Nedir.Org
Soru Tara Cevapla Giriş


Cevap Ara?

14.756.348 den fazla soru içinde arama yap.

Sorunu Tarat
Kitaptan resmini çek hemen cevaplansın.

Ahlak Felsefesi Açısından Bir Vejetaryenlik Savunusu: Vejetaryenizmi, Etik Olarak Nasıl Temellendiririz?

Bana yardimci olur musunuz ...

Bu soruya 1 cevap yazıldı. Cevap İçin Alta Doğru İlerleyin.
    Şikayet Et Bu soruya 0 yorum yazıldı.

    İşte Cevaplar


    Zeus

    • 2021-05-05 23:36:01

    Cevap :

    İnsanlar ile insan olmayan canlılar arasında birçok farklı etkileşim vardır. Köpekler, kediler, kuşlar ve hamsterlar gibi bazı hayvanlar, bizimle beraber evlerimizde yaşar. Fareler, böcekler ve yılanlar ise çoğunlukla uzak durmamız gereken hayvanlar olarak bilinir (elbette bunları da evinde besleyen çok sayıda insan vardır). İnek, domuz ve tavuk gibi hayvanların taze et, süt veya yumurtaları, insanlar tarafından tüketilsin diye, endüstriyel olarak çoğaltılırlar. Bazı hayvanlar ise insanlar tarafından laboratuvarlarda denek olarak kullanılır, “spor amaçlı” avlanır veya sirk ve hayvanat bahçelerinde eğlence amaçlı tutulur veya petshoplarda (hayvan dükkanlarında) satılır.

    Peki bu etkileşimlerin ahlaki boyutunu hiç düşündünüz mü? Hayvanlara karşı ahlaki bir sorumluluğumuz var mı dersiniz? Hayvanlar, insana hizmet etmek üzere var olan canlılar mı, yoksa insanlardan tamamen bağımsız ve özgür bir ahlaki statüye sahipler mi? İşte bu soru, Ahlak Felsefesi disiplinindeki en güncel tartışma başlıklarından biridir.

    (Etik Çerçeve

    Ahlak felsefesinin üç önemli alt dalı Metaetik, Normatif Etik ve Pratik Etik olarak bilinir. Özellikle Pratik Etik disiplini, birçok açıdan oldukça dikkate değer inceleme alanlarına sahiptir. Bunlardan en önemlileri şunlardır:İdam, her koşulda ve her zaman için ahlaken yanlış mıdır? (İdam Problemi)Kürtaj bir cinayet mi yoksa kadınların kendi bedenleri üzerindeki tasarruf hakkı mı? (Kürtaj Problemi)Ötanazi hakkı ahlaken makul müdür? (Ötanazi Problemi)Et yemek zorunda mıyız? Vejetaryenlik ahlaken doğru bir pozisyonu mudur? (Veganizm Problemi)

    Vejetaryenizm ve hayvan haklarına yönelik nasıl bir ahlaki tutum içerisinde olmamız gerektiğiyle ilgili olan son soru, 1960’lardan günümüze dek ahlak felsefesi alanında yapılan birçok tartışma ile beraber, gündelik hayatımızda kendini daha çok göstermeye başlamıştır. Peki ama bu soru nasıl ele alınabilir? Et yemek zorunda mıyız? Veya konu, sadece “et yiyip yememek” mi? Hayvan deneyleri, petshoplar, sirkler ve diğer güncel örneklere dair ahlak felsefesi bize söyleyebilir?

    Sınırları çizerek başlayalım: Biz bu yazımızda; ekolojik, tıbbi ve dini sebeplerden ziyade, yalnızca etik sebeplere odaklanacağımızı belirtmek isteriz. Ekolojik sebeplerin de etik sebepler ile birçok bağlantısı olduğu ileri sürülebilir ve bu yöndeki argümanlar da incelenmeyi hak etmektedir ve gerçekten de literatürde bu konu, sıkça tartışılmaktadır. Biz, bu yazının kapsamında bir dereceye kadar ekolojiden söz edeceğiz; fakat ana çerçevemiz etik olacaktır. Bu konuya dair ilk kez okuma yapmak isteyenler şu yazıyla başlayabilirler.Vejetaryen/Vegan Olmak İçin Gerekçeler

    İnsanlar, farklı gerekçelerle vejetaryen bir yaşam biçimini tercih etmektedir. Bu gerekçeleri dört ana başlıkta ele alabiliriz:Etik gerekçeler: Hayvanların yaşam hakkı, acıdan kaçınma hakkı, ahlaki failler olması gibi gerekçelerden dolayı vejetaryenliği seçenler,Ekolojik gerekçeler: Endüstriyel hayvancılığın tarım alanlarını daralttığı, vahşi sulamaya sebep olduğu, küresel ısınmayı hızlandırdığı gibi sebeplerle vejetaryenliği seçenler,Sağlık gerekçeleri: Vejetaryen diyetin kolesterol veya kalp damar hastalıklarını azalttığı veya insan fizyolojisine daha uygun olduğu gerekçesiyle vejetaryenliği seçenler,Dini gerekçeler: Çoğunlukla Doğu Asya dinleri veya Yedinci Gün Adventistleri gibi inançları gereği bazı canlıları tüketmeyenler.

    Bu dört başlık altında özellikle Yedinci Gün Adventistleri hakkında birçok bilgi kirliliği bulunmaktadır. Bu Hristiyan topluluğun tam bir vejetaryen diyette olduklarını söylemek zordur. Daha sağlıklı bilgi almak için Türkiye temsilciliklerinin internet sitesine bakmanızı tavsiye ederiz. Buradaki açıklamalarına göre, yarık tırnaklı ve geviş getiren birçok memeliyi tükettikleri görülmektedir.Kültür, Hayvanlar ve Bazı Tarihsel Örnekler

    En temel de şunu unutmamak gerekir: Biyologlar ve biyokimyagerler gibi temel bilim dallarında çalışanlar için vejetaryenlik ve veganizm bir diyet olarak tanımlanır, çünkü “diyet” sözcüğü, bir türün veya türün belli bir bireyinin “beslenme alışkanlıkları” veya “besin dağılımı” anlamına gelmektedir. Örneğin çoğunlukla et tüketen bir aslan, etçil bir diyete sahiptir. Hem et hem ot yiyen bir canlıya hepçil diyetle besleniyor deriz. Örnekler çoğaltılabilir; ancak halk arasında “diyet” sözcüğü, “kilo vermek için yapılan davranış” olarak algılandığı için, “teori” sözcüğünde de gördüğümüz bu terminolojik çatışma, kimi zaman karmaşaya neden olabilmektedir. Örneğin Evrim Ağacı sınırlarında vejetaryen veya vegan beslenmeden “diyet” olarak bahsedildiğinde, bilimsel terminolojinin takip edildiği hatırlanmalıdır. Öte yandan vejetaryenlik ve veganizm, yalnızca bir beslenme alışkanlığı, yani tabağınızda ne olup olmadığıyla ilişkili de değildir; bundan çok daha fazlasıdır. Bu sebeple vejetaryenizm ve veganizmi, modern dünyanın hayvan sömürüsü üzerine inşa edildiğini ileri süren, toplumsal bir boykot ve alternatif yaşam biçimi olarak görmek yerinde olacaktır.

    Bu yaklaşımlar veya onlara yakınsanan et yememe biçimindeki görüşler, her ne kadar 20. yüzyılın toplumsal ve entelektüel çehresinde yükselen bir eğilimi gösterse de, tarih boyunca bir şekilde sürekli gündemde olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Nihayetinde yemek yemek, birçok açıdan oldukça önemli konu başlıklarını da gündemimize getirmektedir.

    Vegan ve vejetaryen kelimelerinin Latince “bütün, sağlıklı, taze, canlı” anlamına gelen “vegetus” sözcüğünden geldiği ifade edilmektedir. Voltaire; “et”, “besleyen”, “yaşamı destekleyen şey” anlamına gelen victus‘a da dikkat çeker; buradan ise viventia kavramının doğduğunu söyler. Veganizm kavramının bugün ki anlamıyla ilk kez Donald Watson tarafından kullanıldığı da sıkça dillendirilmektedir.

