Nedir.Org
Soru Tara Cevapla Giriş


Cevap Ara?

14.756.348 den fazla soru içinde arama yap.

Sorunu Tarat
Kitaptan resmini çek hemen cevaplansın.

Pazarlık hikayesi olay örgüsü

Pazarlık hikayesi olay örgüsü nedir

Bu soruya 4 cevap yazıldı. Cevap İçin Alta Doğru İlerleyin.
    Şikayet Et Bu soruya 0 yorum yazıldı.

    İşte Cevaplar


    Zeus

    • 2020-10-16 04:10:38

    Cevap :
    Yazar bu hikayesinde bir kahvahanede oturan insanlardan birinin tanık olduğu  depremi abartarak anlatmasını ve diğer kişilerle bu olay üzerine ilginç bir pazarlığa girmesini anlatıyor. 
     
    İstanbul'da sıcak bir yaz gecesinde bir kahvehanede oturan dört arkadaş, İstanbul'un son büyük zelzelesinden konuşurlar. Depremi yaşayan Faik Efendi deprem anında neler olduğunu çok abartılı bir şekilde anlatır. Depremde köprüye koştuğunu, kendisiyle birlikte köprüde beş yüz bin kişi olduğunu söyler. Bu durum diğerleri tarafından çok abartılı bulunur ve köprü üstünde kaç kişinin olabileceğiyle ilgili pazarlık yaparlar.


    Diğer Cevaplara Gözat
    Cevap Yaz Arama Yap

    Zeus

    • 2022-09-22 14:06:48

    Cevap :

    Pazarlık Hikayenin Teması:

    Memduh Şevket Esendal, Pazarlık isimli hikâyesinde, günlük yaşam içinde bir kişinin tanık olduğu bir depremi abartarak anlatmasını ve etraftaki diğer kişilerle bu olay üzerine kahvehanede ilginç bir pazarlığa girmesini konu edinmiştir. 

    Pazarlık Hikayenin Çatışması:

    Hikayelerde çoğunlukla bir çatışma söz konusudur. Hemen her hikâye bir çatışma yani bir problem üzerine kuruludur. Çatışma, hikayedeki kişi ya da kişilerin çevresiyle olabildiği gibi kendi iç dünyasında da olabilir. Hikaye kişilerinin  çevresiyle olan çatışmasına dış çatışma, kendi iç  dünyası, vicdanıyla olan çatışmasına ise iç çatışma adı verilir. Pazarlik adlı hikâyede de bir dış çatışma vardır.çünkü depremi abartılı anlatan kişi çevresi ile çatışma yaşamıştır.
    Cevap Yaz Arama Yap

    Zeus

    • 2020-10-16 04:11:35

    Cevap :
    Pazarlık- Memduh Şevket Esendal
     
    Konusu: Yazar bu hikayesinde bir kahvahanede oturan insanlardan birinin tanık olduğu  depremi abartarak anlatmasını ve diğer kişilerle bu olay üzerine ilginç bir pazarlığa girmesini anlatıyor. 
     
    Özeti: İstanbul'da sıcak bir yaz gecesinde bir kahvehanede oturan dört arkadaş, İstanbul'un son büyük zelzelesinden konuşurlar. Depremi yaşayan Faik Efendi deprem anında neler olduğunu çok abartılı bir şekilde anlatır. Depremde köprüye koştuğunu, kendisiyle birlikte köprüde beş yüz bin kişi olduğunu söyler. Bu durum diğerleri tarafından çok abartılı bulunur ve köprü üstünde kaç kişinin olabileceğiyle ilgili pazarlık yaparlar. 
     
    Kişiler ve Özellikleri:
     
    Faik Efendi: Kırk beş yaşlarında uzun kara bıyıklı esmer bir adamdır. Tanık olduğu olayları çok abartarak anlatması çevresindekilerin tepkisine neden olur. Anlattıklarına inanılmamasına bozulur. 
     
    Feyzi Bey: Zayıf, uzun boylu, kalın sesli bir adamdır. Faik Efendi'nin abartılı anlatımına tepki gösterir. Makul ve mantıklı biridir. 
     
    Mekan: Hikayede anlatılan durumlar, İstanbul'da bir kahvehanede geçmektedir.
     
    Zaman: Sıcak bir yaz gecesi
     
    Tür ve Özellikleri:
     
    Pazarlık hikayesi durum(kesit) hikayesinin özelliklerini taşımaktadır.
     
