yılbaşından bir hafta kadar önceydi; söz döndü, dolaştı, şans meselesine geldi. Ben;
    — Hiç şansım yoktur benim” dedim. Iclâl;
    — “Benim de” dedi.
    Şanssızlığımız bize dünyanın en tatlı şeyini, sitemle kanşık övünmeyi veriyordu. Ve bu, tabiatiyle, yengeye vız geliyordu. O;
    — “Ne biliyorsunuz denediniz mi?” diye sordu ve;
    “Ortaklaşa bir bilet alın yılbaşı için” dedi.
    Ben, lâf olsun diye, hakkınız var der demez, Iclâl’in öbür odaya fıriayıp yepyeni bir on liralıkla dönmesi bir oldu.
    Ve biz, daha sonra, amca yatmaya çekilince, büyük ikramiye ile neler yapılabileceğini uzun uzun konuştuk: Ben, iç hastalıkları ihtisasından ve bir röntgen makinesinden söz ediyordum; Iclâl ise, küçük bir bahçe, üç oda, bir mutfak, havagazı ve banyodan dem vuruyordu. Ne tatlı şey!
    Amma bunun için bir on lira da benim katmam gerekti. Oysa ayın bilmem şu kadarıydı, kırmızı renkli havale kağıdının gelmesine daha uzun, upuzun günler vardı. Ve zavallı pansiyoner talebe için aşçı borca işliyordu.

    On lirayı nereden bulmalı?
    Borç arkadaştan alınır; ama, gel gör ki, arkadaşların en kabadayısı, kahvemizin garsonuna takmaya başlamamış olanl
    Adam sende, diyorum. Bu derde daha çok katlanmakta., ve yoktan yere artırmakta ne mâna var? Alırım bir yarım bilet ve; “İşte senin payın” diye, veririm iki yüz elli bin lirayı, olur biter.
    Hem bu işi hemen, yarın yapmalı; Iclâlciğin yepyeni ve cana yakın on lirasına, sevgiliden gelen ilk resme bakar gibi bakıp bakıp da içimin eridiği yetmezmiş gibi, bir de bu sıkıntıyı artırmakta ne mâna var sanki?
    Ertesi günü, hemen, bir yarım bilet alınacaktı, ama…
    Ayın yirmi dokuzu demeden, o yepyeni, o sevgiliden gelen ilk resme benzeyen on liralık da, birtakım hesaplar ve umutlarla gitti.
    Bunlarla beraber ben hâlâ avutabiliyordum kendimi: Şimdi artık, kırmızı renkli havale kâğıdı gelene kadar amcalara gidilmeyecek, sonra da Iclâlciğe; “Biletimize amorti çıktı, al on lira” diye sırıtılacak!

    Tut ki, borç almışım!
    Ama benim kalleş, benim gaddar şansım bu ka-darcık dürüstlüğe olsun imkân bırakır mı?
    Yılın son günü pis ve uğursuz bir havada Bayezit Meydanı’nda, havuzun etrafında, bir arkadaşla, bomboş ceplerle ve ezik ve yenik ve toplum tarafından horian-mış.. dolaşırken., bilime, politikaya, sanata, hele hele paraya, yâni ekonomik kaderlere dair felsefeler yürütürken., bu şans bende iken başka ne olsun? hlâl’le ve annesiyle burun buruna geliverdik.
    Çarşıdan dönüyoharmış. Şey almışlar.. Sonra şey de almışlar…
    Niçin onlara uğram/yormuşum ve;
    — “Biletimizin numarası kaç?”
    Hey ya Rabbi! beride bilime dair, politikaya dair, sanata dair, alınyazısına dair bunca muamma durup dururken başka bir şey kalmadı da, biletimizin numarası mı dert oldu? Salladım bir rakam:
    — “87956.”
    Ve Iclâl, söylediğim numarayı, önemle saygıyla, ciddiyetle yazdı, sonra da bu işin bana verdiği azap yetmezmiş gibi;
    — “Hadi bize gidelim; çekilişi radyodan dinleriz.,
    değil mi anne?” dedi.
    Artık annesi de ısrar ediyordu. Ben son bir umutla, arkadaşıma baktım. Ama nerede? O budala, tabii Iclâl gibi bir kızın karşısında olduğu için, dişlerimi gıcırdatan bir centilmenlikle çekip gitti. Arkasından “Hey budala, beni işkenceye götürüyorlar; arkadaşlık bu mudur, kurtarsana” diye bağırmak istiyordum.

