Nedir.Org
Soru Tara Cevapla Giriş


Cevap Ara?

14.756.348 den fazla soru içinde arama yap.

Sorunu Tarat
Kitaptan resmini çek hemen cevaplansın.

Roma felsefesi nedir

Kısa bir şekilde

Bu soruya 2 cevap yazıldı. Cevap İçin Alta Doğru İlerleyin.
    Şikayet Et Bu soruya 0 yorum yazıldı.

    İşte Cevaplar


    Zeus

    • 2020-05-03 05:36:34

    Cevap :

    ROMA FELSEFESİ NEDİR:

    1. Yunan felsefesi incelenmiştir. Bu nedenle yunan felsefesinin çoğu özelliğini taşır.
    2. Felsefeye özgün bir şey katmamışlardır.
    3. Ahlak felsefesine ağırlık verilmiştir.
    4. Kaderci bir yaklaşımları vardır. (Stoacılardan etkilenmiştir.)
    Bu dönemde etkili olan 4 akım vardır. Bunlar septisizm, epikürosculuk, stoacılık ve yeni plâtonculuktur.
    Diğer Cevaplara Gözat
    Cevap Yaz Arama Yap

    gokturk

    • 2020-05-02 21:36:11

    Cevap : Roma Felsefesi Nedir, Ne Demektir?


    Eski Romalıların düşünsel yaşamı. İlkin bir alba kolonisiyken sonradan özgürlüğe kavuşan ve bütün dünyayı özgürlükten yoksun bırakarak ilk çağın en büyük imparatorluğunu kuran Roma, kılgın (pratik) amaçlar güden insanların yaşadığı bir ülkeydi. Bundan ötürüdür ki Roma’nın kendisine özgü bir düşüncesi yoktur. Bir dinbilim araştırmacısı “Roma, bütün dünyanın tanrılarına tapmıştır” der. Roma, bütün dünyanın tanrılarına taptığı gibi bütün dünyanın düşüncelerinden kendi çıkarlarına uygun olanları seçip işe yarar kılmaya çalışmıştır.

    Bundan ötürüdür ki seçmecilik (Eklektizm) gerçek bir Roma icâdı olan tek düşünsel yöntemdir. Romalılar, kişisel zevk ve çıkarlarına en uygun olan düşünceleri seçip birleştirerek işe yarar kılmakla, Amerikalılardan yüzyıllarca önce pragmacılığın da kurucusu sayılabilirler. Düşünsel yaşam açısından en tipik Romalı Cicero, en büyük Romalı Lucretius’tür. Felsefe, Roma’ya155 yılında Stoacı Diogenes, Peripatosçu Kritolaos ve Akademiacı Karneades’in Atina elçileri olarak Roma’ya gelmeleri ve orada konferanslar vermeleriyle girmiştir. Romalılar, özellikle siyasada ve güzel konuşmada, yararlanmak için ona ilgi duymuşlardır. Ennius’da Pythagoras felsefesiyle tanışmanın izlerine rastlanmaktadır. Daha sonra stoacı Panaitios Roma’ya geliyor ve Romalı dostları Scipio, Lucullus, Laelius vb. onun etkisiyle felsefeye karşı ilgi duyuyorlar. Roma soylularının felsefeyle uğraştıklarını görmek, Romalı gençlerin dikkatini bu alana çekmektedir. En sonunda stoacı Poseidonios, Rhodos’ta ders verirken, dinleyicileri arasında Cicero ve Pompeiusla karşılaşmıştır.

    Tüm Yunan öğretileri yavaş yavaş Roma’ya akıyorlar. Ama bunların içinden ancak iki öğreti tutunabiliyor: Stoacılık ve Epikurosçuluk. Stoacılık bu başarısını gerçek bir Romalı olan Civero’ya, Epikurosçuluk da bu başarısını gerçek bir bilim adamı olan Lucretius’a borçludur. Cicero, tinsel ekin özlemine Stoacılıkta karşılık buluyor; Lucretius da bilimsel bilgi özlemine Epikurosçulukta. Roma stoacılığının ünlü düşünürleri Marcus Tullius Cicero (İ.Ö. 106-43), Annaeus Seneca (3-65), köle Epiktetos (50-130) ve imparator Marcus Aurelius’tur (121-180).

