Nedir.Org
Soru Tara Cevapla Giriş


Cevap Ara?

14.756.348 den fazla soru içinde arama yap.

Sorunu Tarat
Kitaptan resmini çek hemen cevaplansın.

Serbest Ticaret Emperyalizmi

Serbest Ticaret Emperyalizmi nedir

Bu soruya 1 cevap yazıldı. Cevap İçin Alta Doğru İlerleyin.
    Şikayet Et Bu soruya 0 yorum yazıldı.

    İşte Cevaplar


    gokturk

    • 2020-12-08 06:37:04

    Cevap :

    Bazı tarihçiler emperyalizmi bir devletin veya ulusun başka bir devlet veya ulusu egemenliği altına alması veya denetiminde tutması, hatta böyle bir girişim için çaba harcaması olarak tanımlıyorlar. Bu durumda, emperyalizmin yazılı tarih kadar eski olduğu söylenebilir. Bu görüştekiler Asur, Mısır, Yunan ve Roma emperyalizmini incelerler. Ancak, emperyalizm sözcüğü, bugün, kötü bir şöhrete sahiptir. Marksist yazarlar emperyalizmi ekonomik yönden ele alırlar ve genellikle endüstrileşmiş ülkelerin artık ürünlerine yeni pazarlar açmak, ham madde ve ucuz işgücü ihtiyaçlarını karşılamak için yürüttükleri politikaların bir ifadesi olarak görürler. 19. yüzyılda, İngiltere, Almanya, Hollanda ve Fransa’daki aşırı miktarda üretilen mal ülke içinde tüketilemeyeceğinden ve sermaye fazlası ülke içinde kârlı yatırım olanağı bulamadığından, bu kaynaklardan ülke dışında yararlanmak gerekiyordu. Bu durum ülkelerin siyasi alanlarının genişlemesine, yani sömürgeler ele geçirmesine neden oluyordu.    Emperyalizm üzerine yazan bu tarihçilere göre yeni mahreçler arayan gelişmiş ülkeler 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren emperyalist olmaya başlamışlardı.

    Lenin emperyalizmi, 1860’lardan itibaren güçlenen büyük endüstriyel şirketlerin yarattığı tekelleşmeye ve kartelleşmeye bağlar. Böylece kapitalizm emperyalizme dönüşmüştür ve emperyalizm kapitalizmin tekelleşme aşamasıdır. Lenin’e göre İngilizler yeni topraklar ele geçirip ülkelerini zenginleştirmek için “sömürge emperyalizmi” yaratırken, Fransızlar çeşitli ülkelere (en çok Rusya’ya) büyük miktarlarda borç vererek siyasal yönetimleri etkilediklerinden “tefecilik emperyalizmi” politikaları yürüttüler.

    John Gallagher ve Ronald Robinson geri kalmış ülkeleri sömürmek için siyasi kontrolün şart olmadığını ileri sürdüler.  Bir ülkenin ekonomik varlıklarını ele geçirmek veya kontrol etmek için, sömürgelerde olduğu gibi, siyasal bir yönetim kurmaya gerek yoktu. Avrupalı tüccar ve yatırımcıların silahı ekonomikti; tüketim mallarına olan talep, kredi ve yatırım olarak sermayesine duyulan ihtiyaç ve geri kalmış ülkelerde bulunmayan ticaret ve işletme organizasyonu becerisi. Bu durumda ekonomik emperyalizm, 19. yüzyılın sonunda hız kazanan, toprak işgalini kapsayan ve sömürgecinin politik yönetimini gerektiren resmi sömürgecilikten çok önce başlamış sayılır. Bu gayri-resmi (enformel) emperyalizmin hakimiyetine örnek olarak Osmanlı İmparatorluğu, İran, Çin, Japonya ve Latin Amerika ülkelerini verebiliriz. Şüphesiz, bütün bu ülkelerde emperyalizmin girişi çok değişik biçimlerde olmuştu.