    Yemek yemek, sandığımızdan çok daha derin ve farklı anlamları olabilecek bir eylem ve ihtiyaçtır. Yalnızca bireysel eylemlere indirgemeksizin, toplumsal ve tarihsel olarak da geniş bir ilişki ağında incelenmeyi hak eder:Yahudilerin, Yahudi olmayanların (“gentil”) sofrasına oturmamaları gerektiğine yönelik kutsal emirleri vardır. Ayrıca Yahudiler, “koşer” (כשׁר veya Kaşer), yani onlara özgü olan yeme alışkanlıklarına uygun olarak beslenmelerinin emredildiğine inanırlar. Buna göre bazı hayvanların etinin yenmesi yasak, bazılarının ise serbesttir.Karada yaşayanlardan geviş getiren ve çift tırnaklı olan hayvanların yenmesi serbest, bu özelliği taşımayanlar ise yasaktır; bunlara ek olarak domuz, tavşan ve deve eti yasaktır.Her türlü böcek, sürüngen ve kemirgenin yenilmesi yasaktır.Kuşlardan Tevrat’ta ismi geçen yirmi kuş dışında kalanların yenilmesi yasaktır.Balıklardan pullu ve yüzgeçli olanlar dışında kalanların, kabuklu hayvanların (midye, istiridye) ve ahtapot, kalamar, ıstakoz, karides, kerevit, yengeç, denizkestanesinin yenilmesi yasaktır.Yenilmesi yasak olan hayvanlardan çıkan yumurta, süt gibi her türlü ürünün (bal hariç) yenmesi yasaktır.Ayrıca Yahudilerin Naoşit veya Noaşik kurallarına göre, içinde kan olan, yani henüz ölmemiş bir hayvanın etini yemeleri yasaktır.Brahmanlar’da olduğu gibi, Doğu Asya dinlerindeki farklı yeme alışkanlıkları ve veganizme yakınsanan kuralları olduğu çok zaman dillendirilmiştir.İbrahimi dinlerden İslam’da, Tanrı’nın hangi hayvanların yenilebilip hangilerinin yenilemeyeceğine dair kutsal ayetler ve sahih hadisler mevcuttur. Kur’an-ı Kerim’in Bakara Suresi 173. Ayet’ten bir örnek verecek olursak: “Allah size yalnızca murdar eti, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça kendisine günah yoktur. Biliniz ki Allah bağışlayan ve esirgeyendir.”Papa III. Gregor, Hristiyanlara, Kuzey Avrupa Vandallarına benzeyecekler kaygısı ile at etini yemelerini yasaklamıştır.[1]3. ve 10. yüzyıllarda etkili olan Mani dininin de hayvanların öldürülmesine karşı olduğunu biliyoruz. Hatta ünlü yemek duaları şöyledir:[2] “Ey ekmek! Buğdayını ben biçmedim, ununu ben öğütmedim, mayanı ben hazırlamadım, seni ben pişirmedim – bunları hep başkaları yapıp bana getirdiler, onun için seni hiçbir suçum olmadan yiyorum.”

    Bunların yanı sıra birçok felsefe tarihçisinin bildiği gibi, M.Ö. 6 yüzyılda Yunanistan ve İtalya’da yaşamış olan matematikçi ve filozof Pythogaras, kurduğu toplulukta vejetaryen bir diyet önermiş ve kendisi de muhtemelen bu diyete uymuştu. 3. yüzyılda yaşamış olan Yeni Platoncu Porfirios’un da vejetaryen olduğunu ve bu konuda“De abstinentia” (Perhiz Üzerine) adlı bir metin kaleme aldığını biliyoruz. 1709 yılında Philippe Hecquet, kaleme aldığı “Trainê des dispenses du cêreme” (Perhizden Muafiyet Üzerine) adlı metinde, bitkisel ve vejetaryen beslenmenin insan fizyolojisi için daha uygun olduğunu öğütlüyordu. Orta Çağ’da Bulgaristan’da yaşadıkları bilinen Bogomiller’in de yılan dışında hiçbir hayvana karşı şiddet yanlısı olmadıkları, hatta kimi tarihçilere göre hayvan eti yemedikleri söylenir.[3]

    Daha yakın zamana gelirsek, modern felsefenin kurucularından kabul edilen Descartes’in hayvanları bir makineye benzetmesi ve ruhlarının olmadığı, bu sebeple de üzerlerinde deney yapılabileceğini söylediğini biliyoruz. Böylesi bir iddiaya yönelik Voltaire’nin itirazının hala geçerli olduğunu bir vegan ve vejetaryen de kabul edilecektir: Voltaire, “mekanikçi” diye seslenerek, Descartes’e şöyle cevap veriyordu:[4]

    Hayvanların zekadan ve duygudan yoksun basit birer makineler olduğu, hep aynı şekilde hareket ettikleri, hiçbir zaman bir şey öğrenmedikleri veya hiçbir şeyi eksiksiz yapamadıkları gibi şeyler söylemek ne kadar acı ne büyük sefilliktir! (…) Söylesene mekanikçi; doğa, bu hayvanda görmüş olduğunu tüm bu duyu organlarını hayvan hissetmesin, onları kullanmasın diye mi vermiş ona? Hissetmesinler, kullanmasınlar diye mi sinirleri var? Doğada böylesi yaman bir çelişki olabileceğini sakın ha aklına getirme.

    Hiç şüphe yok ki hayvanlara bakış açımızı etkileyen en önemli gelişmelerden biri, Charles Darwin ve çağdaşlarının yaptığı çalışmalardı. Darwin’den önce sık sık hayvanlar ile aramızdaki farklılıklara odaklanan birçok yaklaşım, görece daha çok ön plandaydı. Fakat evrimsel biyolojinin giderek büyüyen bilimsel başarısı, bizi farklılıklardan ziyade ortaklıklar üzerine de düşünmeye sevk etmişti.

    Günümüze daha yakın dönemde ise, iki isim, felsefe dünyasında tüm dikkatleri tekrar veganizm ve hayvan haklarına çekecekti: Peter Singer ve Tom Regan.

    Günümüzde yalnızca İngiltere’de 3.5 milyon kişi kendini vegan olarak tanımlıyor ve et tüketmiyor.[5] Görülen o ki veganizm ve vejetaryenizm, birçok farklı alanda daha kendini göstermeye devam edecek. Ekonomik, politik, dini veya kültürel tartışmaları uzmanlara bırakıp, biz ahlak felsefesi açısından konuyu ele almaya devam edelim. Öncelikle bazı temel tanımlara bakalım.Vejetaryenliğe Temel Düzeyde GirişBaşlıca Tanımlar

    Öncelikle vegan/vejetaryenliğe dair başlıca pozisyonlara bakalım.[6] Bu pozisyonların, neredeyse hepsinin en önemli ortak yönü, “hayvansal et” tüketmemektir:Ovo-Lakto Vejetaryen: Yumurta ve süt ürünleri tüketen vejetaryenlik biçimi olup vejetaryenliğin en ‘popüler’ biçimidir.Ovo vejetaryen: Yumurta tüketen fakat süt ürünleri tüketmeyen vejetaryenlik biçimi.Lakto Vejetaryen: Süt ürünleri tüketen fakat yumurta tüketmeyen vejetaryenlik biçimi.Katı Vejetaryen: Veganizmin başlangıcında olan anlamına gelir, ancak Vejetaryen başlığı altındaki tüm ilkelere uyan bir vegan veya vejetaryen anlamında da kullanılabilir.Yarı Vejetaryen: Ortalama insanlara göre çok daha az et tüketen kişi. Genellikle balık ve/veya beyaz et tüketip kırmızı et tüketmezler. Fleksitaryen olarak da bilinirler, yani et tüketimini olabildiğince az bir düzeyde tutarlar ve çoğunlukla et tüketmemeye çalışırlar.Sözde/Sahte Vejetaryen: Vejetaryen olduğunu iddia eden ama olmayan kişidir. Bu tanımlama, özellikle yeni vejetaryen olanlar ve kafası karışık olanlar için kullanılır. Bu tanımlamaya denk düşen kişiler vejetaryen olduğunu söylemesine rağmen, balık veya tavuk yemeye devam eder.Pesketaryen: Vejetaryen diyetin yanı sıra balık ve kabuklu deniz ürünleri de tüketen fakat et, av hayvanı veya kümes hayvanı tüketmeyen kişidir. Sözde/sahte vejetaryenlerin aksine, vejeteryan olmadıklarının farkındadırlar. Bazen tam bir vejetaryen olmak adına basamak olarak görülen bir durumu ifade eder.Frutaryen: Veganlık ile oldukça benzerdir, yalnızca bitkinin ölmesine sebep olmayacak şekilde beslenmeye dikkat ederler. Örneğin elma yemek için bitki öldürmek gerekmez; bu yüzden elma yerler, fakat havuç veya patates için aynı durum söz konusu değildir.Freeganlık: Çöpe atılmış ve ücretsiz olan yiyecekleri tüketerek beslenen, bir tür vegan diyet biçimidir. Bu tanımlama “israf” kavramı ile daha yakın anlamlı olup atık gıdaların geri dönüşümü ve politik sebeple ile ilişkidir. Freeganların “fakir oldukları için” bunu yaptıklarını düşünmek doğru değildir.Çiğ Yiyecek Veganlığı: Veganizm ile çiğ gıdacılığı birleştiren bir yaklaşımdır. Bu diyette, hem hayvansal kaynaklı olanlar hem de 46 santigrat derecenin üzerinde pişirilen yiyecekleri tüketmez. Çiğ sebze ve meyveler, fındık ve kabuklu yemiş ezmeleri, tahıl ve baklagiller, tohumlular, bitkisel yağlar, deniz sebzeleri, otlar ve taze meyve sularını tüketirler.Süt Dışı (Nondairy): Kabaca süt ve süt ürünleri tüketmeyenler için kullanılır.Etsiz: Yumurta, süt ve peynir gibi et içermeyen ürünleri tüketilirler. Fakat tartışmalı bir kavram gibi görünmektedir; çünkü bazen hayvansal yağlar, deniz ürünleri, balık veya kümes hayvanları tüketilmektedir.Hayvanlara Dair Üç Farklı Ahlaki Pozisyonİstisnacılık: Hayvanlara Karşı Hiçbir Ahlaki Görevimiz veya Sorumluluğumuz Yoktur!

    İnsanların hayvanlara karşı direkt olarak herhangi bir sorumluluğu olmadığını savunan bu görüşe göre, insanlar “istisnadır” ve hayvanlarla ilgili her ahlaki görev, çıkarımsaldır. Eğer köpeğinize zarar vermek yanlışsa, bunun sebebi köpeğinize karşı bir yanlışın yapılmış olması değil, bunu yapmanın size karşı yanlış olmasıdır.