    Özellikleri: Durum hikayesinde olaydan çok, yaşamın belli bir zaman dilimindeki durumu anlatılır.
     Serim, düğüm, çözüm planına uyulmaz. 
    Merak ve heyecandan çok duygu ve fikirlere önem verilir. 
    Kişiler tüm yönleriyle tanıtılmaz; kişinin yaşama şartları, çevre ve zaman bize sezdirilir.
     
    Dil ve Anlatım Özellikleri:
     
     Yazar günlük konuşma dilinin özelliklerini ustalıkla yansıtmıştır. Son derece açık, sade ve yalın bir dili vardır. Sık sık diyaloglara yer vermiştir.
     
    Anlatım Teknikleri:
     
    Anlatım Tekniği: Anlatma tekniğinde okuyucu ile eser arasına anlatıcı girer. Okuyucu hemen her şeyi anlatıcı kanalıyla görür ve öğrenir. Okuyucunun dikkati anlatıcı üzerinde yoğunlaşır. Anlatma; kişi tanıtımı, olay anlatımı, geriye dönüş, iç çözümleme veya özetleme şeklinde olabilir.
     
    Hikayeden Örnek: ...Kapının sağ tarafında bazısı giyimli, birtakımı da gecelik entarileri, şam hırkaları ile dört beş kişi, İstanbul’un son büyük zelzelesinden konuşuyorlardı. Gümrük aracılarından Faik Efendi, kırk beş yaşlarında, uzun kara bıyıklı, esmer bir adam...

     
    Gösterme(sahneleme) tekniği: Olaylar, kişiler, varlıklar okuyucuya doğrudan sunulur. Anlatıcı okuyucuyla eser arasına girmez. Okuyucunun dikkati eser üzerinde yoğunlaşır.
     
    Hikayeden Örnek: “hareket olurken Eminönü’ndeydim. Feyzi Bey, Allah sizi inandırsın, o Yenicami minareleri yok mu birbirine dokunuyor ayrılıyor, dokunuyor ayrılıyor, o kaldırım taşları sanki su içinde fasulye kaynar gibi böyle kaynıyordu.
    Tramvay beygirlerine baktım, ayaklarını açmışlar oldukları yerde duruyorlar. O mavnalarda ne kadar
    yemiş varsa hepsi dansa kalkmış. Herkes köprüye koştu, ben de koştum. Köprünün üstüne gelen
    yığıldı, hilafsız beş yüz bin kişi vardı.”

    Bakış Açısı ve Anlatıcı:
     
    Hikayede ağırlıklı olarak gözlemci (müşahit) anlatıcının bakış açısıyla birlikte bazı bölümlerinde  ilahi bakış açısı da kullanılmıştır. 
    Cevap Yaz Arama Yap

    Zeus

    • 2020-10-16 04:14:24

    Cevap :

    PAZARLIK

            Sıcak yaz gecesi. Mahalle kahvesinin önündeki setin üstü sanki ufak bir bahçecikti.  Ortada küçük bir havuz, içinde gazoz şişeleri, etrafında biraz çimen, kına çiçekleri. Kahve pencerelerine sicimler gerilmiş, gece sefaları, telgraf çiçekleri, kireçle sıvanmış yarım tenekeler içinde sardunyalar sıralanmış.        

           Kapının sağ tarafında bazısı giyimli, birtakımı da gecelik entarileri, şam hırkaları ile dört beş kişi, İstanbul’un son büyük zelzelesinden konuşuyorlardı. Gümrük aracılarından Faik Efendi, kırk beş yaşlarında, uzun kara bıyıklı, esmer bir adam. Ayağının birini altına alarak, kaşlarını yukarı aşağı oynatarak anlatıyor:

           “Ben” diyor, “hareket olurken Eminönü’ndeydim. Feyzi Bey, Allah sizi inandırsın, o Yenicami minareleri yok mu birbirine dokunuyor ayrılıyor, dokunuyor ayrılıyor, o kaldırım taşları sanki su içinde fasulye kaynar gibi böyle kaynıyordu.

           Tramvay beygirlerine baktım, ayaklarını açmışlar oldukları yerde duruyorlar. O mavnalarda ne kadar yemiş varsa hepsi dansa kalkmış. Herkes köprüye koştu, ben de koştum. Köprünün üstüne gelen yığıldı, hilafsız beş yüz bin kişi vardı.”