    İngiltere sanayi devriminin başladığı ilk ülke olarak bu tür emperyalizmin öncüsü olmuştu. Sanayi Devrimiyle seri üretime geçen bu ülke ihtiyacından çok fazla ürettiğinden ve fabrikaları için ham madde sağlaması gerektiğinden yaptığı ticaret anlaşmaları ile bağımsız büyük ülkeleri bile tamamlayıcı bir ticaret rejimine sokuyordu. Amaç kendi endüstri ürünlerine yeni pazarlar yaratmak ve ihtiyaç duyulan ham maddeleri sıkıntısızca elde etmekti. Laissez-faire doktrini altında serbest ticaretin faydalarını anlatan neşriyat yayılmaktaydı. Batılıların ticaret yapmaya zorladıkları ülkelere girme faaliyetleri Gallagher ve Robinson tarafından, bu faaliyetlerden bir asır sonra serbest ticaret emperyalizmi olarak adlandırıldı. 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren, İngilizler kendilerinden zayıf ülkelerle serbest ticaret anlaşmaları yapmaya veya bu eşitler arasında olmayan anlaşma için ülkeleri zorlamaya başladılar. Osmanlı Devleti ile 1838’de, İran’la 1841’de, Japonya ile 1858’de serbest ticaret anlaşmaları yaptılar. Arjantin ve Brezilya üzerindeki çalışmalar çok daha önce başlamıştı.

    Batılıların “serbest ticaret” (free trade) politikaları aslında ne serbest ne de hürdü. Çoğu zaman güçsüz ülkelere top ve tüfekle veya şantajla kabul ettirilmişti. İngiltere’nin afyon satışı için Çin’e savaş açması en çarpıcı örneklerden biridir. Batılılar yüzyıllardan beri Çin’den ipek, porselen, pamuklu, diba (brokar) ve çeşitli cinsten çaylar ithal ediyordu. Önceleri Çin’in lehine olan bu ticaret dengesi, İngilizlerin bu ülkeye afyon satışı nedeniyle tersine dönmeye başlamıştı. İngiliz tüccarlar ve Hindistan İngiliz Yönetimi için Hindistan’da yetiştirilen afyonun satışı çok kazanç getirmekteydi. Çin Devleti uzun zamandan beri tıp dışında afyon satışını yasaklamıştı. Fakat İngiliz Doğu Hindistan Şirketinin (East India Company) himayesindeki, Kanton bölgesinde çalışma izni bulunan İngiliz tüccarlar afyon ticaretini çok geliştirdiler. Çin hükümeti yabancı tüccarları protesto etti, Hong Kong’daki kışkırtıcı olarak bilinen satıcıları cezalandırdı, fakat bu kaçak ticareti önleyemedi. Kaçak olarak Çin’e sokulan afyon kasa sayısı 1820’de 5147 iken, 1824’de 12639 ve 1834’de 21785 olmuştu.