    Cicero

    Cicero’nun önemi, stoacılığından çok, Roma felsefe dilini kurmuş olmasındadır. O da, eski stoacılar gibi, en gerçek yasa doğru ustur, der. Doğru us; doğaya uygun, bütün varlıklarda aynı, değişmez ve yok olmaz bir güçtür. Stoacılığın asıl Romalı temsilcileri olan Seneco (Seneca N.), Epiktetos ve Marcus Aurelius stoacılığı töresel ve dinsel bir doğrultuda geliştirmişlerdir. Stoacı geçindiği halde Stoa öğretisine tüm karşıt bir tutumla Cicero, kimi insanların doğuştan bir köle doğasına sahip olduklarını ve el işleriyle uğraşanların en aşağı tabakadan bulunduklarını ileri sürüyor, Aristoteles’i izleyerek kazanç hırsını (krematistik) kınamaya çalıştığı halde tüccarlarla bankerleri bu kınamanın dışında tutmaya özen gösteriyordu (Bk. Roger Labrousse, Introduction a la philosophie Politique, Paris 1959, s.89). Cicero’ya göre “yasa, doğanın içinde bulunan ustur. Yapmamız gerekeni buyurur, yapmamamız gerekeni de yasaklar. İyi yasayla kötü yasayı doğa ölçütü birbirinden ayırır. Törebilimsel açıdan güzel olanla çirkin olanı da doğa ayırt eder. Anlak, doğanın içindedir ve oradan tüm evrene yayılmaktadır” (Des Lois, Fransızca çeviri, 1). Hense Leonard, haklı olarak şöyle der: “Eklektizm çeşitli sistemlerden şahsi zevke en çok uyanı seçen bir istikamet olup tamamen Romalı malıdır. Bu istikametin baş temsilcisi olan Cicero bilgi öğretisinde orta Akademianın verimli şüphesine tutunur, ahlakta Stoa’yla Peripatos ethik’i arasında bocalamaktadır. Felsefenin esasını tanımaksızın da Epikuros’a karşı savaşır” (Hense-Leonard, Helen-Latin Eskiçağ Bilgisi, Suat Yakup Baydur çevirisi, İstanbul 1948, c. 1, s.103).

    Annaeus Seneca (İ.S. 3-65), ruhun ölümsüzlüğüne inanmak gibi ruhçu çıkışlarına karşın, özellikle doğabilimi bakımından, Stoacılığa yeni değerler kazandırmıştır. Şu mektuplar, onun Stoacı düşüncelerini belirtmektedir: Ölçülü tutkuları olmak mı, ya da hiçbir tutkusu olmamak mı daha iyidir dersin Lucilius?..Bizim Stoacılar hiçbir tutkuyu istemiyorlar. Aristocularsa ölçülü olmak şartıyla kimilerine göz yumuyorlar. Ben, kendi payıma, bir hastalıktan vücudun nasıl yararlanabileceğini anlamıyorum. Korkma, elinden alınmasını istemediğin hiçbir şeyi senden ayıracak değilim. Ben ancak kötü ve bozuk olanı alacağım senin elinden. Şehveti ve sefihliği senden alıyorum ama, yaşayışını tatlı kılabilecek her şeyi sana bırakıyorum. Onlar seni yöneteceği yerde, sen onları yönet. Bütün tutkuların doğal kaynaktan çıktığını bilmez değilim. Bunlar, yaşamaya katlanabilmek için gereklidir. Ancak, şehvet ve sefihlik, yaşamaya katlanabilmek için değil, sadece kendileri için gereklidirler. O halde kapılarımızı bunlara kapayalım. Çünkü onları içeri almak kolaydır ama, dışarıya atmak zordur Lucilius… (Lucilius’a Mektuplar C16). Köle de ne demek oluyor Lucilius? Şehvet ve oburluğun yüzünden asıl köle sen değil misin? Hepimiz aynı kökten, aynı kaynaktan gelmekteyiz. Hiç kimse başkasından daha soylu değildir. Evlerinin avlusunu atalarının resimleriyle süsleyenler, soylu değil, ünlüdürler. Herkesin bir tek babası vardır, o da Gök-Tanrı’dır. Parlak ya da sönük basamaklarla herkesin kütüğü ona çıkar. (De Beneficiis, 28). Sadece namusun iyi olduğunu anlamadıkça, mutlu olamazsın Lucilius. Çünkü mutlu yaşamak için kuşkuyla titrememek gerekir. Bizi güvene götüren tek yol varsa, o da bütün dış şeyleri hor görmek ve namusla yetnmektir. Kendini erdeme değil de tâlihe bırakırsan özgürlüğünden olur, başkalarına boyun eğersin. Gerçek iyiler, aklın verdikleridir. Çünkü onlar sağlam ve süreklidir. Mutluluk budur Lucilius…(Lucilius’a Mektuplar L25).