           Muhatabı şam hırkalı, zayıf, uzun boylu, kalın sesli Harbiye Nezareti Mektubi Kalemi müsevvitlerinden Feyzi Bey:

           “Yok hacım” dedi, “bu biraz hilaflı oldu.”

            Faik Efendi bozulmuş, sordu: “Neden?” dedi.

           “Neden olacak elmasım, köprünün üstü beş yüz bin kişi alır mı?”

            Faik Efendi kaşlarını kaldırıp, düşündü. Dinleyenler gülümsediler. İmamın oğlu Rıza dedi ki:

          “Faik Ağabey, ağzın kızdı da ölçüyü kaçırdın.”

          “Yok” dedi Faik Efendi, “Valla latife değil, o zaman biz de buna şaştık.”

          “Neye, şaştınız?”

          “Köprünün bu kadar adam aldığına…” “Canım, o kargaşalıkta saydınız mı?”

           “Saymadık ama, her halde vardı… Artık, siz de bu kadar olmaz. İnsanda göz var, izan var…

           Canım köprünün üstünde kaç kişi var, insan bunu görmez mi? Bu meydanda bir şey…”

           Feyzi Bey gülerek: “Canım hacım” dedi, “düşünsene! Köprünün üstü beş yüz bin kişi alır mı? Alsa da yarım milyon adam buraya nasıl toplanır? Demek aşağı yukarı İstanbul halkının yarısı!”

           “İstanbul halkının yarısı?.. Vardı ya, ne zannediyorsunuz? Yarım milyon dediğin nedir!”

           Etraftakiler çokça gülüştüler, Faik Efendi de biraz gevşer gibi oldu:

           “Adam” dedi, “beş yüz bin olmasın da dört yüz bin olsun!”

           “Dört yüz bin de olmaz.”

           “Neden?”

           “E, hesap meydanda. Diyelim köprünün boyu olsun dört yüz metre, öyle mi?” “Ne bileyim, ölçmedim ya!”

          “Canım, şimdi beş yüz bin kişiyi gözle hesap ediyordun, köprüyü neden hesap edemiyorsun?”

          “Ne bileyim ben, sizin sözünüze karşı söylüyorum!”

           “O halde, ben ölçtüm. Dört yüz metre. Eni de olsun on iki metre, dört yüz kere on ikimiz ne eder? Efendim… On kere dört yüz, dört bin, dört bin sekiz yüz metre murabbaı, her metre murabbaında da dört kişi dursa, dört kere sekiz otuz iki, dört kere dördümüz de on altı, on dokuz, bu da etti on dokuz bin iki yüz. Dört yüz bine varmaya? Efendim… tamam üç yüz seksen küsür bin kişi kalır açıkta.”

           Feyzi Bey hesap yaparken, Faik Efendi ona bakıyordu. Biraz düşünür gibi oldu. Kaşlarını oynatarak:

     

          “Ben hesap mesap bilmem” dedi, “dört yüz bin yoksa, iki yüz bin kişi ferah ferah vardı. İsterseniz başkalarına da sorun.”

           Biraz durdu. Sonra işe az daha tav vermiş olmak için:

          “Feyzi Bey, Feyzi Bey” dedi, “bu, kahvede durup hesap halletmek değil, can pazarı kardeşim, herkes kendi başının derdine düşmüş. Denize düşen yılana  sarılır.”

           Feyzi Bey gülümsedi:

         “Yok hacım” dedi, “elbet dediğin doğrudur. Sen yalan söyleyecek değilsin ya! Ben latife ettim.”

           Dinleyenlerden biri: “Öyledir, öyle” dedi, “Faik’in hakkı var.”

           Sustular. Faik Efendi biraz bozulmuş (…):

         “Rüstem, bir ateş” diye kahveci çırağına bağırdıktan sonra lakırdıyı olduğu yerde bırakmak isteyerek;

         “Ben” dedi, “yalan söyleyecek değilim ya, gözümle gördüm. Ana-baba günü, mahalakallah… diyelim, hadi ben yanılıyorum, beş yüz bin olmasın, iki yüz bin de olmasın; yüz bin kişi vardı ya… Yüz bin kişi az mı?”

           Dinleyenler, gene sustular.

           Faik Efendi, sonra fena halde saracaklarını ve bu işin bitip tükenmeyeceğini bildiğinden, işi kabul ettirmeye çalışıyordu. Salkım ağacının kütüğüne dayanmış askeri eczacı Remzi Efendi hiç gülmeyen yüzüyle yavaş sesle sordu:

          “Köprü bu kadar adamı nasıl kaldırır” dedi, “hikmet!”