    Çin İmparatorunun görevlendirdiği sivil komiser Lin Ze-sü ülkesindeki afyonkeş sayısını muhafazakâr bir biçimde dört milyon olarak tahmin etmişti. Fakat Kanton’daki bir İngiliz hekim Çin’de 12 milyon afyon kullanıcısı olduğunu belirtiyordu. O devirde yazılan İngiliz raporlarının aksine Lin’in kültürlü ve düzgün karakterli bir insan olduğu tuttuğu günlükten anlaşılıyor. Bu günlük, aynı zamanda, Çinli güvenlik güçleri arasında yalan, hile ve yolsuzluğun çok yaygın olduğunu gösteriyor. Devletin afyon kullanımına açtığı mücadeleye afyon tiryakileri, çiftçi ve tüccarlar şiddetle karşı çıkıyorlar. Fakat komiser Lin, manen ve maddeten harap olan halkını kurtarmak için azimle çalışıyor. Sadece 1839’da afyon müptelalarının 100 milyon tael değerinde afyon tükettiklerini ve Çin Devleti’nin aynı yıl toplam harcamalarının 40 milyon tael olduğunu hesaplıyor. Bu ticaretin devam etmesi durumunda birkaç düzine yıl sonra düşmana karşı duracak asker bulmak bir yana orduyu donatacak parayı da bulamayacaklarını söylüyor. Mart 1839’da Kanton’a gelince yabancı kaçakçılara ve Çinli işbirlikçilerine karşı savaş açıyor. Beş ton kadar afyona el koyuyor ve 1600 kişiyi tutukluyor. Ayrıca yabancıların işlettiği imalathanelerden toplattığı dokuz milyon dolar değerindeki afyonu alenen yakıp, Kanton limanını bütün yabancı tacirlere kapatıyor. Bunun üzerine, İngiliz donanmasına ait gemiler Ganzu limanındaki Çin teknelerini batırıyor ve Kanton limanının üzerindeki yüksek mevkileri ele geçiriyor. Bu birinci Afyon Savaşında zayıf durumdaki Çinlileri yenmek İngilizler için zor olmuyor. Komiser Lin utanç içinde Pekin’e döndüğünde yerine gönderilen yüksek görevli İngilizlere altı milyon gümüş dolar fidye ödeyerek Kanton’u kurtarıyor. 1842’de Yang-çe nehrinin ağzını ve Şanghay’ı ellerinde tutan İngilizler “eşitler arasında olmayan anlaşma”yı Çinlilere imzalatıyor. Çin hükümeti beş limanı İngiliz tüccarlara açmak zorunda kalıyor ve yakılan afyonu tazmin ediyor. 1842’de bir İngiliz savaş gemisinde imzalanan Nanking Anlaşması ile Birinci Afyon Savaşı sona eriyor. Çin hükümeti kendi ticaretindeki yerli tekelleri kaldırmak zorunda kalıyor ve gümrük tarifelerini yüzde beşi geçmeyecek şekilde indiriyor. Çin’de bulunan İngilizlerin kendi ülkelerinin kanunlarına tabi olacağı (diplomatik dokunulmazlık) kabul ediliyor. İki yıl sonra Fransız ve Amerikalılar da benzer imtiyazlar elde ediyorlar. 1843den itibaren Çin’e kaçak afyon satışları devam ediyor. Çinlilerin Hindistan’daki haşhaş ekimine son vermeleri için İngilizlere yalvarıp yakarmaları hiçbir olumlu sonuç vermiyor. İngiliz afyon monopolü sayesinde 1856’da Hindistan’daki sömürge idaresinin bütçesine 25 milyon dolar gelir giriyor.

    Çinlilerin anlaşma koşullarını uygulamakta yavaş davranmaları İngilizleri rahatsız ediyordu. 1856’da Çinlilerin Hong Kong limanına bağlı fakat Çin’de kayıtlı bir kaçakçı gemisine çıkması ve Çinli gemicileri tutuklaması İngilizler tarafından diplomatik tarafsızlığın ihlali olarak görüldü. 1857’de İngilizler Fransızlarla birlikte saldırarak Kanton’u ele geçirdiler. Bu İkinci Afyon Savaşında Rusya ve Amerika da saldırganları destekledi. 1858’de Tientsin Anlaşmasıyla yabancılar bütün isteklerini kabul ettirdiler ve ülke kısa zamanda bu dört devletin nüfuz bölgelerine bölündü. Yabancılar serbest ticaretlerine devam ettiler. Bu durumdan çay ticaretini karadan yürüten Rus tacirler çok kazançlı çıktılar.