    Epiktetos (İ.S. 50-130), ölümsüzlüğe inanmaz, bitimsiz bir yaşayışı düşünmeyi açıkça gülünç bulur. Eski stoaya bağlı sert bir ahlakçıdır. Efendisi sakat bacağını bükerek eğlenirken; yapma kırarsın, demiş. Bacak kırılınca da, hiçbir şey olmamış gibi, soğukkanlılıkla; kırarsın demedim mi, diye mırıldanmakla yetinmiş. Bu olay, onun Andreia erdemine ne büyük bir düşünce gücüyle bağlandığını tanıtlamaktadır. (İnsanların, kırılan bacağa katlanmak yerine, o bacağı kırdırmamak gerektiğini öğrenmeleri için daha pek uzun yıllar geçecektir) (N. Epiktetos, karşı koymanın elinde olmadığını bilerek davranmış ve ölüm ve bacağının kırılması arasında doğru bir seçim yapmış, belki de bacağının kırılması karşılığında özgürlüğüne kavuştu, insanların bacağını kırdırmamak için karşı koyabilmeleri için daha çok uzun yıllar geçecektir. N.) Tek satır yazmamıştı. Düşüncelerini, öğrencilerinin tuttuğu notlardan öğreniyoruz. Bu notlarda, örneğin şunları söylemektedir: Bilgelik, elimizde olan ve olmayan şeyleri bilmek ve ona göre davranmaktır. Elimizde olanlar davranışlarımız, elimizde olmayanlarsa vücudumuzdur. Senin olanı kendine ayır, senin omayanın yakasını bırak. En büyük felaket, ölümü felaket saymaktır. İsteklerinin herhalde gerçekleşmesini istiyorsan, sadece kendi elinde olanları iste. Her şeyin iki kulpu vardır. Biri onu taşımaya elverişli, öbürü değildir. Kardeşin sana bir kötülük ederse, onu sana kötülük ettiği yandan alma. Çünkü o kulp onu taşımaz. Kardeşin olduğu yandan al. Çünkü onu taşıyabilecek kulp, bu kulptur. Yapacağın işi ölç: o yükü kaldırabilecek misin? Güreşçi olmak istiyorsan, kollarına bak. Filozof olmak istiyorsan, başkaları kadar yemekle beraber, filozoflar kadar içmekle yetinip yetinemeyeceğini düşün. Bugün filozof, yarın tefeci, öbür gün Kayser’in vekilharcı olamazsın. Tek bir adam olman gerek, iyi ya da kötü tek bir adam. Bilge odur ki kimseyi kötülemez, kimseyi övmez, kimseden yakınmaz, kimseyi suçlamaz. O, bütün isteklerini kökünden söküp atmıştır. Yalan söylememek gerektiğini her zaman tanıtlarız ve her zaman yalan söyleriz. Gerekli olan, neden yalan söylememeli? Sorusunun karşılığını bulmak değil, yalan söylememektir. Doğa yasası, her doğanın ölmesini gerektirir. O halde ölmem gerek. Ben sonsuzluk değilim. Nasıl saat günün bir parçasıysa, ben de bütünün bir parçasıyım. Saat gelir geçer, ben de gelir geçerim. Geçip gitmenin biçimi hiç de önemli değil. İster sıtmayla olsun, ister suyla… görevimiz, elimizde olanı yapmak, üst yanına kulak asmamaktır. Deniz yolculuğuna çıkacaksam gemiyi, kaptanı, mevsimi seçerim. Çünkü bunlar benim elimdedir. Yolda bir fırtına koparsa umursamam, çünkü bu, benim elimde değildir. Nasıl kaptanı seçmek benim görevimse, fırtınayla uğraşmak öylece kaptanın görevidir, o düşünsün, bana ne. (Düşünceler- Sohbetler).