    İstisnacılara göre hayvanların ahlaki fail olması ve onlara karşı ahlaki sorumluluklarımız bulunması için bazı kriterler olmalıdır. Fakat hayvanlar bu kriterleri karşılamamaktadırlar. Örneğin kimi İstisnacılar, ahlaki sorumlulukların toplumsal yapılara göre belirlendiğine ve hayvanların toplumsal sözleşmede bulunamamalarından ötürü bu alanın dışında olduklarına inanabilir. Veya bir şeyin ahlakla ilgili olabilmesi için bir öznenin tercihlerinin olması, ahlaki yargıda bulunabilmesi veya etik hakkında gerekçelendirme yapabilecek kapasitede olması gerektiğine ve hayvanların bu özelliklerden yoksun olduklarına inanabilirler. Bu argümanı şu şekilde ifade edebiliriz:Bir bireye karşı ahlaki yükümlülüklerimiz, ancak o birey spesifik bir P özelliğine sahipse vardır.Bütün insanlar P’ye sahiptir.İnsan olmayan hayvanlar, P özelliğinden yoksundur.Bu nedenle, insanlara karşı ahlaki görevlerimiz vardır; ancak hayvanlara karşı yoktur.

    İstisnacılar bu argümanda P’nin ne olduğunu açıklayabilmeli ve ahlaki olarak niçin bir kriter olduğunu gerekçelendirebilmelidir. Kimi felsefeciler, İstisnacılar ile Türcülük arasında birçok ortak motif olduğunu iddia etmektedir.Abolisyonizm ve Refahçılık: Hayvanlara Karşı Ahlaki Sorumluluklara Sahibiz!

    Bu görüş, Abolisyonizm ve Refahçılık olarak sınıflandırılabilir: Her iki yaklaşım da, hayvanların, özellikle de hissedebilen canlıların, ahlaki bir fail olduğunu ve onlara karşı ahlaki sorumluluğumuz olduğunu iddia ederler. Hayvanları öldürmek, onlara gereksiz acı çektirmek, onları eğlence veya ticaret için alıp satmak gibi ahlaken doğru olmayan bu eylemlere karşı vegan bir yaşam biçimi ve alternatifler sunarlar. Özellikle Abolisyonistler, hayvanların insan için araçsallaştırıldığı her faaliyete karşı çıkıp veganizmi benimsemektedir.

    Diğer yandan kimileri için İstisnacılık ve Abolisyonizm’in arasında kalan bütün diğer yaklaşımlar, Refahçılığın farklı biçimleridir. Refahçılar, İstisnacıların hayvanlara karşı ahlaki sorumluluklarımız bulunmadığı ve onların ahlaki fail olmadığı görüşüne karşı çıkarlar; fakat kimi Refahçılar, gereksiz acı çekmedikleri müddetçe, hayvanların kaynak olarak kullanılmalarına karşı değildir. Tabii ki, Refahçılar arasında “gereksiz acı çektirme” gibi kavramların nasıl tanımlandığına göre oluşacak büyük farklılıklar vardır. Bazı Refahçılar vegan veya vejetaryenken; bazıları hayvan tarımı, avlanma veya hayvan deneylerini destekler. Ancak şunu söylemek mümkündür: Hem Refahçılar hem de Abolisyonistler, “tür” kavramının biyolojik olduğunu ve ahlaki bir değer taşımadığını düşünür.Hayvanlara Karşı Sorumluluğumuza Yönelik Temel Argümanlar

    Şimdi, hayvanlara karşı ahlaki sorumluluğumuz olduğuna dair bir argüman öne sürelim:Hayvanlar acıyı hissedebilir.Acı kötüdür.Bir varlığa, iyi bir neden olmadığı sürece kötü bir şey yapmak yanlıştır.O halde, iyi bir nedeni olmadığı müddetçe hayvanlara acı çektirmek yanlıştır.

    veyaHayvanlar akıl yürütme, hissetme, iletişim kurma gibi becerilere sahiptir.Bu becerilere sahip canlılar, ahlaki faildir.Bir ahlaki faile, iyi bir neden olmadığı müddetçe kötü bir şey yapmak yanlıştır.O halde, iyi bir neden olmadığı müddetçe hayvanlara kötü bir şey yapmak yanlıştır.

    Şimdi, şu soru sorulabilir: Hayvanlara gereksiz acı çektirmek için iyi bir sebebimiz var mı? Bu soru, Refahçılar ve Absolistyonistler arasında devam eden birçok spesifik tartışmaya sebep olmaktadır. Fakat biz bu soruyu yazımızda daha geniş bir çerçeve de ele alacağız.

    Vegan/vejetaryen bir argüman daha öne sürerek devam edelim. Öncelikle Tyler Doggett‘ten ödünç aldığımız şu argüman şemasına bakalım:X yanlıştır.Y, X’i çerir. Dolayısıyla,Y yanlıştır.

    X olmaya aday eylemler:Ortada başka türden alternatifler varken hayvanlara acı vererek yiyecek haline getirmek,Hayvanları …. niyetiyle öldürmek,Hayvanları … için tahakküm altına almak,Hayvanlara yalnızca araç olarak muamele etmek,Hayvanların varoluş nedenlerini yiyecek olarak görmek,İnsanlara zarar vermek,Çevreye zarar vermek.

    Y olmaya aday eylemler:Endüstriyel hayvan çiftlikleri,Serbest dolaşım çiftlikleri,Eğlence amaçlı avcılık,Sirkler.

    Diğer yandan bazı ahlaki vejetaryenler şu argümanı da kullanır:Ortada başka mevcut alternatifler varken, hayvanları yemek için yetiştirmek ve bu sırada onlara acı çektirmek, ahlaken yanlıştır.Endüstriyel hayvan çiftlikleri ortada başka mevcut alternatifler varken hayvanları yemek için yetiştirirken onlara acı çektirir. Dolayısıyla,Endüstriyel hayvan çiftlikleri ahlaken yanlıştır.

    “Gereksiz acı çektirmek” önemli bir eklemedir; çünkü hayvanınızı hastalıktan korumak için ona aşı yapmak veya bir bebeği kurtarmak için pitbull’u kulağından tutup çekmek “gerekli veya iyi bir nedene dayanan acı” olabilir. Biz burada, alternatifi var iken, zorunlu olarak var olması gerekmeyen acıları ima ediyoruz. Et yemek, çoğu vejetaryen için bu anlamda, “alternatifi varken gereksiz acılara sebep olan ahlaki bir acı veya kötülük” olarak tanımlanabilir. Buradaki alternatifin, et yememek ve vejetaryen bir diyet olduğunu tahmin etmişsinizdir.Vejetaryenizmi Ahlak Felsefesi ile Temellendirmek

    Yazımızın bundan sonraki kısmında vejetaryen ve vegan kelimelerini aynı anlamda, özellikle de etik gerekçelerle et tüketmeyen anlamına kullanacağımızı belirtmek isteriz. Ayrıca bu yazının yazarı da bir vejetaryen felsefeci olarak, “tarafsız olma” iddiasında değildir. Bu açıdan, bu yazının sorumluluğu bizzat yazara aittir. Ayrıca tüm veganları/vejetaryenleri temsil ettiğimiz iddiasında değiliz. Bu nedenlerle, yazımızın bu noktasından itibaren, çoğunlukla 1. tekil şahıs anlatımı kullanacağım.Başlangıç Noktası: Hayvanlar Değerli midir?

    Öncelikle “değer” kavramının ve kelimesinin muğlak ve tanımlanması zor bir anlamı olduğunu kabul ediyorum. Fakat bu ilk etapta, eğer bir metaetik veya metafelsefe çalışması ile ilgilenmiyorsanız, bu, o kadar da önemli değildir. Temel gündelik ve ahlaki sezgilerimiz ile ailemize, arkadaşlarımıza, emeğimize, inançlarımıza, anılarımıza olduğu kadar diğer canlılara da değer verdiğimizin, bazen farklılıklar olsa da, hepimiz bir biçimde farkındayızdır. Bu sebeple, Moore’cu ahlaki sezgiciliğe başvurarak; değerin, tanımlanması zor olsa da temel bir “iyi” olduğunu varsayıyorum.

    Hayvanların, içsel veya ahlaki (veya en yalın haliyle) bir değere sahip olduğunu iddia ediyorum. Eğer hayvanların bir değeri olduğunun kanıtlanamayacağını iddia ediliyorsa, insanın içsel bir değeri olup olmadığını ve bunun nasıl kanıtlandığını sorabiliriz. İnsanları değerli görüp hayvanları değerli görmemek mümkün mü? Bu bize göre mümkün değildir. Nozick’in ünlü örneğini kullanarak basit bir düşünce yapalım:[7]

    Garip bir nedensel bağlantı dolayısıyla, parmaklarınızı şıklatmanızın; mutlu ve sahipsiz 10.000 ineğin, büyük acılar ve ıstırap çekerek (veya acısız da olabilir) ölmesine neden olacağını biliyorsunuz diyelim. Bu durumda parmaklarınızı şıklatmanız, tamamen doğru olur mu? Bunu yapmanın ahlaki olarak yanlış olduğunu gösteren bir neden var mıdır? Çoğu kişi, ortada hiçbir zorunlu sebep olmaksızın bunu yapmanın yanlış veya en azından doğru olmayacağını söyleyecektir. Bu, yalnızca kendini vahşi hissetmenize sebep olmaz, gerçekten de sizi “vahşi” biri de yapabilir. Öyle görülüyor ki bu düşünce deneyinde, acı çeksinler ya da çekmesinler 10.000 hayvanı basit bir parmak şıklatması ile öldürmenin vahşice görünmesinin ardında yatan sebep, yalnızca “basit bir parmak şıklatması” veya “ortada zorunlu bir sebep olmaması” değil, aynı zamanda hayvanların bir değeri olmasıdır.