    İngilizler Afyon Savaşlarıyla Çin’i dize getirirken, Amerikalılar da İngiliz politikalarını taklit ederek kârlı ticaret ilişkileri kurmaya giriştiler. 1854’de Komodor Matthew Perry iki gemisiyle gelip Edo (bugünkü Tokyo) şehrini kuşatınca Japonlar itiraz etmeden Kanagawa Anlaşmasını kabul ettiler. Şogun ve adamları kömürle çalıştığı için kara dumanlar çıkararak yaklaşan kara gemilerin üstün silahlarından haberdar idiler. 1840’larda yazılmış Japon yazılarından, Japonların Afyon Savaşlarını Çin kaynaklarından izlediğini, manen Çinlilerin tarafını tuttuklarını ve yabancı “barbarlar” hakkında iyi şeyler düşünmediklerini anlıyoruz.Kanagawa Anlaşması, İngiliz ve diğer Avrupa güçlerinin yaptığı eşit olmayan taraflar arasındaki diğer anlaşmaların tüm koşullarını, yani diplomatik dokunulmazlık, en fazla kayırılan devlet ve sabit gümrük tarifesini içermekteydi. Tek iyi husus Amerikalıların afyon getirmemesiydi. Diğer Batılılar ancak 1859’dan sonra ticaret ilişkileri kurdular. Bu tarihten bir yıl önce Amerikan elçisi Tokugawa Şogunluğunu Batılılarla ticaret anlaşmaları yapmaya ikna etmişti. Böylece Japonların topluca “Beş Ülkeyle Anlaşmalar” diye adlandırdığı ticaret anlaşmaları imzalandı.

    Çinliler yabancılara güvenmedikleri için onları ülkelerine kabul etmemişler ve ticareti sınırlı tutmuşlardı. Fakat Osmanlılar, devletin kuruluşundan beri, ticareti Venedikliler ve Cenevizliler gibi yabancılara ve ülke içinde Türk-olmayan azınlıklara bırakmışlardı. Bununla birlikte iç ve dış ticarette çok iyi yürümese de belirli bir düzen kurulmuş, yerli tekellere ticaret yapmak için ayrıcalıklar verilmişti. Osmanlı Devleti’nde gümrük vergileri Avrupa ülkelerinde olduğu gibi yüksek değildi. İngiltere’den ithal edilen mallar için ithalatçı Osmanlı hazinesine %3 gümrük vergisi öderken, benzer mallar için İngiltere’de ödenen vergi %60 idi.  Ayrıca, yabancıların hayretle karşıladıkları ve onlarda olmayan %12 (%3 reftiyye, ihraç gümrüğü + %9 amediyye, limana geliş vergisi) ihracat vergisidir.

    Osmanlı Devleti’nin İngiltere’ye 1581’de verdiği kapitülasyon İngiliz Levant Şirketinin 17. ve 18. yüzyıllarda kolayca ticaret yapmasını sağlıyordu. Ancak 19. yüzyıla gelindiğinde seri üretim yapan İngiliz fabrikalarının ürünlerine büyük pazarlar bulmak ve bu fabrikalara ham madde temin etmek önemli bir sorun olmuştu. Bu nedenle İngiltere 1830’larda İstanbul’daki diplomatik faaliyetlerini hızlandırdı. İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne olan bu ilgisinin başka önemli bir nedeni vardı. Osmanlı toprakları İngiltere’den gözde sömürgesi Hindistan’a giden en kısa yol üzerinde bulunuyordu. Bu yolun, Rusya gibi son yıllarda oldukça güçlenen ve İstanbul’u nüfuzu altında tutan, bir gücün eline geçmesini istemezdi. Bu nedenle Osmanlı Devleti ile siyasi ve ticari ilişkiler önemliydi.

    1832’de Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, İngiltere ve Fransa’nın da kışkırtmalarıyla Osmanlıdan bağımsız bir devlet kurma hayallerine kapıldı. Mehmet Ali Paşa Mısır’ın zenginliklerinden faydalanmasını iyi bilmiş ve kuvvetli ve modern bir ordu kurmuştu. Halbuki II. Mahmut 1826’da Yeniçeri ocağını dağıttıktan hemen sonra önce Rusya’nın hemen arkasından Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasına yardıma koşan İngiltere ve Fransa’nın saldırısına uğramıştı. Bu üç devlet 1827’de, Navarin’de Osmanlı donanmasını yakmış, Balkanlardan ilerleyen Rus ordusu, ancak çok ağır şartlar içeren Edirne Anlaşması ile durdurulmuştu. Bu zor durumdaki Osmanlı Devleti’nin Mehmet Ali’nin isyanını bastırması kolay değildi. Mısır valisinin oğlu İbrahim Paşa Osmanlı ordusunu yenip Anadolu içlerine kadar ilerleyince, Padişah Rusya’nın yardım teklifini kabul etmiş ve Kütahya’yı işgal eden Mısır güçlerinin çekilmesi için bir anlaşma yapmıştı. Rus donanmasının İstanbul Boğazı’na gelip yerleşmesi Mehmet Ali’yi durdurmuştu, ama Osmanlı Rus eline düşmüştü. Rus İmparatorluğu ile yapılan Hünkâr İskelesi Anlaşmasına göre, bir savaş durumunda Osmanlı Devleti Çanakkale Boğazını Rusya’nın düşmanlarına kapayacaktı. Fransız ve İngilizler kabul edemedikleri bu durumu derhal protesto ettiler.