    İmparator Marcus Aurelius (İ.S. 121-180) da, Seneca gibi, ruhun ölümsüzlüğüne inanıyor. Bir yandan da, Epiktetos gibi, sert bir ahlakçıdır. Eski Stoa’nın, kendi kendisiyle hesaplaşmak (Nefis murakabesi) ilkesini en iyi uygulayanlardan biri olduğunu şu yapıtıyla da tanıtlamıştır: Kendime Bakışlar. Marcus Aurelius’a göre bizler, bir bağ kütüğü gibi yemiş vermek için yaşamaktayız. Aklımız, bedenimiz üstünde egemen olamayacak kadar güçsüzleşmişse, yaşamaktan isteğimizle ayrılmalıyız. Seneca’nın da dediği gibi, yeterince yaşamak elimizdedir. Marcus Aurelius şöyle demektedir: Doğaya uygun olarak yaşa ve ondan tasalanmadan ayrıl, tıpkı olgunlaşmış bir yemiş gibi. Yemiş olgunlaşınca, kendisini yaratmış olan ağaca ve toprağa minnet duyarak yere düşer…

    Antikçağ Yunan bölünemezciliği (Atomculuğu)’nun büyük ve güçlü ürünü Epikurosçuluk’tur. Epikurosçuluğun büyük ürünü de latin özdekçiliği’nin başlıca temsilcisi Lukretius’dur. Özdekçilik böylelikle eski Yunan’dan eski Roma’ya geçmiş bulunmaktadır. Bu öylesine bir geçiştir ki, yüzyıllarca sonra Batı’yı uyandıracak ve özdekçilik anlayışına geniş boyutlar kazandıracaktır. İdealizme pek yakışan bir güçlüler egemenliğinin vatanı olan Roma’da Lukretius, Roma’nın bütün görkemine direnen sağlam bir tohum gibidir. Roma egemenlerinin çıkarlarına uygun düşen dinsel ve gizemsel felsefenin temsilcileri Cicero, Seneca, Epiktetos ve Marcus Aurelius’un bütün çabalarına karşın bu tohum gittikçe verimli olmaktan alıkonulamamıştır. Benjamin Farrington, Epikuros’un Tanrıları ve Roma Devleti adlı yazısında şöyle der (The Modern Quarterly, sayı 3, c. 1, Londra, s.214): “Epikurosçuların ona karşı duydukları taparcasına sevgi Cicero’nun hoşuna gitmiyordu. Tusculenedes, İ.Ö. 45 yılında Epikurosçuluğun Roma’da yayılışına öfkeleniyor, başka bir felsefenin önerilmesini amaçlıyordu”. Epikuros özdekçiliği’nin Roma’da yayılışının başlıca etkenleri, onun ilk çeviricisi Amafiniusle Lukretius’dür. (Bilinmesi gerekir ki Lukretius, Roma’da kendisinden hiç söz edilmemek yoluyla baltalanmıştır. Kimi incelemecilere göre bu susku, örgütlenmiş ve bilinçli bir suskudur. Çağımızda da uygulanan bu yöntem bir dereceye kadar etkendir. Nitekim Lukretius’un kişiliği ve yaşamı üstüne bu yüzden hemen hiçbir bilgi kalmadığı gibi, yazılarının çoğu da yitip gitmiştir). Günümüze kalan parçalarından birinde Lukretius şöyle der (Lukretius, Nesnelerin Doğası Üstüne, kitap 2, satır 59-63): “Kendi zenginliklerini artırmak için vatandaşlarının kanlarını dökerler. Cinayet üstüne cinayet işleyerek zenginliklerini iki katına çıkarırlar. Kardeşlerinin cenaze törenleri onlar için haz konusu, yakınlarının sofraları kin kaynağıdır”. Lukretius’un bütün düşüncelerini ve Epikuros özdekçiliğine katkısını De Rerum Natura adını taşıyan bu şiirden öğreniyoruz. Bu şiir altı kitaba bölünmüştür.