    Düşünce deneyini biraz değiştirelim ve yalnızca parmak şıklatmanız ile 10.000 taşın yere düşeceğini ve bundan hiçbir canlı veya cansız unsurun zarar görmeyeceğini düşünelim. Bu durumda ortada yanlış olan bir şey var mı? Yok gibi görünüyor, çünkü eylemlerimizi; sonuçlarına, hangi ahlaki ilkeleri çiğneyip çiğnemediğine, diğer ahlaki failler üzerinde bir etkisi olup olmadığına veya ahlaki erdemlerimiz ile tutarlılığına göre değerlendiririz.

    İlk örnek durumda ineklerin ölmesi ve ikincisinde ise yalnızca taşların düşmesi arasında büyük bir fark var gibi görünüyor. İşte bu sezgisel olarak farklı gördüğünüz şeyin, ineklerin değerli olduğuna yönelik iddiamıza dayanak olduğunu iddia ediyoruz.

    Şimdi, üçüncü bir örnek durum ekleyelim: Bu sefer yalnızca parmak şıklatmanız ile 10.000 bebek acı çekerek veya çekmeyerek ölüyor olsun. Bu durumu ahlaken büyük bir yanlış olarak gösteren şey nedir? Yalnızca sizin türünüzün canlılarının ölmesi mi? Eğer ahlaki sınırlarınızın yalnızca sizin türünüz ile ilgili olduğunu ve yalnızca kendi türünüze ahlaki bir değer atfettiğinizi söylüyorsunuz, biz buna “türcülük” diyoruz. İnsanlar, çoğu zaman farkında olmaksızın, örtük bir türcülük ile olaylara yaklaşmaktadır (bu kavrama birazdan bakacağız).

    10.000 hayvanı parmak şıtlatması ile öldürmek (a) ve çok hafif bir baş ağrısını yan odaya giderek kullanacağım bir ilaç ile sonlandırmak (b) eylemlerini düşünelim. Eğer (b) eylemini seçerseniz, (a) eylemini yapmak zorunda değilsiniz. (a) eylemini yaparsanız ise, (b) eylemi için vaktiniz olacaktır. Yani eğer önce (a) eylemini yaparsanız hemen (b) eylemini gerçekleştiremez ve bir süre baş ağrısı çektikten sonra yan odaya gidip ilacı alacağınızı varsayalım. Bu durumda hangi eylemi önce seçerdiniz?

    Kısa bir süre hafif bir baş ağrısı çekip daha sonra (a) eylemini gerçekleştirmemek, faydacılık, Kant etik, erdem etiği veya Ross’çu Çoğulculuk gibi birçok farklı ahlaki yaklaşım ile temellendirilebilir (bunu da yazımızın ilerleyen bölümlerinde ele alacağız). Fakat bunların yanı sıra hissedebilen ve acı çekebilen 10.000 ineğe verdiğiniz değer ile hafif bir baş ağrısı çekmek arasındaki farkın, hayvanların da değerli olduğuna yönelik bir argüman için kullanılabileceğini düşünüyorum.

    Daha farklı bir örnek verelim. Kedi veya köpeğinizi öldürüp aynı cins ve yaşta başka bir kedi ve köpek almak ister miydiniz? Muhtemelen hayır, öyle değil mi? Hayvanların yalnızca tür olarak değil bireysel olarak bir değerleri vardır gibi görünüyor. Bu yalnızca kedi ve köpeklerin davranışları ve karakterleri üzerine yapılan bilimsel çalışmalar ile elde ettiğimiz bulgulardan dolayı değil, aynı zaman da onların ahlaki bir fail olduğuna işaret eden duyguları, amaçları, tercihleri, ilişkileri, acıdan kaçınma eğilimleri, hoşlantıları, yakın arkadaşları veya favori oyun (ortak anıları) ile ilgili izlenimlerinizle de temellendirilebilir.[8] Hayvanların değerli olmaları, iyi veya kötü olarak değerlendirilebilecek olay, durum veya eylemlerin söz konusu olmasıdır.

    “Acı çekmek kötüdür.” dediğimizde; acı çekmeye, kötülük değerini atfediyoruz. “Hayvanlar acı çekebiliyorsa, o halde kötülük ile ilgili bir değerlendirmeye tabidirler.” diyebiliriz. Bir şeyin değerli olması iyi ve kötü ile ilişkili olmanın yanı sıra başka türden şeylerle de incelenebilir. (Örneğin Kant için bu “kendinde amaç” veya “doğası olmasıyla” ilgili bir durumdu.)

    Saç kurutma makinenize verdiğiniz değer, onun işlevini yerine getirmesi, ödediğiniz ücretin karşılığını aldığınızı düşünmeniz veya dayanıklı olması ile ilişkilidir. İnsanlar, saçlarını kuruttuktan sonra kahve makinesine dönüp ona verdiği “içsel değeri” değil “kullanım değeri”ni düşünür. Çünkü kahve makineniz acı çekmez, seçim yapmaz veya sizinle iletişim kurmaz. Fakat hayvanlardaki bu türden özelliklerin var olması, onlara içsel bir değer atfetmemizin yalnızca bir parçasıdır.

    Peki hayvanlara değer atfederken, elimizde buna dair ne gibi bulgular vardır? Özellikle çiftlik hayvanlarının kendi hayatlarına ilişkin duygudan, zekadan ve kaygıdan yoksun oldukları şeklindeki argümanlar, kültürel bir mit gibi görünüyor:Hayvanlara Dair Bildiklerimizden Bazıları

    Koyunların, ineklerin, domuzların, tavukların zihinsel kapasitelerini, kişilik özelliklerini, duygularını ve sosyal karmaşıklıkları ile ilgili bilimsel çalışmaları tavsiye ederiz.[9], [10], [11] Dışarıdan gelen belirsiz uyaranları ve durumları nasıl yorumlayacağımız, depresif olup olmadığımıza veya duygusal olarak olumlu bir ruh halinde olup olmadığımıza göre değişir. Domuzlar, tavuklar, koyunlar ve inekler de böyle hissederler. Kabaca, inekleri, koyunları ve tavukları şiddetli bir gürültüye, bir yırtıcı canlıya ya da herhangi kontrol edilemez negatif bir duruma maruz bırakın; sonra da ödül alabilmek için yapılan tipik iki uyaranı ayırt etmeleri beklenen ayrım görevinde ne kadar başarılı olduklarını değerlendirin. Tüm bu stres, tıpkı sizde olduğu gibi, beyinlerini ve başarılarını etkileyecektir.[12]

    Birçok çalışmada da ortaya konulduğu gibi, yemek yerken aniden beliren bir obje gibi tahmin edilemez ve kontrol edilemez durumlara maruz kaldıklarında koyunlarda, stresin ve depresyonun fizyolojik işaretlerinin de görülebileceği bir çaresizlik gözlemlenir.[13]

    Öğrenilmiş çaresizliğin gayet iyi bilinen psikolojik belirtilerini deneyimledikleri söylenebilir. Bu durumda, çevrenin ve hayatın kontrol edilemeyeceğinin kanıksanması kişiyi depresyona ve bu durumu aşmaya dair motivasyonsuzluğa sürükler. Öğrenilmiş çaresizlik; koyunlarda, diğer çiftlik hayvanlarında, hayvanat bahçelerindeki ve deniz parklarındaki pek çok hayvanda, laboratuvar hayvanlarında ve özellikle çocukluktan itibaren hayatı boyunca sürekli zor darbelere maruz kalmış insanlarda da görülür. Birçok çalışma, buzağıların sosyal olarak uyumlu olabilmesi için annelerinin yanında büyütülmesi gerektiğini işaret eder.[14] Ayrıca çalışmalar, yavruları analarından erken ayırmanın, kuzuların da sosyal gelişimlerinin ileriki safhaları boyunca olumsuz etkileri olduğuna işaret eder.[15]

    Koyunlar, birer “yüz uzmanıdırlar”. Koyunların, diğer koyunlara ait fotoğraf çiftlerini ayırt edip edemeyeceği üzerine kurulu kontrollü çalışmaların gösterdiğine göre, bir koyun 50 farklı koyunun yüzünü 2 yıldan uzun bir süre boyunca hatırlayabilmektedir.[16] Benzer şekilde inekler, diğer ineklerin yüzünü tanıyabilir; hatta farklı pek çok diğer cinsten ineklerin fotoğraflarını köpek, koyun, at ve keçi gibi inek dışı türlerden ayırabilirler.[17] Ayrıca birkaç çalışma, domuzların farklı dikkat durumlarını ayırt etmek için kafadaki ipuçlarını kullanmada oldukça maharetli olduklarını gösteriyor.[18]

    Yani buradaki yazımızda da anlattığımız üzere, bir zamanlar “insana özgü” gibi gözüken özelliklerin istisnasız hepsi, bir şekilde veya başka bir şekilde, daha az veya çok gelişmiş biçimde, diğer hayvan türlerinde de bulunmaktadır. Bu hayvan türlerinin önemli bir bölümü, insanların gıda olarak tükettiği hayvanlar arasındadır. İnsanlar kedi ve köpeklerini severler; bunun elbette evrimsel bir sebepleri olduğu ortadadır. Peki kedilerin öldürülmesi ile ineklerin öldürülmesi arasında ahlaki bir fark var mı? Kedilere ve ineklere farklı yaklaşmamızın sebebi nedir?