    Bu koşullar altında İngiltere için en elverişli politika, zayıf bir Osmanlı Devleti’nin devamı için çabalamak ve Anadolu’nun güçlü bir düşmanın eline geçmesini önlemekti. İngiliz Dışişlerinin Orta Doğu’nun çeşitli bölgelerinde bulunan ajanlarından aldığı raporlar Rusya’nın Orta Doğu’ya ve hatta Hindistan’a ilerlemesi endişesini yansıtıyordu. Bu nedenle İngiliz Dışişleri 1833’de “Türkiye’yi canlandırma” programını başlattı. Bir yandan Osmanlı Devleti askeri ve idari reformlar yapması için teşvik edilecek, bir yandan da serbest ticaret imkanları yaratılacaktı. İlk Osmanlı gazetesi olan Takvim-i Vekayi’nin Fransızca baskısı olan Le Moniteur Ottoman’da, İngiliz yazarlar serbest ticareti öven yazılar yazmaya başladılar.

    İngilizlerle, her 14 yılda bir yapılan gümrük anlaşmasının süresi 1834’de dolacağından yeni bir anlaşma hazırlanması gerekiyordu. Yeni yapılacak gümrük anlaşmasıyla İngilizler hem zaten çok düşük olan gümrük tarifesini düşük tutmak, hem de ticaretlerinde önemli bir engel olarak gördükleri yerli ticaret tekellerini ortadan kaldırmak istiyorlardı. İç tekellerin ortadan kalkması özellikle bir Osmanlı vilayeti olan Mısır’da da uygulanacağından Mehmet Ali önemli bir gelir kaynağını kaybedecekti.  Bütün bu koşullar altında Padişah II. Mahmut, istemeyerek de olsa, İngilizlerle 1838 Ticaret Anlaşmasını kabul etmek zorunda kaldı. Bu anlaşma, ithalatta gümrük vergisini gene %3 olarak tutuyor, yerli tekelleri kaldırıyor, daha önceki ahitnamelerle bazı ihraç ürünlerine getirilen yasakları kaldırıyor ve toplam ihraç vergisini %12 olarak saptıyordu.

    Ticaret anlaşmasının hazırlanmasında çalışan, aynı zamanda Le Moniteur Ottoman’da serbest ticaretin yararlarını anlatan yazılar yazan David Urquhart 1833’de yayınlanan Türkiye ve Kaynakları (Turkey and its Resources) kitabında, Osmanlı Devleti’nin kaynaklarını incelemiş, İngiltere’nin bu ülkeden neler ithal edebileceğini ve neler satabileceğini anlatmıştı.  İngiliz üretimi pamuklu, muslin, patiska ve basma gibi kumaşların doğu ülkelerinde üretilenlerden daha kalitesiz olduğu halde, çok daha ucuz olduğu için, Doğuda yaşayan yoksul halkların kolaylıkla bu ürünlere yöneleceğini tahmin ediyordu. Böylece İngiliz sanayi mallarını tüketecek olan bu insanlar bütün gayretlerini tarımsal ve diğer ham madde üretimi için kullanacaklardı. Urquhart haklı çıktı. Gerçekten ucuz İngiliz malları rağbet görmüş, Osmanlı ülkesinde pamuklu, yünlü, ipekli kadifeler, dibalar ve sair kaliteli kumaşları dokuyan tezgahlar yavaş yavaş yok olmuştu.  Osmanlı çiftçisi İngiliz planına uygun olarak pamuk, tahıl, tütün, incir, üzüm gibi tarımsal ürünlerin üretimini arttırdı. Fakat Osmanlıdan bağımsızlığını kazanan yeni ülkeler bile sanayileşmeye başlarken Osmanlı Devleti sanayisizleşmeye mahkum edilmişti. Gallagher ve Robinson’un “serbest ticaret emperyalizmi” teorisine göre gayri resmi İngiliz İmparatorluğu’nun bir parçası oluyordu.