    Lukretius’a göre evren, sürekli olarak devinen özdekten meydana gelmiştir, başlangıcı ve sonu yoktur, yaratılmamıştır ve yok olmayacaktır, zaman ve uzay, devinen özdeğin dışında varolamaz, bunlar birbirleriyle bağıntılıdırlar, özdeğin bölünebilirliği atomda biter, evrenin bütün değişik görünüşlerinin içinde bu atomlar vardır, doğayı açıklamada yaratıcı ilkeler hayal etmek yanlıştır ve yalandır, sonsuz olan evrende sayısız dünyalar vardır, bu dünyalar hep aynı atomsal özdekten meydana gelmişlerdir, devim özdeğin bir özelliğidir ve hiçbir doğadışı varlığın fiskesiyle meydana gelmiş değildir, demir gibi en katı cisimlerin bile içi sonsuz bir devimle devinmektedir. Görüldüğü gibi çağdaş bilimin birçok verileri bu şiirde verilmiştir.

    Dikkat edilmesi gereken nokta bu gibi özdekçi düşüncelerin her zaman şunlar gibi sosyo-ekonomik gözlem ve düşünceleri de birlikte getirmiş olmasıdır:”İnsanların gümüş ve altın damarlarını izlediği, toprağın derinliklerinin demirle araştırıldığı bu yerlerde Scaptensula’nın dibinden pis kokulu bir soluk yayılır. Madencilerin yüzleri ve tenleri bu zararlı soluk altında çöker. Onların neden çabuk öldüklerini ve ne türlü çetin bir baskıyla bu uğraşıya boyun eğdirildiklerini, varlıklarının nasıl bir güvensizlik içinde olduğunu hiç görmediniz ya da duymadınız mı?”(İbid, Kitap 6, satır 808-815). Bu birlikteliğe dikkat etmekle toplumsal-ekonomik düşüncelerin neden özdekçiliği gerektirdiği ve özdekçiliğin neden toplumsal-ekonomik düşüncelerden bağımsız olamayacağı daha iyi anlaşılır. Lukretius, zorunlu olarak, felsefeyi toplumun sorunlarına bağlamıştır. Bu şiirde ileri sürdüğü ‘ortak kuruluş’ ve ‘ortak iyi’ kavramları yanlış olarak bireyci sayılan Epikurosçuluktan çok daha tutarlı olan, Lukretius toplumculuğunu belirtir.

    Lukretius bunlardan başka doğaya hiçbir şeyin kumanda etmediği ve edemeyeceği, doğada nesnel yasaların varbulunduğu ve doğanın bu yasalara göre geliştiği, bu yasaların nesnel oldukları kadar da zorunlu bulundukları, düşüncenin nesnel gerçeğin bir yansıması olduğu, sevinç ve acı izlenimlerimizin duyumlarımız ve algılarımızla meydana konduğu vb. gibi şaşkınlık verici çağdaş düşünceler ileri sürmüştür.