    Parmaklarınızı şıklatarak 10.000 ineği öldüreceğini ve taşların yere düşmesi ile inekleri öldürmemek arasında ahlaki bir fark olmadığını söyleyen; yani dolayısıyla hayvanların bir değeri olduğuna dair bizim iddiamızı reddeden bir türcü ile karşı kaldığımızı düşünelim. Türcülüğü nasıl değerlendirebiliriz?Türcülük Nedir?

    Türcülüğün en net tanımlarından birini Peter Singer, Hayvan Özgürleşmesi adlı kitabında şöyle vermektedir:[19]

    Türcülük (…) birisinin kendi türünün üyelerinin ilgilerine yönelik ve diğer türlerin üyelerine karşı taraflı bir önyargı ya da tutumdur.

    İnsanlar, insan olmayan canlıları çeşitli şekillerde kullanır, örneğin: bilimsel deneyler, kıyafet üretiminde, yemek yaparken, (petshoplarda) ticaret nesnesi olarak, savaşlarda askeri amaçla veya sırf benci bir zevk tatmini için. Ancak bunu, kendi türümüz için yapmayız veya yapanları ayıplarız. İşte eEğer bir canlıya yönelik tutumunuzun, (kısmen ya da tamamen) onun türsel üyeliğine bakarak belirlenebileceğini savunuyor veya insan dışında hiçbir canlının ahlaken (veya başka bir açıdan) bir değerinin olmadığını düşünüyorsanız; bu tam olarak türcülük tanımına denk düşecektir.

    Kimi felsefeciler, türcülüğün, ırkçılık ve cinsiyetçiliğe benzer şekilde “grupluk”algısı veya bizimkiler-ötekiler ayrımına dayanan taraflı bir ön yargı biçimi olduğunu iddia eder. İnsan türcülüğünden söz ettiğimizde, bu, Homo sapiens gibi belirli bir türün üyesi olmak anlamına gelir ve bu biyolojik gruptaki bir üyeliği kapsar; eğer bir canlının DNA’sı belli tarzda Homo sapiens‘inki gibiyse, bu, onu insan türünün üyesi yapar.

    İlk itiraz, bu tanımlamanın ahlaki olarak ve davranışlarımız olarak ne gibi bir önemi olduğuna dairdir: Birisinin DNA’sının nasıl olduğu, sadece hücrelerimizdeki moleküllerin düzeni hakkında bir olgudur; bu ahlâki olarak farklılık yaratan bir durum olmak zorunda mıdır? Irkçılar, bir ırkın diğerinden üstün olduğunu söyler; fakat birisinin ait olduğu ırk (tıpkı cinsiyeti gibi), onun ahlâki konumunda niçin bir fark yaratsın? Aynı eleştiriyi, türcülere de yöneltmek mümkündür: Türcüler, kendileriyle ilgili biyolojik bir olgudan ahlaki bir değer çıkarmaya çalışmaktadırlar.

    Kimi türcüler, bilişsel olarak kapasite ve beceriler açısından diğer canlılardan üstün olduğumuzu söyler; fakat Hume’un da bahsettiği gibi olgu-değer ayrımı arasındaki boşluğu doldurmak konusunda pek başarılı oldukları söylenemez. Olgu (bilişsel kapasite ve becerileri mümkün kılan biyolojik alt yapı), niçin değer (ahlaki önem veya üstünlük) veriyor olsun ki? İnsan türünün kendi içerisinde bireyler arasında da bilişsel kapasite ve beceri farkı olduğu olduğu açıktır. Bu durumda bilişsel becerilerine göre insanlar arasında ahlaki bir hiyerarşi kurmamız mı gerekir?

    Öyle görülüyor ki ahlaki değer ya da önem, biyolojik olgulardan çıkartılamaz. Örneğin bebekler ve ağır zihinsel engelliler, ahlaki olarak, daha aşağı bir noktada mıdır? Öyle görülüyor ki bilişsel kapasite ve beceri açısından ortalama bir insan ile aynı düzeyde değildirler. Öyle görülüyor ki birçok düşünce deneyinde ve araştırma da, insanlar, bir grup insan arasında bebeklerin önce kurtartılması ve onlara öncelik verilmesi gerektiğini söyleyerek bilişsel beceri ve kapasite üzerinden bir değerlendirme yapmamaktadırlar.

    O halde bir bebek ile insan olmayan bir canlı türünün üyesini karşılaştıralım. Diğer tüm şartlar eşitken, ikisinden birini kurtarmanız gerekseydi hangisini seçerdiniz? Türcülüğün farklı bir türüne göre, tipik üyelerinin önemli kapasitelere sahip olduğu bir türün üyesi olmak yeterlidir, yani bebek veya zihinsel engelliler insan türünün tipik olmayan üyesi veya daha aşağıda olan olarak değerlendirilmez. Fakat “Tipik Homo sapiens üyeliği diğer biyolojik türlerin üyeliklerinden ortalama olarak daha üstündür.” denir.

    Öyle görülüyor ki türcülüğün bu türünde de bir problem vardır.Diyelim ki; “belli kapasitelere sahip olmak (örn. rasyonellik) başka bir özelliğe (örn. ahlâki konuma) sahip olmak için önemlidir” olsun.

    Fakat:Bazı bireyler bu kapasitelerden tamamen ​mahrum ​olabilirler ve hâlâ diğer özelliklere sahiptirler, çünkü sadece bu birey grubunun tipik üyeleri (örn. türü) bu özelliklere sahiptir.

    Bu problemi açıklamak için bir analoji düşünelim.[20] Eğer bir hikaye, sürükleyici bir entrikaya ve kusursuz karakter gelişimine sahip olursa, o, “iyi bir hikaye” olma özelliğine sahip olacaktır. ​The Naval Treaty dışında, çoğu Sherlock Holmes hikayesinin böyle olduğunu varsayalım. Şunu söylemek yanlış olacaktır: ​The Naval Treaty, bu niteliklerin hiçbirine sahip olmasa bile, o hâlâ iyidir; çünkü bu serinin tipik üyeleri, bu niteliklere sahiptir. Ancak en başından The Naval Treaty‘nin, “iyi bir hikaye” olma özelliğinden yoksun olduğunu söylemiştik. Dolayısıyla vardığımız sonuç hatalıdır. Aynı şekilde, “Bir varlık, ahlâki bir konuma sahiptir; çünkü onun türünün tipik üyeleri belirli özelliklere sahiptir.” demek de yanlış olacaktır. Bir grubun üyesi olmak, birisinin diğer grup üyelerinin özelliklerinin hepsine, hatta birçoğuna sahip olduğu anlamına gelmez.Bentham’ın Önerisi: Akla Değil, Acıya Odaklanın!

    Bir türün üyesinin ahlaki olarak üstün bir statüye sahip olmak anlamına gelmeyeceği açık görünüyor. Jeremy Bentham bu konuyla ilişkili dikkate değer bir önerisi mevcuttur:

    Asıl mesela, akıl yürütebiliyorlar mı ya da düşünebiliyorlar mı meselesi değil, acı çekebiliyorlar mı meselesidir.

    Acı çekmek ya da çektirmek ahlaki olarak önemli bir konudur çünkü “zarar”, “kötülük”, “yanlışlık” veya “sorumluluk” gibi ahlaki kavramlar ilişkilidir. Aynen yaşam hakkının da ahlaki olarak önemli olması gibi, çünkü “hak” kavramı da temelde ahlaki bir kavramdır. Bu sebeple filozoflar ahlaki kavramlar ile beraber ahlaki konuları incelemeye yönelmişlerdir. Bunu biraz açalım.

    Sabah erkenden uyanıp kahve makinesinde kahve yaptığımı düşünün. Kahve makinesinin kahve yapması, ahlaki bir eylem midir? Öyle görülüyor ki hiç kimse kahve makinesine dönüp de “Muhteşem bir kahve yaptın, teşekkür ederim.” demez; çünkü kahve makinesinin özgür irade, sorumluluk, acı çekmek, kötülük, sorumluluk gibi ahlaki kavramları yoktur. Eğer iyi çalışmayan bir kahve makineniz var ise, ahlaki yönünüzü bu kahve makinesini satın aldığınız mağazaya yani özgür iradesi, sorumluluğu, acı çekme kapasitesi vb. olan satıcıya yönlendirirsiniz; çünkü o bir ahlaki faildir, kahve makinesi değil. Kahve makineniz iyi çalışmazsa onu zarar vermeniz psikolojik olarak gergin ve sinirli olmanız dışında pek bir anlama gelmez. (Hak kavramını primatlar çerçevesinde ele alan şu yazıyı tavsiye ederiz.)

    Hak kavramından söz ettik, o halde ahlaki olarak önemli olan bu ve benzeri kavramlara biraz daha yakından bakalım.Ahlaki İlkeler ve Fayda

    Peter Singer şöyle bir öneride bulunur:[21]

    Değinmek istediğim bir sonraki noktaysa, kötü bir şeyin olmasını engelleme gücüne sahipsek ve bunu yaparken o şeye kıyasla ahlaki açıdan önem taşıyan başka herhangi bir şeyi feda etmiyorsak, ahlaki açıdan bunu yapmak zorundayız.

    Singer’a göre “ahlaki açıdan önem taşıyan başka bir şey feda etmemek” ile kast edilen: Daha kötü bir şeye neden olmamak, yanlış bir şey yapmamak ve iyi olan bir şeyi teşvik etmekten geri kalmamaktır.