    Osmanlı topraklarında olduğu gibi, İran da 19. yüzyılda Rus-İngiliz çekişmesine sahne oldu. Ruslar sürekli olarak Hazar üzerinden güneye ve doğuya doğru saldırıyor, zayıf halklar üzerinde egemenlik sağlıyorlardı. Yüzyılın başında İran’dan Bakü, Derbent, Gence ve Gürcistan’ı almış ve Hazar Denizinde İran’ın bir donanma bulundurmayacağına dair anlaşma yapmıştı. Böylece Hazar bir Rus gölüne dönmüştü. Rusların batıda Osmanlılar ile çarpışmasını fırsat bilen İranlılar kaybettikleri toprakları geri almak isteyince yeniden savaş çıkmış ve 1828’deki Türkmençay anlaşması ile İran daha çok toprak kaybetmiş, 20 milyon ruble savaş tazminatı ödemek zorunda kalmış ve bir ticaret anlaşması yapmaya mecbur olmuştu. Bu anlaşmaya göre, İran Rus mallarından %5’den fazla vergi (ad valorem) alamayacaktı. Bu gelişmeler doğudaki sömürgelerinin tehdit altında olduğunu düşünen İngiltere’yi rahatsız ediyordu. Bu iki emperyal güç, sonunda bu bölgede iki düşman olarak çarpışmaktansa, iki müttefik olarak durumu idare etmeyi tercih ettiler.

    İngiliz Hükümeti 1835’e kadar, İran’daki diplomatik ilişkilerini İngiliz Doğu Hindistan Şirketine bırakmıştı. Bu tarihte, hükümet diplomatik sorumluluğu yüklendi ve yeni bir anlaşmayla şirketi sadece diplomatik misyonun masraflarına yarı yarıya katılan bir idari ortak durumuna getirdi. 1835 ortalarında, İngilizler bir iyi niyet elçisini Tahran’a göndererek İran’ın “güçlü, huzurlu ve bağımsız” bir ülke olmasını dilediklerini bildirdiler. İran’ın Türklerle iş birliği yapması uygun görülüyor, fakat kendilerini savunma veya birlikte bir saldırı ittifakına girmeleri tehlikeli bulunuyordu. İngilizler aslında İran’la bir ticaret anlaşması yapmak istiyordu. Fakat böyle bir teklifin kısa bir süre önce geri çevrilmiş olması İngilizleri bu sırada çekingen davranmaya yöneltti. Elçi sadece İran’ın askeri tesislerini ve İran’da hizmet eden İngiliz subayların parasal durumlarının düzeltilmesi ihtiyacından söz etti.

    Rusların, bölgedeki İngiliz ticaretini sona erdirebileceğini, Hindistan Yönetiminin gelirlerinin azalacağını ve masraflarının artacağını hesaplayan İngilizler, İran’ı Ruslardan korumaları gerektiğine inanıyorlardı. İngiliz Dışişleri, 1836’da Tahran’a, daha önce bu ülkede gezgin ve subay olarak bulunmuş, yeni bir elçi gönderdi. Yeni elçi (John McNeill) Doğu Hindistan Şirketinin İran’la 1814’de yaptığı siyasi anlaşma yerine daha etkili yeni bir anlaşma yapılmasını önerecek, ayrıca bir ticaret sözleşmesi yapılmasını isteyecekti. İngiltere her zaman olduğu gibi belirli imtiyazlar istiyordu; en fazla kayırılan ülke, İran’a ticari konsolosların tayini, İngiliz mallarına değerinin %5’ini geçmeyen ithal vergisi, ithalat ve ihracatta bütün yasakların kalkması. Elçinin çok çabalamasına rağmen, İran ticaret anlaşmasına yanaşmadı. 1837’de teklif reddedilirken Rus görevli Kont Simoniç’in böyle bir anlaşmayı kabul etmemelerini tavsiye ettiği belirtildi. Eğer İngilizlere bir konsolosluk açma izni verilirse, Ruslar daha önce yapılan anlaşmalara göre İran’ın her köşesinde konsolosluklar açmak isteyecekti. Fakat Şah, sözlü olarak, yapılacak anlaşmada sadece iki şartın bulunacağını ve bunların, karşılıklı olarak en çok kayırılan ülke tanımı ile Tebriz ve Tahran’da açılacak konsolosluklar olacağını bildirdi. Bu iki şartı içeren bir anlaşma ancak Ekim 1841’de kabul edildi. Sonunda İran her iki emperyalist devlete de tavizler vermek zorunda kaldı.

    Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, emperyalizm bazı ülkelere sadece ticaret yoluyla girerek onları Batılı ülkelere bağımlı kılmıştı. Rusya her zaman korumacılık politikası güderek sanayisini geliştirmeye çalıştığından ithal tarifelerini yüksek tutuyordu. Almanya Fransa’yı yendikten sonra, 1871 Versailles Anlaşması ile imparatorluk ilan etmiş ve gümrük duvarlarını yükselterek yeni sanayi hamlelerine girişmişti. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1870’lerde ortalama tarife %40’ın üzerindeydi. Serbest ticaretin artık barışçıl yollarla sağlanamayacağını anlayan İngiltere ve diğer Batılı devletler 19. yüzyıl sonunda yeni topraklar kazanarak zenginleşmek için “resmi” sömürgeler elde etme yarışına girdiler. Artık serbest ticaret söylemleri azalmıştı. Siyasi ve ekonomik rekabet Birinci Dünya Savaşıyla sonuçlanınca artık kimse serbest ticaretten söz etmiyordu. 19. yüzyılda başlayan ilk küreselleşme dalgası son bulmuştu. Ticaret engelleri bütün ülkeler tarafından kullanılıyor, sermaye dünyayı eski hızıyla dolaşmıyordu. Bu durum İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan ikinci küreselleşme dönemine kadar devam etti. Bu savaşın galip devletleri, hemen savaş sonrasında uluslararası anlaşmalarla (General Agreements on Tariffs and Trade) gene serbest ticareti hemen hemen bütün dünyada geçerli kıldı. Amaç gene endüstrileşmiş ülkelerin sanayi ürünlerini rahatça satabilmeleriydi. İkinci küreselleşme dalgası 1980’den itibaren yeni liberal görüşlerle ve teknolojik gelişmelerle hız kazandı. Fakat, artık Asya’da yeni endüstrileşen ülkeler doğmuştu. Japonya yenilginin olumsuzluklarından çabuk kurtulmuş ve ekonomik bir güç olmuştu. Güney Kore 1960’lardan itibaren yaptığı akıllıca korumacılık ve kalkınma hamleleri ile gelişmekte olan ülkelere örnek olmaktaydı. 1980’lerden itibaren Pazar ekonomisi kurallarını yavaş yavaş benimseyen Komünist Çin, ürettiği ucuz mallarla dünya piyasalarını ele geçiriyordu. Batılı devletler, şimdi, kurdukları bu serbest ticaret rejiminden Çin’in ve diğer Asya ülkelerinin çok kazançlı çıktığını görünce rahatsız olmaya başladılar. A.B.D. 1990’lardan beri uyguladığı üstü kapalı korumacılık tedbirlerini artık açıkça yapıyor. Amerikan Cumhurbaşkanı ilk olarak çelik ürünleri ithaline engeller koyarak bir ticaret savaşı başlattı. Bundan sonra dünya ticaret düzeninde yeni gelişmeler bekleniyor.



    Diğer Cevaplara Gözat
    Cevap Yaz Arama Yap

    Cevap Yaz




    Başarılı

    İşleminiz başarıyla kaydedilmiştir.