    Bağıramadım elbette.
    Yolda 87956’nın her rakamı bir çekiç olmuş, ta beynimin içine vurup duruyordu:
    Alınyazım bu benim işte, şansım bu. Yüzbinlerce sayının içinde, sanki başkası yokmuş gibi 87956 dedirtecek bana tabii!
    87956L
    Ne ahenk., ne kompozisyon., ne mimari! Beş yüz bin lira buna çıkmayacak da gidip elin budala, şapşal rakamlarına mı çıkacak?
    Birdenbire ve can havliyle, Iclâl’e;
    — “Kaç yazdın numarayı?” diye soruyorum.
    O çoktan ezberlemiş bile:
    — “87956.”
    — “Yanlış” diyorum.
    — “Neden? Sen öyle demedin mi?”
    — “Hayır.”
    — “Aaa.. vallahi 87956 dedin., hâlâ kulağımda.”

    Haklı kızcağız; unutulur mu hiç? Bir mısra gibi ahenkli lanet! Ama ne olursa olsun diretmek, bu korkunç surette çekici rakamı değiştirmek, sonuna bir on üç, evet, on üç takmak lâzım. Boş ama… dirensem “çıkar da bak bakalım bilete” diyebilir. Alınyazısı değiştirilemez ki!
    Evde Iclâl; “Sahi, biletin numarası 87956 değil mi?” diye sordu. Artık her şey vız geliyordu bana:

    — “Yok canım; mahsus söyledim onu… seni kızdı
    rayım diye. Elbette 87956. Bundan daha güzel olur mu
    ki, 87956 olmasın” dedim.
    Ve radyo kazanan numaraları okumaya başladı:
    Bin lira, beş bin lira, on bin lira kazananlar! Arada sırada kalbim hoplamakla beraber, bu küçük şanslardan korkmuyorum ve eceli bekler gibi, beş yüz bin lirayı bekliyorum ben : Bana o çarpacak, buna, Iclâl kadar ben de eminim.

    Sonunda sıra bizim beş yüz bin liraya geldi. Spiker bir yığın mavaldan sonra:
    — “Evet muhterem dinleyiciler., evet, evet. işte
    tarihi an. Şimdi sizlere yılın rakamından birler hanesini
    söylüyorum: Altı!..”
    Ve kimsenin akıl edemeyeceği gevezeliklere devam ediyor:
    — “Şimdi onlar hânesindeki sayıyı, yâni sondan bir
    önceki sayıyı söylüyorum: Beş! Demek ki, beş yüz bin li
    rayı alacak biletin sonu 56 oluyor. Elli altı dedim de aklı
    ma geldi: Galatasaray’da bir arkadaşımız vardı; 56 Ali.
    Muzip, zeki, cin gibi bir çocuktu 56 Ali. 56 Ali bir gün…”
    Şu spiker de aman ne hoşsohbet şey öyle!
    — “Yüzler dokuz! Şimdi biletin sonu 956 etti. Aziz
    dinleyiciler, inşallah 956 yılını da böyle sağlıkla, mutlu
    lukla…!
    İdil’le göz göze geliyoruz:
    Yeşil ve tertemiz, taptaze gözlerde üç oda, bir mutfak, banyo dairesi, havagazı, bahçe, bahçede çamlar, çamlann ardında masmavi deniz… off Allahım… ne spiker!
    — “…7956!..”
    Amca da, yenge de… hattâ kedi bile… şöyle bir doğruldular. Ve, Iclâl rüyalaşmış, Iclâl ballaşmış, bana gülümsüyor: Ev… sonra Abant’a, hattâ Finlandiya’ya gidilebilir her sene…
    Ve spiker…esprili, hoşsohbet, radyofonik spiker, kahrolası spiker…
    Söyle artık şu sekiz’i de bitsin bu işkence!
    Ama neden onu bekleyecekmişim sanki? Amca, yenge, kedi… hepsi, her şey vız gelir bana; ama İdil’i bir an önce, yarım saniye olsun, önce, kaderi çizilmiş bir hayat için bir başka hayat kadar sürükleyici ümitten çekip kurtarmalıyım. Bu ümid şu spikerin gevezelikleri boyunca sürüp büsbütün yıkıcı olmamalı: “Erenköy’deki köşk… çamlar… mavi ufuk… Abant… bunların hepsi lâf… hepsi lâf diye bağırmalıyım.
    Ama geciktim ve spiker… sekiz’i de söyledi. Bitkin, yıkılmış ve namütenahi melûl bir sesle;
    — “Çıktı, değil mi?” diye inledim.
    Kime sorduğumu bilmiyordum. Dünya bomboştu. Bu buz renkli ve sınırsız boşluğun kilometrelerce, kilometrelerce ötesinde, çam ağaçlarına, hattâ çamların altındaki bir çift şezlonga varıncaya kadar belli olan bir • köşk görünüyor, başka hiç bir şey görünmüyordu. Amcam, bir asır sonra;
    — “İnşallah” dedi.
    Ona boş gözlerie, aptal aptal baktım. Açıkladı:
    — “Yüz binler rakamı sıfır çıkarsa…”
    Birden bire kendime geldim ve;
    — “Çıkmayacak” diye bağırdım. Fazla bağırmış ol
    malıydım; yenge;