    Acıdan kaçınma eğilimi ve yaşama devam etme arzusu olan hissedebilen canlıların öldürülmesi “kötülüğünü” engelleme gücüne sahipsek (vegan veya vejetaryen olmak) ve bunu yaparken büyük bir iyiliği kaybetmiyor veya büyük bir ahlaki kötülüğe sebep olmuyorsak ahlaken doğru olan bu eylemi yapmamız gerekir. Singer’ın yaklaşımını açalım:

    X (örneğin bir ineği yemek), öyle bir eylem olmalı ki, alternatifi olan bu X eyleminin (alternatif: vegan diyeti tercih etmek) alternatifini tercih ettiğimiz için büyük bir iyiliği kaybetmiyor ve büyük bir kötülüğe sebep olmuyorsak, o halde alternatifini tercih etmekle ahlaken sorumluyuzdur. Eğer bunu bile bile, yani alternatifin mümkün olduğunu bile bile X eylemini tercih etmeye devam ediyorsak, dolaylı olarak büyük bir iyiliği kaçırıp, büyük bir kötülüğe sebep oluyoruzdur. Singer, “Bunu yalnızca veganizm değil, kürtaj, ötanazi vb. birçok pratik etik probleme uygulamayı neden denemiyoruz?” diye sorar. Gündelik eylemlerimizde tercih ettiğimiz bir eylemin alternatifini tercih etmenin kötülüğü azaltıp iyiliği arttırdığı bir durum var ise, bunu yapmalıyız gibi duruyor. Bu ahlaki ilkeye göre, aslında bir inek yediğimizde, bu türden bir ahlaki sorumluluğu ihlal etmiş oluyoruz.

    Tercih Faydacılığı adındaki ilkenin altında yatan temel motivasyon; hissedebilen, yakın arkadaşları ve sosyal çevresi olan, anıları olan, favori oyunları olan, belli bir düzeyde akıl yürütebilen, (bazı memeliler için konuşursak, kendini zamansal bir yer de bir dereceye kadar konumlandırabilen), acıdan kaçınmak ve hayata devam etmek isteyen bir canlıyı öldürmenin epey büyük bir ahlaki kötülük olduğudur.

    Diğer yandan bir canlıya gereksiz yere acı çektirmenin ahlaken büyük bir yanlış olduğu da ahlaki sezgilerimiz ile de epey uyumlu görünüyor. Örneğin koronavirüsten korunmak için aşı olmak gerekli bir acıdır ve bir iyiliğe hizmet eder, biz burada, gereksiz acılardan söz ediyoruz. Tam bu noktada birçok insan, bir insan yavrusu ile bir inek yavrusuna acı çektirmenin aynı olmadığını düşünebilir. Ancak neden? Bir yavru ineğe acı çektirmeyi görmezden gelip, bir insan yavrusuna acı çektirmemeyi makul görmemizi haklı kılacak ne olabilir? Daha önce türcülükten söz etmiştik. Türcülük, bu soruya yanıt veremiyor gibi duruyor.

    Biraz can sıkıcı olabilecek birkaç düşünce deneyine başvuralım istiyorum. Yalnızca insan yavrularından oluşan canlıların olduğu bir sirk düşünelim. Sırf başka bir tür eğlendiği için bu sirkteki yavrular epey acı çekiyor, özgürlüklerinden, sosyalleşmelerinden ve birçok şeyden mahrum kalarak acılı bir yaşam sürüyorlar. Bu sirkteki yavruların insan yavrusu olması ile maymun yavrusu olması arasındaki fark nedir? Maymun yavruları da korkunç acılar çekerken sirke giden ve buradaki ahlaki bir problem görmeyen insanlar, insan yavrularının var olduğu bir sirke de tepki vermemelidir gibi duruyor. Eğer sırf kendi türümüzün bireylerinin acılarını umursayıp diğer canlıların acılarını görmezden geliyorsak gerçek anlamıyla bir türcüyüzdür. İnsanlar davranışların ne yazık ki çoğu zaman örtük bir türcülük ile hareket ediyor.

    Herhangi bir memeliyi acı çektirdiğimizi düşünelim. Eğer o canlı, acıdan kaçınma eğilimi göstermiyor ve çığlık atarak kaçmaya çalışmıyorsa, ilk bakışta ortada bir problem yok derdik; fakat durum hiç de öyle değil. Mezbahalardaki canlılar korkunç acılar çekerek ve çığlıklar atarak öldürülüyor. (Bu konunun ayrıntıları için, eğer henüz okumadıysanız Peter Singer’ın Hayvan Özgürleşmesi kitabındaki araştırmalarını ve gözlemlerini okumanızı tekrar öneririm.) Yalnızca “acıdan kaçınma haklarını” ihlal etmek ile kalmıyor, aynı zamanda bir diğer ahlaki ilke olan “yaşama devam etme arzularını” da ihlal ediyoruz.

    Öyle görülüyor ki burada iki ahlaki ilke üzerinde duruyoruz. Eğer bu ahlaki ilkelerin, insan haklarını kapsadığını düşünüyorsak, hissedebilen hayvanların da haklarını kapsadığını niçin düşünmeyelim?:“İnsanlara gereksiz yere acı çektirmek ahlaken yanlıştır.” ahlaki ilkesinden;“İnsan olsun veya olmasın, hissedebilen tüm canlılara gereksiz yere acı çektirmek ahlaken yanlıştır.” ahlaki ilkesine ulaşabiliriz.

    Aynı şekilde;“Yaşama devam etme arzusu olan insanların yaşama devam etme arzusunu ihlal etmek ahlaken yanlıştır.” ahlaki ilkesinden;“İnsan olsun veya olmasın hissedebilen tüm canlıların yaşama devam etme arzusunu ihlal etmek ahlaken yanlıştır.” ahlaki ilkesine ulaşmamız mümkündür.

    Karşımızda oturduğunu düşündüğümüz bir eleştirmen, bu ahlaki ilkelere karşı çıkacaksa; “İnsanlara gereksiz yere acı çektirmek ahlaken yanlıştır.” ve “Yaşama devam etme arzusu olan insanların yaşama devam etme arzusunu ihlal etmek ahlaken yanlıştır.” ilkelerini tartışmaya açmak zorunda kalabilir. Bu pek tercih edilebilir değil gibi görünüyor; eleştirmen, kendisine de gereksiz yere acı çektirilmesinin ahlaken yanlış olmayacağını kabul etmiş olacaktır. (Elbette bu acı çekmekten zevk alan insanları görmezden gelen bir iddiadır; ancak çoğunluğun bu şekilde davranmadığı gözetilmektedir.)Yaşama Devam Etme Arzusu ve Hakkı

    Hissedebilen bir canlıyı öldürdüğünüzde ilk önce yaşama devam etme arzusu ve hakkını ihlal etmiş olursunuz; ancak eğer o canlının acı çekerek öldürülmesini ele alırsak demin bahsettiklerimizin yanı sıra hem gereksiz yere acı çektirmiş, hem yaşama arzusu ve hakkını ihlal etmiş sayılır hem de potansiyel olarak deneyimleyeceği tüm haz, mutluluk ve deneyimleriniortadan kaldırmış oluruz. Yani hayvanları öldürmek kötüdür; ancak hayvanlara acı çektirerek onları öldürmek, çok daha büyük bir kötülüktür gibi görünüyor.

    Diğer yandan bu konu, Singer’ın Tercih Faydacılığı dışında klasik bir Eylem Faydacılığı ile de ele alınabilir. Klasik bir Eylem Faydacısı şöyle cevap verecektir:

    https://e9beb05fd291ef920317fc71866b6996.safeframe.googlesyndication.com/safeframe/1-0-38/html/container.html

    Bir eylem ancak ve ancak öznenin onun yerine yapabileceği daha faydalı başka bir eylem yoksa ahlaken doğrudur.

    İnek eti yemenin alternatifi mümkün olduğuna göre, alternatifi mümkün olan bir eylemi tercih etmediğimiz için ahlaken yanlış bir şey yapıyoruzdur. Veya ters çevirelim:

    Et yememenin yerine konabilecek daha faydalı bir eylem olmadığı için, et yememeyi tercih etmek ahlaken doğrudur.

    Eğer hayvanlara, onların doğada sahip olacaklarından daha yüksek bir refah düzeyi sunabilseydik bile bu, onları öldürüp yememizi ahlaken makul göstermezdi. Aynı soruyu bir yakınımız için düşünelim: Kuzenime hayatı boyunca sahip olamayacağı kadar yüksek bir refah sunsaydım, onu öldürüp yemem ahlaken doğru olur muydu?

    Diğer yandan Tercih Faydacılığı, diğer faillerin tercihlerine saygı duymayı da gerektirir:

    Tercih yararcılığına göre, herhangi bir varlığın tercihinin tersine yapılmış eylem yanlıştır; tabi bu tercihe aksi yöndeki tercihler ağır basmadığı sürece.

    Hissedebilen canlıların yaşama devam etme ve acıdan kaçınma eğilimi bir tercih olarak görülürse, ki öyle görünüyor, bu eğilimin bir içgüdü olması onu tercih olarak görmemize engel değildir. Bu ahlaki ilke de vejetaryenliği desteklemek için bir diğer dayanak olarak görülebilir. Öyle görülüyor ki vücuduna bıçak dokunan bir koyunun tercihi kaçmak oluyor, öylece beklemek değil. Ve bu, bir tercih gibi görünüyor.

    Peki hayvanlara yönelik davranışlarımızda niçin ahlaki ölçütler kullanalım? Bu soru bize ahlaki faillik ve hak kavramlarına yönlendiriyor.Hak ve Ahlaki Faillik

    “Birey olmak”, bir çok farklı açıdan temellendirelebilir ve ele alınabilir. Ancak en temelde birey, belli türden haklara sahip canlıdır denebilir. Bu sebeple konuyu, haklar çerçevesinde ele almak yerinde olacaktır.