           Faik Efendi yeniden söze başlandığına sevinerek: “Şey” dedi, “ya… O zaman biz de şaşmıştık. Sonra oturduğumuz bostanda bir tersaneli vardı, ben ona sordum, o dedi ki, dubaların zincirleri paslanmış, bel kalınlığında midye tutmuştur. Direk gibi. Dubalar delinse de suyun üstünde durur.”

            Dinleyenler, gülüştüler. Faik Efendi işin biraz fazla kaçtığını anlar gibi oldu, kaşlarını oynattı. Oturanların yüzlerine baktı:

          “Ya!..” dedi. “Böyle şeye inanmak olur mu? Biz de o zaman inanmamıştık. Ancak Remzi Efendi’nin buyurduğu gibi bir hikmet var ki, duruyor.”

           Remzi Efendi derin derin içini çekerek: “Ya, hikmet” dedi… Ondan sonra iki kişi de içlerini çekerek, acıklı acıklı:

          “Dünya bu… “ dediler.

           Yeniden susuldu. Faik Efendi biliyor ki saracaklar hem de fena saracaklar. Biraz durduktan sonra, dayanamayarak:

          “Yok, ama” dedi, “valla saracaksınız… Olmaz ki… İnsanı lakırdı ettiğine de pişman edersiniz. Feyzi Bey, canım, valla sen yapıyorsun.”

           “Benim bir şey dediğim var mı?”

          “Ben bilirim” dedi,  “Sen yüz  bin  kişiye  razı oluyor musun?”

           Feyzi Bey başı ile “olmam” diye işaret etti. Faik Efendi “yetmiş bine” diye sordu. Feyzi Bey gene razı olmadı.

          “Peki, elli bin kişiye diyeceğiniz yok ya!” Feyzi Bey gülerek:

          “Hacım” dedi, “namuslu bir iş yapalım. Bir kere, on bin de, sonra görüşelim.”

          “Ne? Dünyada olmaz. En aşağıdan, en aşağıdan yirmi bin kişi vardı.”

           İmamın oğlu dedi ki: “Faik Ağabey, oldu olacak gel şu şeytanın ayağını kır. Bu oldu artık.”

          “On bin desem, Feyzi Bey kabul edecek mi?” Feyzi Bey:

          “Yok! dedi. “On bin dersen alt  yanını görüşeceğiz. Belki benim de sözüm var!” “Öyle ise ben de demem.

          “İmamın oğlu dedi ki:

          “Demezsin ama, sonra sarakadan kurtulamazsın. Biliyorsun ya! Hem iş yalnız bu kadar değil, kaldırım taşlarını kaynattın, minareleri oynattın; bunların hepsi hesaba çekilecek. Bak, sen bilirsin!”

            Faik Efendi, yeniden Feyzi Beye:

          “Ama canım” dedi, “bu kadar da olmaz. Artık siz de büsbütün budala hesabına koydunuz. Ben bu kadar şeyi kestiremez miyim? Ne sanki, on bin kişi de yok muydu?”

           Feyzi Bey gülerek dedi ki: “Hacım, gel beş binde uyuşalım. Ben biraz fedakârlık etmiş olurum ya! Neyse zarar etmez, sen yabancı değilsin. Dört bin sekiz yüz metre yerde beş bin adam, az şey değildir.”

           Faik Efendi hepsinin yüzüne ayrı ayrı baktıktan sonra dedi ki: “Razı olurum ama, bir şartla… Sarmayacaksınız.”

          “Sarmayız”  dediler. “

           Öyle ise, beş bin olsun.”

          “Pekâlâ, razı olduk. Minarelerin oynadıklarını, kaldırımların kaynadıklarını sana bağışladık.”

           Faik Efendi gitmeye hazırlanarak:

          “Bırakmıyorsunuz ki, insan tatlı tatlı anlatsın, hemen pazarlığa girişiyorsunuz. Haydi, artık vakittir. Ben daha gidip çocukları komşudan alacağım. Anahtar bendedir. Onlar sonra kapıda kalırlar” dedi.

    Memduh Şevket Esendal, Otlakçı

    1 yıl önce I Pazarlık teması nedir
    Cevap Yaz Arama Yap

    Cevap Yaz




    Başarılı

    İşleminiz başarıyla kaydedilmiştir.