    — “Ne oluyorsun öyle?” dedi. Amca da;
    — “Neden?” diye sordu.
    Hüzünle;
    — “Çünkü”dedim, “büyübozuldu.”
    Üçü birden;
    — “Ne büyüsü?” dediler. Aynı derin üzüntü ile;
    — “Kedi” dedim, “Kedi minderden kalktı ve kapıya
    doğru gitti.”
    Gülümsemeye bile vakit bulamadılar ve spikerlerin en sevimlisi son rakamı da söyledi: Bilmem kaçmış!
    Buzlar dağılmıştı artık. Ama Iclâl bir parça üzgündü. Ve ben, içimdeki ferahlıktan hiç değilse yarısını ona vermeden yapamazdım. Bir hamlede yanına gittim; iradeye dair, çalışmaya ve hak etmeye dair bir uzun nutuk çektim ve nutkun bal gibi aşk ilânı olduğunu -sonralara doğru- değil yenge, değil amca, hattâ Iclâl bile, hattâ hattâ ben bile anladım.

    Tugcedogus1 Takipçi
    Cevap Yaz Arama Yap

    Zeus

    • 2020-10-26 04:28:06

    Cevap :

    Sıcak bir yaz günü, Kemal kahvenin önünden sırtında bir çuvalla geçerken, gölgede oturup çaylarını yudumlayan insanları görünce yorgunluğu biraz daha arttı. Ama yapacak bir şeyi yoktu çalışması gerekiyordu.

     6 ay önce babası ve annesi bir anda ortadan kaybolmuş onu 17 yaşında yalnız bırakmışlardı. Amcası ona bakıyordu ancak çok gururlu olan Kemal kendi harcayacağı parayı kendi kazanmak istiyordu. Bu yüzden marangoz Ali Usta'nın yanında çalışıyordu 5 aydır.

     Neden gitmişti ki annesi babası bir türlü anlam veremiyordu, en azından bir veda mesajı dahi bırakmamışlardı. Bunları düşünürken marangozhaneye girmişti. Ali Usta ona seslendi:

    - Bugün tek başına bir sandalye yapmanı istiyorum. Öyle güzel işlemeler yap ki akşam çok zengin ve önemli müşteriler gelecek işlemeler sayesinde yüksek bir fiyata satalım.

     Kemal başıyla onayladı. Daha o kadar usta olmamıştı ki, nasıl o kadar işlemeler yapacaktı. Madem bu kadar önemli ustası neden kendi yapmıyordu ki.

    - Neyse, dedi içinden hemen işe koyuldu ve akşama doğru sandalyeyi bitirdi. Ustası, Kemal'in bitirdiği sandalyeye bayıldı. Onunla gurur duydu. Gerçekten harika bir iş çıkarmıştı.

     Akşam beklenilen müşteriler geldi. Ali Usta, Kemal'i atölyeden mağaza kısmına çağırarak, müşterilerin bu harika işlemeleri yapan kişiyi de görmek istediklerini söyledi.

     Kemal mağaza kısmına çıktığında sevinç ve öfke duygularını aynı anda yaşadı annesi ve babası karşısındaydı. Annesi daha onu görür görmez ağlamaya başladı, babası ise daha o söze başlamadan konuştu:

    - Evlat, seni korumamız için gitmemiz gerekiyordu, söyleyemeyecek şeylerimiz vardı. Ancak artık her şey halloldu konuşacak şeylerimiz çok, hadi yüklen sandalyeyi de gidelim, dedi.

     Kemal ne diyeceğini bilemedi ancak zor şartlar onu yetişkin yapmıştı bu yaşta, önce bir dinlemek istedi ailesini.

    - Usta! Ben gidiyorum izninle, dedi. Sandalyeyi sırtladı. Hep beraber evlerine doğru yol aldılar.

     Eve geldiklerinde ailesi her şeyi anlattı. Kemal onlara hak verdi, hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığını anladı ve onlara sarılarak özlem giderdi.

    Tugcedogus1 Takipçi
    Cevap Yaz Arama Yap

    Cevap Yaz




    Başarılı

    İşleminiz başarıyla kaydedilmiştir.