    Eğer bir canlının bir şeye hakkı olduğunu kabul ediyorsak, örtük olarak bir çeşit “bireylik” kavramını da onaylamış oluruz gibi duruyor. O halde, bu kabul doğru ise, en temel hak olan yaşam hakkı ile başlayalım.

    M. Tooley, hayat hakkının, kendilerinin zaman içerisinde ayrı varlıklar olarak var olduklarını kavrayabilenlerin hakkı olduğunu iddia ediyor. Daha sonraysa “hayat hakkı” başlığı altında, arzularımız ile haklarımız arasında bir bağlantı olduğunu düşünerek devam ediyor. Ona göre belli türden arzulara sahip olan varlıklar, bu arzularını güvence altına almak ve sürekliliğini sağlamak için haklara sahip olmalıdır. Yani sahip olacağımız haklar, sahip olacağımız arzularımızdan bağımsız düşünülemez. Tooley, bir bireyin hakkını ihlal etmenin, aynı zamanda o hakça çerçevelenmiş arzularını ihlal etmek anlamına geleceğini iddia ediyor. Haklar, onlara karşılık gelen arzulara bağlıdır.

    Tooley’in örneği şöyle; bir arabanız varsa ve arabanız sizin umurunuzda değilse, arabanızı çalmam herhangi bir arzunuza engel olmaz ve hak ihlali olarak görülmez.[22] (Tam bu noktada hangi arzuların güvence altına alınmayı hak ettiği sorulabilir. Ahlaki sezgilerimiz bize ilk elden yaşama devam etme arzusunu güvence altına almalıyız diyor.) O halde bu çerçeve, Singer’in yorumlamasıyla, şöyle bir biçim alır:[23]

    Eğer hayat hakkı ayrı bir varlık olarak var olmaya devam etme hakkıysa, o zaman hayat hakkına sahip olmak için önemli olan arzu, ayrı bir varlık olarak var olmaya devam etme arzusudur.

    İnekler, tavuklar, domuzlar veya diğerleri bu arzuya sahip olduklarını çok net bir şekilde gösteriyorlar: Kaçıyorlar, çığlık atıyorlar, kimileri mezbahada aynı türdeki başka birinin ölümüne şahit olarak kalp krizi geçiriyor veya büyük bir kısmı stresten dolayı tüy dökerek belirli anomaliler yaşıyor. O halde o canlının ayrı bir varlık olarak var olmaya devam etme arzusunu ilk elden, yani bıçağı ilk dokundurduğunuzda verdiği tepkiden dolayı zaten biliyorsunuzdur.

    Singer’ın bir örneğini vermek istiyorum: Bazı firmalar; deterjan, kozmetik veya başka kimyasal ürünlerini tavşanların gözlerine basarak, gözlerde oluşacak tepkiyi incelerler. Daha sonraysa, bu tepkiye bağlı olarak kremlerin arkasında “Gözlerinize dokundurmayın.” diye bir uyarı yazısı görürüz. Deneye Hayır Derneği’ne göre, her yıl 100 milyon hayvan bu türden deneylerde kullanılıyor, korkunç acılar çekiyorlar ve ölüyorlar. Ve bu, çoğunlukla gerekli bir acı gibi görünmüyor.

    Her insanın doğuştan gelen eşit yaşama hakkına sahip olduğu fikrine odaklanalım. Burada, kendimiz alamayacağımız ya da bize verilemeyecek olan doğuştan gelen eşit haktan bahsediyoruzdur ve bu hakka yalnızca insan olduğumuz için sahibizdir. O zaman, sadece bütün insanların eşit oranda bu hakka sahip olduğu nasıl temellendirilir?

    Birçok seçenek hemen aklımıza gelebilir. Yalnızca insanların:

    https://e9beb05fd291ef920317fc71866b6996.safeframe.googlesyndication.com/safeframe/1-0-38/html/container.html(a) akıl yürütme becerisi olduğundan,(b) özgür seçim yapma becerisi olduğundan,(c) “benlik/kendilik” kavramı olduğundan ya da(d) bu bahsedilen becerilerden kimisini ya da hepsini taşıdığından

    dolayı eşit yaşama hakkına sahip olduğu ileri sürülebilir.

    Doğal olarak, hayvanlar bu becerilerden herhangi birine sahip olmadığı için onların yaşama hakkına, özellikle de insanlarla aynı yaşama hakkına, sahip olmadığını savunmak mümkün mü? Hayvanlar özellikle de memeli ve hissedebilen canlılar (a), (b) ve (c) koşullarına sahip değil mi?

    Tom Regan’a göre, insan olmayan canlıların hiçbirinin bu koşullardan herhangi birini (ya da hepsini) karşılamadığını net bir biçimde söyleyemeyiz. Buna karşılık ikinci olarak, her insanın bu koşulları karşılamadığını mantıken rahatlıkla söyleyebiliriz. Örneğin ağır zihinsel engelli bireyler bu koşulları karşılayamaz. Fakat bu bireylerin de yaşama hakkı olduğunu doğal olarak savunuruz; bu durumda bu bireylerin yukarıda bahsedilen koşullardan birini ya da birkaçını karşıladıkları için yaşama hakkına sahip olduğunu söyleyemeyiz. Dolayısıyla bu koşulları karşılamada yetersiz oldukları halde, ağır zihinsel engellilerin eşit yaşama hakkı olduğu konusunda ısrar edeceksek, tutarlı olarak hayvanların bu koşulları karşılayamadıkları için bu hakka sahip olmadığını da söyleyemeyiz.

    Çoğu hayvanın da kavrayışları ve istekleri iradeleri vardır. Regan şöyle söylemektedir;

    Onlar ister, bir şeyleri tercih eder, inanır, bir şeyler hisseder, hatırlar ve bir şeyler için beklentiye girerler. Ve hayatın tüm bu boyutları, memnuniyetimizi ve acımızı, eğlenmemizi ve acı çekmemizi, tatmin olmamızı ve hüsrana uğramamızı, devam eden varlığımızı ya da zamansız ölümümüzü kapsayacak şekilde – bunların tamamı hayatımızın bizim birer birey olarak yaşadığımız ve deneyimlediğimiz kalitesinde farklar yaratır. Aynısı hayvanlar için de geçerlidir. Onlar da kendilerine içkin değerleriyle beraber hayatı deneyimleyen birer özne olarak görülmelidir. (Atıfın bağlamı için bakınız.)İçsel Değer ve Amaçlılık

    Haz ve acı deneyimleme kapasitesine duyarlı olmak becerisi diyelim. Bu beceri yalnızca insanlar da mı mevcuttur?

    Kimileri Kant’a dayanarak her insanın “kendinde bir amacı” olduğu yani her insan hayatı “içsel bir değeri” barındırdığını ileri sürer. Yalnızca insanlara ait olan bu içsel değer, her insanda eşit olarak vardır. Dolayısıyla, “bütün insanların eşit içsel değeri olduğu için, hepimizin eşit yaşama hakkına sahip olduğu” söylenebilir. Fakat hangi temele göre yalnızca insanların içsel olarak değerli olduğu söylenebilir? Eş deyişle, yalnızca insanlara eşsiz değer yüklenerek onları ayrı kılan nedir? İnsana içsel değer atfetmemize sebep olan şeylerin hayvanlara da içsel değer atfetmemizi mümkün kılmadığı savunulabilir mi? Hissetmek, eylemde olmak, akıl yürütebilmek, amacı olmak, farkındalık, ilişki geliştirmek vb. hayvanlarda bulunmuyor mu? Kaldı ki tüm insanlarda bu özelliklerin olmadığını (bitkisel hayat veya bebekler vb.) zaten ifade etmiştik.

    Eğer yalnızca insanların içsel bir değeri olduğunu sezgisel olarak savunuyorsak bu sezginin bazı insanlarda hayvanlara yönelik de olmasını nasıl açıklayacağız? Veya sezgisel bir gerekçelendirme, bir değere ulaşmak için kendi başına iyi bir neden midir?

    Başka bir yol deneyelim ve içsel değeri, tecrübelerin içsel değeri olarak tanımlayalım. Yani yalnızca insanların kendinde amacı olduğunu söyleyebilmek için öncelikle her insanın arzular, emeller, umutlar, tercihler, sevgi, tatmin olma ya da farkında olma gibi hayatına içsel değeri katan olumlu nitelikte bağlılıkları olduğunu söyleyelim. Fakat bu özellikle yine tüm insanlar bulunmamanın yanı sıra hissedebilen canlılarda çoğunun bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kedi veya köpeklerin sizinle hiçbir bağlılık ilişkisi kurmadığını söylemeniz mümkün mü? Hayvanların davranışları, bize tercihe bağlı seçimleri ile amaç odaklı eylemlerinin varlığını gösteren çok sayıda durum olduğunu söylemektedir. Eğer insanların doğuştan gelen eşit yaşam hakkı var ise hayvanların da bu hakka sahip olduğunu iddia ediyoruz.Kantçı Etik

    Kantçılar, “amacı olanlara” yalnızca birer “araç olarak” muamele etmenin yanlış olduğu konusunda hemfikirdir (fakat hangi zirai pratiklerle bunun sağlanacağı konusunda anlaşmazlık yaşarlar). Her ne kadar Kant, hayvanları hakları ile doğrudan pek bir savunu geliştirmemiş ve onlara yalnızca birer araç gibi yaklaşmış olsa da günümüzün Kant’çılarının hepsi böyle düşünmez. Bazı Kantçılar, hayvanların kendi başlarına birer amaç olduklarını ve tipik olarak hayvan çiftliklerinin hayvanlara yalnızca birer araç olarak davranmanın yanlış olduğunu savunur (Korsgaard ve Regan’a bakılabilir). Bu yaklaşım, Kantçı araç-amaç formülasyonu ile ilgilidir.