    Unutulmamalıdır ki bu düşünceler Muhammed’den ve İsa’dan önce ileri sürülmüşlerdir, yürmibir yüzyıllık bir kıdemleri vardır.

    Lukretius’a göre kendiliğindenlik evrenin oluşmasında temel yasadır. Şöyle der: “Evrenin atomlarının yerli yerine yerleştirilmiş olmaları, bir kafanın hazırladığı bir plana göre olmuş değildir. Evrenin içinde bin bir türlü değişime uğradıktan, sonsuzluk boyunca sarsılıp yerlerinden edildikten sonra, her çeşit devinmeleri ve birleşmeleri deneye deneye sonunda evreni meydana getiren bir düzene ulaşmışlardır” (İbid, kitap 1, satır 1024-1028). Demek ki bu düzen kendiliğinden elde edilmiş, evren kendi kendini deneye deneye kurmuştur. Her şeyin bir başlangıcı, bir yaşamı ve bir sonu olduğu yolundaki eytişimsel tez, Luretius’ta bütün açıklığıyla dile getirilir:”Devinmeler, varoluşa ne kesin olarak üstün gelebilirler ve ne de onu koruyabilirler. Meydana gelmiş olanı tümüyle yıkamayacakları gibi meydana getirdiklerini koruyamazlar da. Varolma ve yokolma arasındaki savaş bu yüzden sonsuzca eşit koşullarda sürüpgider. Yaşam, kimi zaman burada ve kimi zaman orada üsttedir, ölüm de öyle. Aydınlık denizin kıyılarına ayak basan çocuğun yaşam viyaklamaları, ölümün hüzün verici iniltilerine karışır. Bu iki oluş birbirine karışmadan hiçbir gecenin ardından gündüz gelmediği gibi hiçbir gündüz de geceye dönmemiştir”(İbid, kitap 2, satır 569-580). Demek ki evren sonsuz bir oluş içindedir. Fransız düşünürü J.J. Rousseau’nun Toplumsal Sözleşme’nin kaynaklarından biri de Lukretius’dür. Lukretius’a göre insanlar, birbirlerine zarar vermemek için bir sözleşmeyle birbirlerine bağlıdırlar. Tüze, tanrısal değil doğaldır. Her ikisi de düşünceci yapıda olmakla bereber Lukretius’un sözleşmesi, Rousseau’nunkinden daha anlaşılır bir niteliktedir. Çünkü Rousseau’nun sözleşmesi bir uzun düşünüp taşınma sonunda bilinçle gerçekleştirilmiştir, Lukretius’unkiyse doğal ve eylemseldir. Epikurosçu ataraxia, Lukretius’un büyük şiirsel değeri bulunan dizelerinde şöyle dile gelir: “Doğanın ne istediğini duymuyor musunuz? Beden için acıdan uzak, tin için tasasız olmaktan başka bir isteği var mı ki?” Acıyı dindirebilen, tasayı yok edebilen her şey ona sevinç verir. Doğa, doğa olarak, bundan başka bir şey istemez. Eğer bizim evimizde ellerinde geceyi aydınlatmak için meşaleler tutan heykeller yoksa, her yanı gümüşle ışıldamıyor ve altınla parıldamıyorsa, gitar sesleri duvarlarını çınlatmıyorsa ne çıkar, bir akarsu boyunda, bir ağacın dalları altında, dostların arasında, taze çimenlerin üstüne uzanarak, kolayca ve masrafsızca, kendimizi dinçleştirebilmek, hele hava bize gülümsüyorsa ve mevsim yeşil otların arasına çiçekler serpiştirmişse…bize yeter” (İbid, kitap 2, satır 17-33). Bk. Stoacılık, Epikurosçuluk. (Felsefe Sözlüğü-Orhan Hançerlioğlu, s.344-347)
    Cevap Yaz Arama Yap

    Cevap Yaz




    Başarılı

    İşleminiz başarıyla kaydedilmiştir.