    Kant, eylemlerimizin etik sınırlarını ele alırken sonuçlardan ve faydadan bağımsız bir şekilde bazı şeylerin “kendinde amaç” veya “kendinde iyi” olduğunu öne sürmektedir. Örneğin hayat, kendinde iyidir. Peki hayat, araç olarak mı iyidir, yoksa amaç olarak mı iyidir?

    Kant, hem hayatın hem akılcı doğanın hem de akılcı doğaları bulunan insanların kendinde bir amaç olduğunu iddia ediyor gibi görünüyor. Dolayısıyla insanlara, kendinde amaç olarak yaklaşıp, araç olarak yaklaşmamak gerekir. Biz bu ilkeyi hayvanlara da uygulamayı teklif ediyoruz.

    Kant için bir insana sadece araç olarak yaklaşmak ahlaken yanlış ve kabul edilemezdir. Yani bu görüşe göre kendi amaçlarımız için bir insanı araç olarak kullanmamız gerekir. Şimdi bunu ters çevirelim:“İnsana sadece araç olarak yaklaşmak ahlaken yanlıştır.” önermesinden,“Hissedebilen canlılara araç olarak yaklaşmak ahlaken yanlıştır.” ilkesine geçmek imkansız denemez.

    Bu geçiş için hayvanların “araç” değil kendinde “amaç” olduğunu temellendirmek gerekir. Birçok vejetaryen için hayvanların acı çekebilmesi, hissedebilmesi, iletişim kurabilmesi, yaşama devam etme arzusu sergilemesi onları araç değil amaç olarak görmemiz için yeterli koşullardır. Peki bu Kantçı çerçeve daha da ileriye taşınabilir mi? Kimi veganlar, taşıyor gibi görünüyor. Kant şöyle söylemektedir:

    Bir eylem, ancak ve ancak bir insan yaptığı işte, başka insana salt araç olarak yaklaşmıyorsa ahlaken doğrudur.

    Şimdi bunu şuna döndürelim:

    Bir eylem, ancak ve ancak bir insan yaptığı işte, başka bir hissedebilen canlıya salt araç olarak yaklaşmıyorsa ahlaken doğrudur.

    Kant, sık sık başkalarının (yalnızca insanları ima ediyor olsa da) amaçlarını sahiplenmemizi ima etmektedir. Başkalarının amaçlarına ulaşmalarını elimizden geldiğince kolaylaştırmazsak, onlara kendinde amaç olarak davranmıyoruz demektir. Araç-amaç formülasyonunun farklı bir biçimi olan bu düşünceyi şöyle ifade edebiliriz:Y’nin bir amacı vardır.X, Y’nin bu hedefe ulaşmasına yardımcı olabilir; ama X bunu yapmaktan kaçınmaktadır.Sonuç: X, Y’ye amaç olarak değil araç olarak yaklaşmaktadır.

    Şimdi burada Y’i yaşama devam etmek ve acıdan kaçınmak isteyen bir inek olarak, X’i ise bir insan olarak düşünün. Başka bir deneme daha yapalım:Y’nin akılcı bir amacı (yaşama devam etmek ve acıdan kaçınmak) vardır.Y, bu amaca ulaşmak için X’ten kaçmaya çalışır.X, Y’ye araç değil amaç olarak yaklaşmak istiyorsa bunu yapmamalıdır.

    Burada Y’yi yaşama devam etmek ve acıdan kaçmak isteyen bir inek olarak, X’i ise onu öldürmekte olan insan olarak düşünün. “Acıdan kaçınmak istemek veya yaşama devam etme arzusu sergilemek”, akılcı bir amaçtır. Hissedebilen memelerinin çoğunun akılcı bir amacı olduğu ve Kantçı etik çerçevesinde de vejetaryenliğin temellendirilebileceğini düşünüyoruz.Rossçu Etik

    Daha önce bahsettiğimiz Faydacılık ve Kantçı Etik, genellikle ahlaki eylemlerin doğruluğunda tek bir ölçüt kullanma eğiliminde oldukları için “tekçi” olarak görülmüştür. Ancak bunların dışında W. D. Ross, ahlak kuramında, tek değil çoğulcu davranarak farklı ölçütlerle eylemlerimizin ahlaki kabul edilebilirliğini incelemektedir. Ross’un Biçimciliği, iki önemli ölçüt üzerine durur. Bunlardan biri “ilk bakışta ödev”, diğeriyse “bağlayıcı olmak”tır.[23]

    Ross, “ilk bakışta ödev”in “ahlaken önemli olan başka türde bir eylem olmasaydı asli ödev olacak bir eylem” anlamına geldiğini söylemektedir. Bu, şöyle de yorumlanabilir: Bir eylem, doğru olma eğilimine sahip olduğu, hatta bu eğilim baskın olduğu takdirde, ilk bakışta ödevdir. Alternatif eylemlere göre daha tercih edilebilirse, bu ilk bakışta ödevi gerçekleştirmek, doğru bir eylem olacaktır.

    Ross, 7 tür ilk bakışta ödev olduğuna işaret etmektedir: Çoğunlukla sezgisel olarak doğrulukları kabul edilebilir görünse dahi karşılaştığımız durumlarda sıralamanın nasıl yapılacağı sorulabilir, sıralamak zorunda kalmanın bizzat kendisinin yanlış olabileceği de savunulabilir ya da ödevlerin çatışması durumunda ne yapacağımız sorulabilir. Şimdilik bu eleştirileri bir kenara koyuyoruz. Bu ödevler Ross’un sıralamasıyla şunlardır:Sözünde DurmaTelafiMinnettarlıkAdaletİyilikKendini geliştirmekZarar Vermeme

    Ross’un diğer ölçütü ise bağlayıcı olmadır. Formüle ederek söylersek:a’nın yapılması ilk bakışta ödevi, b’nin yapılması ilk bakıştaki ödevinden ancak ve ancak b yerine a’yı yapmak doğruysa daha bağlayıcıdır.a eylemini yapma ilk bakışta ödevi daha bağlayıcıdır.

    Şimdi, bu kısa özetten sonra, Ross’un Biçimciliği ile düşünürsek “a’nın yapılması ilk bakıştaki ödevi” olarak vejetaryen olmak ve et yememek, “b’nin yapılması ilk bakıştaki ödevi”ni vejetaryen olmamak ve et yemek olarak düşünelim. Yukarıda saydığımız 7 türden ilk bakışta ödevden olan “zarar vermemeyi” ve “iyilik”i, hissedebilen canlıları da kapsayacak şekilde niçin genişletmeyelim? Bu durumda çoğu kişi vejetaryen olmayanların yani “b’nin yapılması ilk bakıştaki ödevi” ile hareket edenlerin “zarar vermeme” ve “iyilik” ödevlerini ihlal ettiğini ileri sürebilir. Rossçu olan şu ilkeyi hissedebilen diğer canlılara niçin uygulamayalım?

    Bir eylem ancak ve ancak ilk bakışta ödevse ve hiçbir alternatifi daha bağlayıcı bir ilk bakışta ödev değilse ahlaken doğrudur.Birey Olmak

    Diğer yandan bu konuyla ilişkili olarak birey olma bahsinde, konuya giriş yapma açısında Fletcher, iyi bir başlangıç olabilir. Bu bakış açısından birini öldürmek (artık buna, “hissedebilen bir canlıyı öldürmek” dersek veganizmi daha iyi kavrarız), o kişinin geleceğe yönelik arzularını engellemekle eşdeğerdir. Joseph Fletcher’ın biyoetik anlamda öne sürdüğü “İnsanlığın Göstergeleri” maddelerinden biri geleceğe yönelik arzuları da kapsayan “gelecek duygusu”dur. Bu maddeler, biyoetik açıdan bir insanı tanımlamaya yönelik önemli bir girişimdir. Fletcher’ın maddeleri şunlardır:[24]ÖzfarkındalıkÖzdenetimBir gelecek duygusuBaşkalarıyla dostça ilişki kurmaya muktedirlikBaşkalarına ilgi gösterebilmekİletişimMerak

    Eğer Fletcher haklıysa ve bir insanı tanımlayan şey bunların hepsi veya bir kısmı ise, hissedebilen canlılarda bu maddelerin çoğu var gibi duruyor. Hatta öyle ki, 2 yaşında bir çocuğa nazaran, 14 yaşında bir bonobo şempanzesi, bu ilkelerin daha çoğuna daha yüksek düzeyde sahiptir; ancak çocuğu sirke koymaz veya üzerinde deneyler yapmazken, bonobo şempanzesinin sirke konması veya üzerinde deney yapılması uzun süre görmezden gelinmektedir.

    Gereksiz yere acı çekmenin ve çektirmenin ahlaki yanlışlığı, türe göre değişiyor olamaz. Kaldı ki biz, gereksiz yere acı çektirmenin yanı sıra yaşam hakkının ihlalini de “ahlaki doğrular sepetinin” bir üyesi olarak görüyoruz. Nasıl ki insanları öldürmek yanlış ise, hayvanları öldürmek de yanlıştır.



    Diğer Cevaplara Gözat
    Cevap Yaz Arama Yap

    Cevap Yaz




    Başarılı

    İşleminiz başarıyla kaydedilmiştir.